Ce: Yazar Biyografileri
Ege Cansen </B>
Ankara’da doğan Kemal Ege CANSEN, liseyi İzmit Lisesi’nde, Üniversiteyi ise ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi İşletmecilik Bölümü’nde tamamladı. 1961’de şeref mezunu olarak tamamladığı üniversite eğitiminin ardından Arçelik’te işe başladı. Arçelik’ten aldığı bursla gittiği Amerika’da, Wharton School’dan MBA derecesi aldı.
Türk sanayiine yaptığı katkılardan ötürü, 1991 yılında ODTÜ’den takdir ödülü alan CANSEN; İş hayatında Arçelik’te Genel Müdür Muavinliği, Koç Holding’te Sanayii İşleri Koordinatörlüğü, Soyer Hafriyat’ta Müdürlük, Anadolu Endüstri Holding’te Murahhas Azalık gibi görevlerde bulundu.
1987-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi master ve doktora öğrencilerine “İşletme Ekonomisi” dersleri veren Ege CANSEN, halen Yönetim Danışmanlığı yapıyor. 1983 yılında, Hürriyet Gazetesi’nde, “Oyunun Kuralı” başlıklı sütunda başladığı yazarlığa devam ediyor. Handan Hanımla evli olan Ege CANSEN, bir çocuk babasıdır.
MÜSİAD tarafından 2001 yılında düzenlenen Ekonomi Basını Ödülleri çerçevesinde Yılın Yazarı seçildi.
GÜNDEM YORUM GÜNDEM YORUM 16 MAYIS 2001
Eyvah! Para geliyor
Ege CANSEN
Hür 16 Mayıs 2001
ANLAŞILAN, uzun zamandır beklenen dış yardım artık gelecek. Gelecek paranın 15 milyar dolar dolayında olacağı ve belli bir zaman içinde, bölüm bölüm ülkeye gireceği söyleniyor. Şimdi, bu habere sevinelim mi, yoksa üzülelim mi? Yazının başlığına bakılırsa, paranın gelişine pek sevinmemek lazım. Halbuki, bu parayı dört gözle bekliyoruz. Gelsin de işler açılsın, halkımızın yüzü biraz gülsün istiyoruz. Nitekim ben de bundan önceki yazılarımda, böyle bir paranın sisteme şırınga edilmesinin, ekonomik canlanma için elzem olduğunu yazmıştım. Yine de aynı fikirdeyim.
Kasım ayından beri ülkeden epey para çıktı. Bu miktarın 10 milyar dolardan az olmadığı muhakkak. Ekonomi motoru adeta yağsız kaldı, dolayısıyla yatak sarması ve piston sıkışması yaşadık. Piyasalar kilitlendi. Bankalar zora girdi, reel sektör tözekledi, halk fakirleşti. Ekonominin çalışması için, sistemde belli miktarda para olması şart. Paranın yokluğu, sadece ‘‘mali’’ sektörde değil, ‘‘reel’’ kesimde de (yani tarım, sanayi, ticaret ve turizmde de) işlerin aksamasına sebep oluyor. Esasen, ekonomiyi ‘‘reel’’ ve ‘‘reel olmayan’’ diye iki ana kesime ayırmanın maksadı, sistemi bilimsel olarak incelemek içindir. Yoksa bu ayırım, bu iki ana kesim, ekonomi içinde birbirinden kopuk olarak çalışır anlamına gelmez. Hele hele, bu iki kesim arasında ‘‘çıkar ortaklığı’’ değil, ‘‘çıkar çatışması’’ vardır demek kesinlikle yanlıştır. Mali (reel olmayan) kesim olmadan, tarım, sanayi ve ticaret (yani reel kesim) işlemez. Hakeza, tarım, sanayi ve ticaret olmadan da mali kesimin (sadece devlete para satarak) katma değer yaratması mümkün değildir.
Gelecek olan para öncelikle iki işe yarayacaktır. Birincisi, devlet bütçesi takviye edilecek, böylelikle kamu bankalarının rehabilitasyonunun tüm yükü bütçeye (vergi veren halka) binmemiş olacaktır. İkincisi, özel bankacılık kesiminin ‘‘açık pozisyonlarının’’ finansman maliyetini düşürecek, en önemlisi dış borçlarının döndürülmesini kolaylaştırarak, mali kesimin hastaneden çıkmasını sağlayacaktır. Çünkü döviz girişi, dövizin fiyatını, artan enflasyona göre ucuzlatacaktır. İşte, benim ‘‘eyvah’’ dediğim yer burasıdır.
