Ce: şu üçgenin koşeside menin olsun
AYBOLAN MEKTUPKüçüklükten beri kafasına koyduğu hafızlığını henüz yeni tamamlamıştı. Daha üniversiteye gitme hayallerini kurmadan önce gece gündüz özlemini duyduğu tek şey Yüce Yaratıcı’nın yeryüzündeki tek evini görmek ve insanlığın iftihar tablosunun köyüne gidebilmekti. Günlerini ve gecelerini bunun hayaliyle süslüyor ve gerçekleşebilmesi için her fırsatta duaya müracaat ediyordu. Ancak oraya gidebilmek için Yaratıcı’nın “gel” davetinin olması ve bir çağrının kendisine gelmesi gerekiyordu. Dualarını “N’olur beni de bir gün oraya çağır, bana da gel de” yakarışlarıyla bitiriyordu.
Bir gün bir yakını ona “madem ki gidemiyorsun niye Kutlu Nebi’ye mektup göndermiyorsun!” demişti. Böyle bir teklif karşısında ben kim O’na mektup yazmak kim demiş ve oldukça duygulanmıştı. Böyle bir şeyi hiç düşünmemiş ve buna doğrusu cüret edemeyecek kadar o büyük insana kendini yakın hissetmemişti.
Ama o biliyordu ki o Yüce Kamet öyle bir Sevgili’ydi ki kendisini sevenleri zaten bilirdi. Tıpkı bütün âşıkların hislerinin karşılıklı olması gibi, o da herkesin sevgilisini çok seviyor, sevgisinin reddedilmeyip aynı şekilde karşılık bulduğuna inanıyordu. İnanıyordu çünkü o kendisini sevenleri sever kendisiyle meşgul olanlarla meşgul olurdu. O’nu sevmenin onun ahlakıyla ahlaklanmak ve onun yolunda sağa sola sapmadan gitmek olduğunu ve bunun da çok büyük bir titizlik gerektirdiğini çok iyi biliyordu.
Evet, çok sevdiği sevgililer sevgilisi, onun düşündüklerini bilebilir ve onun hissiyatını hissedebilirdi. Ama kendinden bir parçanın oraya gitmesi, ona çok farklı gelmiş ve yüreğini acı bir burkuntuyla birlikte heyecanlandırmıştı.
Bu iç yakan duygular içinde yatağına oturmuş, kağıt ve kalemi eline almış ve varlığı uğruna varlığın var edildiği insana yüreğinde yıllardır taşıdığı sevgiyi akıtmak için kelimelere sarılmıştı. O andan itibaren farklı bir aleme girmiş ve bir anda o çok sevdiği insana içini dökmenin verdiği hazla bir çırpıda özenle seçtiği kağıda inci gibi yazısıyla, göz yaşları içinde mektubu yazıvermişti. Duygu yüklü anları geride bırakıp göz yaşlarıyla yıkadığı mektubu zarfa koyarken elleri titriyor ve büyük bir saygı ve ciddiyetle son hazırlıklarını yapıyordu. Dertli insanın derdini şerh ettiği an duyduğu lezzet kadar hiçbir şeyden lezzet almaması gibi o da bir anda bütün yüklerinden kurtulmuş o yüce insana derdini yazmanın verdiği hazla rahatlamıştı. Gözyaşları, bir taraftan insanlığın iftihar tablosuna mektup göndermenin heyecanının taşıyor bir yandan da ondan ayrı olmanın acısını hissettiriyordu.
Efendiler Efendisinin temessül ettiği gül rengi kağıda yazdığı mektubunu Anadolu’nun bir hediyesi olan gül kokularıyla kokulandırmıştı. Her şey tamam olduktan sonra öpüp göğsünde sıktığı mektubunu büyük bir itinayla çantasına yerleştirmişti. Sıra mektubun gönderilmesine gelince gözleri oraya gidecek olan dostlarını aradı. En yakın arkadaşı Huriye’nin validesi aklına geldi ve hemen ona koştu. Ancak mektubu bizzat ona teslim etmek istiyordu. Ne var ki kararlaştırılan saatte onların evine gitmesine rağmen yetişememiş ve büyük bir üzüntü içinde kapı önünde adeta yığıla kalmıştı. Çok üzülmüş ve bunu gözyaşlarıyla da ifade etmekten kendini alıkoymamıştı. Bir müddet öyle kalakaldıktan sonra yola çıktı. Otobüste karşılaştığı arkadaşı Zeyneb’e durumdan bahsetti. Zeyneb onun üzüntüsünün yersiz olduğunu ve anneannesinin de yakında oraya gideceğini müjdeledi. Bu beklenmedik haber karşısında çok sevinmiş ve mektubu ona vermeyi kararlaştırmıştı. Ne yazık ki uzun süren yolculukta Zeyneb’in aniden inmesiyle mektup yine elinde kalmıştı ve nedense ikisi de unutuvermişti. Ya da unutturulmuştu. İçinden her halde benim gibisine mektup göndermek kısmet olmayacak diye düşündü. Yine mahzun yine kederli mahzun bir şekilde otobüsten inmiş ve doğruca arkadaşı Nurinnisa Hanım’ın evine gitmişti. Arkadaşının kendisini ateşli bir telaş içinde karşılamasına bir anlam verememiş ve az sonra beyinin de oraya gideceğini öğrenince hem şaşırmış ve hem de heyecanlanarak ümitlenmişti.
Arkadaşının beyinin nasıl karşılayacağını bilemediğinden biraz tereddüt biraz da çekinerek mektuptan bahsetmiş ve gözyaşlarını içine akıtarak susmuştu. Birkaç dakikalık bekleyişten sonra Abdurrahman beyin mektubu seve seve götüreceğini duyduğu an sevinçten ağlamaya başlamıştı. Sonunda isteği gerçekleşecek ve bütün hisleri sevgiliye ulaşacaktı.
Mektubu alan Abdurrahman bey “emanette emin olmak müminin vasfıdır, mektubu iyi bir yere yerleştireyim de kaybolmasın diye düşünerek çantasını her açtığında görebileceği bir yer olan kapağa yerleştirdi. Ona göre bu mektup mukaddes bir emanet idi ve sevgiliden sevgiliye giden muştu dolu bir haberdi...
Yeryüzünün merkezinden Efendiler Efendisinin beldesi ve medeniyetin beşiği olan köye gelen Abdurrahman Bey emaneti yerine ulaştırmak ve onun yattığı mekana bırakabilmek için tenha bir zaman gözetledi. Ancak onun pak harimine varmak her defasında büyük bir mücadeleyi ve beklemeyi gerektiriyordu. Uzun süren mücadelesinde buna muvaffak olamamış ve nihayet oradan ayrılma günü gelmişti. Emaneti yerine ulaştıramamanın verdiği üzüntüyle bir türlü yerinden hareket edemiyor ve üzüntülü bir şekilde oturduğu yerden çantasına bakıyordu. Sonunda mektubu o pak harime bırakamasa da hiç olmazsa onun köyünde kimsenin göremeyeceği bir köşeye bırakmaya karar vermişti. Yerinden kalktı ve çantasına doğru yürüdü. Biraz uğraştan sonra kilitlerini çözdü, saygı ve edeple biraz da üzülerek çantayı açtı. Ancak çantayı her açışta karşısında duran pembe zarflı gülsuyu kokulu mektup yerinde yoktu. Aklına çantasının kurcalanıp mektubun alınmış olma ihtimali geldi. Ancak çantasını ancak kötü niyetli ve maddi menfaat peşinde olan talihsizlerden başka kimse yoklayamazdı. İlk şoku atlattıktan sonra paralarını ve pasaportunu kontrol etti. Hepsi yerindeydi. Eğer kötü niyetli biri olsaydı onları alırdı. Fakat... mektubu kim niye alsın. Üzerinden hiç isim yoktu ki... Şaşırmış ve açılmış ve heyecanla karıştırılıp dağılmış çantasının karşısında bir an kalakaldı. Heyecandan ve korkudan dizleri titriyor ve mektuba sahip olamamanın verdiği üzüntüyle öylece bekliyordu. Daldı. Neden sonra toparlandı ve aşağıda kendisini bekleyenleri daha fazla bekletmemek için ağırdan ağırdan toparlandı ve çantasını alarak dışarı çıktı.