Bilindiği gibi, özel bankalarımızın yaşam sistemleri ‘‘düşük döviz fiyatı ile yüksek Hazine bonosu faizinden’’ ibaret basit bir güç kaynağına (sıcak para mekanizmasına) bağlıdır. Bu yüzden son 10 yıldır süsünden ve püsünden geçilmeyen özel bankalarımızın içi, aslında ‘‘fos’’tur. Nitekim, tek bir devalüasyonda, Deniz Gökçe'nin deyişiyle hepsi bir gecede ‘‘rahmetli’’ hale gelmiştir. Pek tabii, ekonominin tamamını (reel sektör dahil) kurtarmak için, bankacılık kesiminin sorunlarına çözüm geliştirmek şarttır. Benim korkum, bu çözümün yine ‘‘ucuz döviz-yüksek faiz’’ ilişkisinde aranmasıdır. Üretici firmaların koflaşmasına sebep olan bu döviz-faiz tezgáhı, ilk bakışta bankalarımızın derdine çare gibi durmaktadır. Ancak, yaşanan tecrübelerle anlaşılmıştır ki, bu tezgáh sonunda bankaların da mahvına sebep olmaktadır.
Bu aydan itibaren, IMF'den ve sair dış kaynaklardan gelen paralarla, çok kolay olarak bu tezgáh tekrar hayata geçirilebilir. Şimdi yaşanan sıkıntılar da kendiliğinden ortadan kalkar. Ama unutulmasın ki, kısa süre sonra daha beter bir kriz gelir. Dolayısıyla, ekonomimizi ‘‘sıcak para’’ tuzağına yine düşmekten kurtaracak tedbirlerin alınması, bu programın başarısı açısından olmasa da, Türkiye'nin başarısı açısından şarttır.
SON SÖZ: Ben sorunlarımla uğraşırım, Tanrı beni yanlış çözümlerden korusun.
YORUM YORUM YORUM
Kamu üniversiteleri batıyor, özel üniversiteler çıkıyor
Hürriyet 5 Haziren 2001
Ege CANSEN
ANLAŞILAN kamu üniversitelerinde görevli öğretim elemanları için bıçak kemiğe dayanmış ki, rektörler ortak eyleme geçme kararı aldılar. ODTÜ'de görevli bir profesör arkadaşım ayda 700 milyon lira ücret aldığını söyledi. Bu rakamı aşağı yukarı bilmeme rağmen, sanki ilk defa duyuyormuş gibi sarsıldım. Bu ücrete özel sektörde ancak düz memurlar çalışmakta. Bu ülkenin kişi başına milli geliri ne olursa olsun, üniversite profesörlerimizin bu kadar düşük ücret almasını izah etmeye imkán yoktur. Sadece eski Sovyetler Birliği'nin, bugünkü kaotik devletlerinde böyle komik ücretlere rastlanıyor. Orada da hiç olmazsa, kamuda çalışanlar arasında bir ücret ahengi var. Yani kamu görevlilerinin, askeriyle siviliyle, işçisiyle memuruyla ücretleri topyekûn düşük. Böylesi bir tutarsızlık mevcut değil.
* * *
Bir yandan kamu üniversiteleri ücret ödeyememe yüzünden sapır sapır dökülürken, diğer yandan pıtrak gibi süslü püslü özel üniversiteler açılıyor. Adına vakıf üniversitesi denilen bu kuruluşlar, öğretim üyesi ihtiyaçlarını, kamu üniversitelerinin ücret statüsü böyle olduğu için kolaylıkla karşılayabiliyorlar. Bu kaynak kuruyunca ne olacak merak ediyorum. Son olarak İstanbul Ticaret Odası'nın da bir üniversite kurmaya karar verdiğini duydum. Ben, hangi özel üniversitenin niçin kurulduğuna, parayı nereden bulup ne kazandığına henüz akıl erdirememişken, şimdi de ‘‘yarı kamu’’ kimliği olan ve üyelerinden kanun zoruyla para toplayan (bir nevi vergi alan) bir meslek odasının, üniversite kurması karşısında apışıp kaldım. İktisadi hiçbir mantığı olmayan bu yeni teşebbüsün, acaba hukuki bakımından gerçekleşmesi mümkün mü? Yoksa yine ‘‘vakıf’’ tabelası altında yeni bir hülle mi tertipleniyor? Büyüklerimiz ne demiş: ‘‘Hilede (hüllede) çare tükenmez, yalanda sınır yoktur.’’