Aklında hep mektup vardı İstanbul’a döndüğünde. Eşine durumu anlatmış ve mektubu yazan âşık öyle samimi yazmış ki mektup daha ben götürmeden kendisi gelip mektubu aldı dedi. Gerçekten de inanıyordu ki bu kadar samimi hislerle yazılan bu mektup her şeye rağmen elde kalamazdı. Onun yerine ulaştıramadığı bu mektup, dünya varlığından ve paradan daha değerli bulup, çantadan emaneti alan güç, mektup sahibinin dileğini yerine ulaştırmıştı...
Efendiler Efendisi’nin yüce kameti düşünüldüğünde onun yanında söz söylemek tabii ki mümkün değildi. Ama bir acizin, bir sevdiğinin ona karşı hisleri Kaybolan Mektup’ta şöyle dillendirilmişti.
“Bütün İnsanların İncisi....
Seni çok seviyorum. Senin için canını verenlerin, senin aşkından çöllere düşenlerin, senin muhabbetinden divane olanların yanında Ya Rasulallah benimkisi sadece dilde, ama şundan emin ol ki bir şeyler yapmak istiyorum, işte bunun için senden Allah’a dua etmeni ve benim dualarımın, isteklerimin kabul olması için dua etmeni istiyorum. Eğer Allah bana istediğim hayırlı ilmi nasip ederse, onu herkese öğreteceğime ve gücümün sonuna kadar, dinimin eğitimcisi olacağıma sana bir kere daha söz veriyorum..
Ey kendisini görmeden dahi çok sevdiğim insan...! Senden benim için Rabbimden şunları istemeni rica ediyorum. Allahın beni dininin hizmetçisi kılmasını...Beni en sevdiği sıfatı olan ilim sıfatına layık görmesini.. Bana keskin zeka, sağlam irade ve hayırlı ilim vermesini... Allahın beni sevip sevdiği kulları arasına ilhak etmesini, kalbimdeki kötülük duygularını silip, onu kendisinin sevgisi ve senin sevginle doldurmasını.... Beni dinin nurunun tamamlayıcılarından biri olarak kabul etmesini... Dualarımı kabul etmesini istiyorum...
Ey Allah’ın Rasulü Efendimiz..!
Senden istediğim bu duaları, ailem, arkadaşlarım ve tüm inanan insanlar için de istiyorum.. Bu duaları bizim için Allah’a ulaştırmanı senden istirham ediyorum. Bu cür’etimden dolayı kusuruma bakma!...
Duana ve Şefaatine muhtacız...
Sevgili Peygamberim....”
Bir gün bir yakını ona “madem ki gidemiyorsun niye Kutlu Nebi’ye mektup göndermiyorsun!” demişti. Böyle bir teklif karşısında ben kim O’na mektup yazmak kim demiş ve oldukça duygulanmıştı. Böyle bir şeyi hiç düşünmemiş ve buna doğrusu cüret edemeyecek kadar o büyük insana kendini yakın hissetmemişti.
Ama o biliyordu ki o Yüce Kamet öyle bir Sevgili’ydi ki kendisini sevenleri zaten bilirdi. Tıpkı bütün âşıkların hislerinin karşılıklı olması gibi, o da herkesin sevgilisini çok seviyor, sevgisinin reddedilmeyip aynı şekilde karşılık bulduğuna inanıyordu. İnanıyordu çünkü o kendisini sevenleri sever kendisiyle meşgul olanlarla meşgul olurdu. O’nu sevmenin onun ahlakıyla ahlaklanmak ve onun yolunda sağa sola sapmadan gitmek olduğunu ve bunun da çok büyük bir titizlik gerektirdiğini çok iyi biliyordu.
Evet, çok sevdiği sevgililer sevgilisi, onun düşündüklerini bilebilir ve onun hissiyatını hissedebilirdi. Ama kendinden bir parçanın oraya gitmesi, ona çok farklı gelmiş ve yüreğini acı bir burkuntuyla birlikte heyecanlandırmıştı.
Bu iç yakan duygular içinde yatağına oturmuş, kağıt ve kalemi eline almış ve varlığı uğruna varlığın var edildiği insana yüreğinde yıllardır taşıdığı sevgiyi akıtmak için kelimelere sarılmıştı. O andan itibaren farklı bir aleme girmiş ve bir anda o çok sevdiği insana içini dökmenin verdiği hazla bir çırpıda özenle seçtiği kağıda inci gibi yazısıyla, göz yaşları içinde mektubu yazıvermişti. Duygu yüklü anları geride bırakıp göz yaşlarıyla yıkadığı mektubu zarfa koyarken elleri titriyor ve büyük bir saygı ve ciddiyetle son hazırlıklarını yapıyordu. Dertli insanın derdini şerh ettiği an duyduğu lezzet kadar hiçbir şeyden lezzet almaması gibi o da bir anda bütün yüklerinden kurtulmuş o yüce insana derdini yazmanın verdiği hazla rahatlamıştı. Gözyaşları, bir taraftan insanlığın iftihar tablosuna mektup göndermenin heyecanının taşıyor bir yandan da ondan ayrı olmanın acısını hissettiriyordu.
Efendiler Efendisinin temessül ettiği gül rengi kağıda yazdığı mektubunu Anadolu’nun bir hediyesi olan gül kokularıyla kokulandırmıştı. Her şey tamam olduktan sonra öpüp göğsünde sıktığı mektubunu büyük bir itinayla çantasına yerleştirmişti. Sıra mektubun gönderilmesine gelince gözleri oraya gidecek olan dostlarını aradı. En yakın arkadaşı Huriye’nin validesi aklına geldi ve hemen ona koştu. Ancak mektubu bizzat ona teslim etmek istiyordu. Ne var ki kararlaştırılan saatte onların evine gitmesine rağmen yetişememiş ve büyük bir üzüntü içinde kapı önünde adeta yığıla kalmıştı. Çok üzülmüş ve bunu gözyaşlarıyla da ifade etmekten kendini alıkoymamıştı. Bir müddet öyle kalakaldıktan sonra yola çıktı. Otobüste karşılaştığı arkadaşı Zeyneb’e durumdan bahsetti. Zeyneb onun üzüntüsünün yersiz olduğunu ve anneannesinin de yakında oraya gideceğini müjdeledi. Bu beklenmedik haber karşısında çok sevinmiş ve mektubu ona vermeyi kararlaştırmıştı. Ne yazık ki uzun süren yolculukta Zeyneb’in aniden inmesiyle mektup yine elinde kalmıştı ve nedense ikisi de unutuvermişti. Ya da unutturulmuştu. İçinden her halde benim gibisine mektup göndermek kısmet olmayacak diye düşündü. Yine mahzun yine kederli mahzun bir şekilde otobüsten inmiş ve doğruca arkadaşı Nurinnisa Hanım’ın evine gitmişti. Arkadaşının kendisini ateşli bir telaş içinde karşılamasına bir anlam verememiş ve az sonra beyinin de oraya gideceğini öğrenince hem şaşırmış ve hem de heyecanlanarak ümitlenmişti.
Arkadaşının beyinin nasıl karşılayacağını bilemediğinden biraz tereddüt biraz da çekinerek mektuptan bahsetmiş ve gözyaşlarını içine akıtarak susmuştu. Birkaç dakikalık bekleyişten sonra Abdurrahman beyin mektubu seve seve götüreceğini duyduğu an sevinçten ağlamaya başlamıştı. Sonunda isteği gerçekleşecek ve bütün hisleri sevgiliye ulaşacaktı.
Mektubu alan Abdurrahman bey “emanette emin olmak müminin vasfıdır, mektubu iyi bir yere yerleştireyim de kaybolmasın diye düşünerek çantasını her açtığında görebileceği bir yer olan kapağa yerleştirdi. Ona göre bu mektup mukaddes bir emanet idi ve sevgiliden sevgiliye giden muştu dolu bir haberdi...