* * *
Hazine'den beslenme alışkanlığı ile geçinip giden insanlar ve örgütleri, Derviş'in dayattığı değişime karşı tavır koyup ‘‘Hazine'nin yağlı böreğinden’’ daha büyük dilim koparmaya çalıştığı şu sıralarda, üniversitelerin de benzer bir söylemde ‘‘devlet baba, bana para ver’’ korosuna katılması, haklılıklarına gölge düşürecek kadar kötü vakte rastladı. Kritik soru şu: Türkiye, eğitime ve özellikle yüksek öğrenime, milli gelirden yeterince pay ayırıyor mu, ayırmıyor mu? Cevabım, ayırıyor. Kurulan özel vakıf üniversitelerin bütçelerine bakın, kamu üniversitelerinin sözde vakıflarına giren-çıkan paraya bakın, özel hocalara, liselere, ilköğrenim okullarına ve üniversite hazırlık kurslarına ödenen paralara bakın. Kıbrıs hariç yurtdışında okuyan otuz bin öğrenciye harcanan dövize bakın. Fethullah Hoca cemaatinin dünyanın dört bir yanında açtığı okullara bu ülkeden akan paralara bakın. Hatta daha önce kurulmuş, ama şimdi kapanmış veya kapanmamış İmam Hatip Okulları'nın ve pansiyonlu Kuran kurslarının inşa ve idame maliyetini tasavvur edin. Göreceksiniz ki, Türkiye milli gelirinden ‘‘eğitime’’ çok ama çok para ayırıyor.
Demek ki, ayda 700 milyona profesör çalıştıran veya çalıştıramayan üniversitelerin sorunu, Türkiye'de eğitime, milli gelirden yeterince kaynak ayrılmaması değil, bütçeden ayrılan paranın yetersiz kalması. İşte üniversitelerin, ‘‘bütçeden bize daha fazla pay ayırın’’ demeden önce bilincine varmaları gereken gerçek bu. Peki, çözüm nerede? Çözüm, halkın cebinden çıkan paranın üniversitelere akmasında. Kısaca üniversitelerin paralı hale gelmesinde. Eğer devlet, ‘‘okumaya layık ama imkánı kısıtlı’’ gençlere de yüksek öğrenim görme fırsatı vermek istiyorsa (ki vermelidir) onlara doğrudan burs verir. Üniversitelere para değil. Öğrenci de kendi yüksek öğreniminin devlete kaça mal olduğunu anlar. Üniversiteler de öğrenciden aldıkları paralarla hocalarına doğru dürüst maaş verir, hocalar da bilim adamı olur.
SON SÖZ: Bedavaya suyun kaynağı, çabuk kurur.
HAKKINDA YAZILANLAR
HAKKINDA YAZILANLAR
Doktor babası, hasta cildinde ovalar görmüştü
ERCAN KUMCU
Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi
Sayfa komşum olmasının dışında, okurlarından biriyim. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben O'nu hep tersten okurum.
Gazetelerin ekonomi ile ilgilenmeye başladıkları bir dönemde ‘‘uzman yorumcu’’ olarak ilk o Hürriyet gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıldır okuyucularına ekonomik doğruları anlatmaya çalışıyor. Günlük olayları değil, her olaya uyarlanabilecek temel ekonomik ilkeleri okuyucularına anlatıyor. Anlattığı ilkenin unutulmaması için de yazısının sonuna ‘‘son söz’’ ekliyor.