Yeryüzünün merkezinden Efendiler Efendisinin beldesi ve medeniyetin beşiği olan köye gelen Abdurrahman Bey emaneti yerine ulaştırmak ve onun yattığı mekana bırakabilmek için tenha bir zaman gözetledi. Ancak onun pak harimine varmak her defasında büyük bir mücadeleyi ve beklemeyi gerektiriyordu. Uzun süren mücadelesinde buna muvaffak olamamış ve nihayet oradan ayrılma günü gelmişti. Emaneti yerine ulaştıramamanın verdiği üzüntüyle bir türlü yerinden hareket edemiyor ve üzüntülü bir şekilde oturduğu yerden çantasına bakıyordu. Sonunda mektubu o pak harime bırakamasa da hiç olmazsa onun köyünde kimsenin göremeyeceği bir köşeye bırakmaya karar vermişti. Yerinden kalktı ve çantasına doğru yürüdü. Biraz uğraştan sonra kilitlerini çözdü, saygı ve edeple biraz da üzülerek çantayı açtı. Ancak çantayı her açışta karşısında duran pembe zarflı gülsuyu kokulu mektup yerinde yoktu. Aklına çantasının kurcalanıp mektubun alınmış olma ihtimali geldi. Ancak çantasını ancak kötü niyetli ve maddi menfaat peşinde olan talihsizlerden başka kimse yoklayamazdı. İlk şoku atlattıktan sonra paralarını ve pasaportunu kontrol etti. Hepsi yerindeydi. Eğer kötü niyetli biri olsaydı onları alırdı. Fakat... mektubu kim niye alsın. Üzerinden hiç isim yoktu ki... Şaşırmış ve açılmış ve heyecanla karıştırılıp dağılmış çantasının karşısında bir an kalakaldı. Heyecandan ve korkudan dizleri titriyor ve mektuba sahip olamamanın verdiği üzüntüyle öylece bekliyordu. Daldı. Neden sonra toparlandı ve aşağıda kendisini bekleyenleri daha fazla bekletmemek için ağırdan ağırdan toparlandı ve çantasını alarak dışarı çıktı.
Aklında hep mektup vardı İstanbul’a döndüğünde. Eşine durumu anlatmış ve mektubu yazan âşık öyle samimi yazmış ki mektup daha ben götürmeden kendisi gelip mektubu aldı dedi. Gerçekten de inanıyordu ki bu kadar samimi hislerle yazılan bu mektup her şeye rağmen elde kalamazdı. Onun yerine ulaştıramadığı bu mektup, dünya varlığından ve paradan daha değerli bulup, çantadan emaneti alan güç, mektup sahibinin dileğini yerine ulaştırmıştı...
Efendiler Efendisi’nin yüce kameti düşünüldüğünde onun yanında söz söylemek tabii ki mümkün değildi. Ama bir acizin, bir sevdiğinin ona karşı hisleri Kaybolan Mektup’ta şöyle dillendirilmişti.
“Bütün İnsanların İncisi....
Seni çok seviyorum. Senin için canını verenlerin, senin aşkından çöllere düşenlerin, senin muhabbetinden divane olanların yanında Ya Rasulallah benimkisi sadece dilde, ama şundan emin ol ki bir şeyler yapmak istiyorum, işte bunun için senden Allah’a dua etmeni ve benim dualarımın, isteklerimin kabul olması için dua etmeni istiyorum. Eğer Allah bana istediğim hayırlı ilmi nasip ederse, onu herkese öğreteceğime ve gücümün sonuna kadar, dinimin eğitimcisi olacağıma sana bir kere daha söz veriyorum..
Ey kendisini görmeden dahi çok sevdiğim insan...! Senden benim için Rabbimden şunları istemeni rica ediyorum. Allahın beni dininin hizmetçisi kılmasını...Beni en sevdiği sıfatı olan ilim sıfatına layık görmesini.. Bana keskin zeka, sağlam irade ve hayırlı ilim vermesini... Allahın beni sevip sevdiği kulları arasına ilhak etmesini, kalbimdeki kötülük duygularını silip, onu kendisinin sevgisi ve senin sevginle doldurmasını.... Beni dinin nurunun tamamlayıcılarından biri olarak kabul etmesini... Dualarımı kabul etmesini istiyorum...
Ey Allah’ın Rasulü Efendimiz..!
Senden istediğim bu duaları, ailem, arkadaşlarım ve tüm inanan insanlar için de istiyorum.. Bu duaları bizim için Allah’a ulaştırmanı senden istirham ediyorum. Bu cür’etimden dolayı kusuruma bakma!...
Duana ve Şefaatine muhtacız...
Sevgili Peygamberim....”