Ege Cansen'den söz ediyorum. Kendisi, gazetedeki sayfa komşum. Komşu olmanın dışında, en iyi okurlarından biri olduğumu sanıyorum. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben Ege Cansen'i hep tersten okurum. Onun yazdığı sayfayı açar açmaz yazısının önce son sözüne bakarım. Daha sonra başa dönüp okumaya başlarım.
Okuduğum her yazısı bana farklı bir bakış açısı sunar. İktisatçı olmam nedeniyle konuları bilsem de, birçok konuda aynı fikirde olsak da, onun konuyu işleyiş biçimi bana yeni bakış açıları kazandırır. Abartmıyorum. Ege Cansen yapısında yazarlar en fazla meslektaşlarına yararlı olurlar.
Gazetelerin ekonomi sayfalarını hazırlayanların da Ege Cansen'den çok yararlandıklarını biliyorum. Kimileri onunla konuşarak bir haberi nasıl işleyebileceklerini öğreniyorlar, kimileri de onun yazılarından esinlenerek ellerindeki haberin önemini daha iyi görüyorlar.
Muhasebe ilkelerini ve şirketlerin bilançolarını okumasını iyi bildiğini yazılarından çıkarmak o kadar zor değil. Zaten, bunları bilmeden ‘‘iyi iktisatçı’’ da olunamıyor. Bildiğini okurlarıyla cömertçe paylaşıyor. Bazı yazıları var ki, son sözünü alıp çalışma odanızın duvarına asmanız gerekiyor. Örneğin (aklımda kaldığı kadarıyla),
‘‘Mevduat sermaye değildir’’
‘‘Şirketlerinin batmasına izin vermeyen sistemin kendisi batmaya müstahaktır’’
‘‘Sen değişmezsen, ben değişmezsem, nasıl çıkar Derviş bu işin içinden’’
‘‘Bizim sorunumuzu, sen-ben değil, ancak biz çözeriz’’
gibi özdeyişleri benim için klasik olmuşlardır.
Ege Cansen'in her yazdığı ile aynı fikirde olduğumu da söyleyemem. Sayıları az da olsa, bazı konularda taban tabana zıt düşünüyoruz. Konunun ayrıntılarına yazıyı uzatmamak için girmiyorum. Fakat, fikir ayrılıklarımızın kökeninde onun mikro, benim de makro bakış açımızın yattığını düşünüyorum.
Dostlarından öğrendiğime göre, bir cilt doktoru olan babası mercekle hastasının cildine bakıp ‘‘dereler, dağlar, ovalar, nehirler görüyorum’’ dermiş. Olaylara bu kadar yakından bakmanın görünüşü ne kadar farklılaştırdığına yönelik olarak iyi bir örnek. Bazı konulardaki fikir ayrılıklarımızın nedeni de, galiba Ege Cansen'in gözünde derecesi benimkine göre daha yüksek olan bir merceğin olması.
O, ekonomi yazarları arasında çıtayı yükselten biri. Keşke, Türk basınında Ege Cansen gibi daha fazla ekonomi yazarı olsa...
Ege Cansen </B>
Ankara’da doğan Kemal Ege CANSEN, liseyi İzmit Lisesi’nde, Üniversiteyi ise ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi İşletmecilik Bölümü’nde tamamladı. 1961’de şeref mezunu olarak tamamladığı üniversite eğitiminin ardından Arçelik’te işe başladı. Arçelik’ten aldığı bursla gittiği Amerika’da, Wharton School’dan MBA derecesi aldı.
Türk sanayiine yaptığı katkılardan ötürü, 1991 yılında ODTÜ’den takdir ödülü alan CANSEN; İş hayatında Arçelik’te Genel Müdür Muavinliği, Koç Holding’te Sanayii İşleri Koordinatörlüğü, Soyer Hafriyat’ta Müdürlük, Anadolu Endüstri Holding’te Murahhas Azalık gibi görevlerde bulundu.
1987-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi master ve doktora öğrencilerine “İşletme Ekonomisi” dersleri veren Ege CANSEN, halen Yönetim Danışmanlığı yapıyor. 1983 yılında, Hürriyet Gazetesi’nde, “Oyunun Kuralı” başlıklı sütunda başladığı yazarlığa devam ediyor. Handan Hanımla evli olan Ege CANSEN, bir çocuk babasıdır.
MÜSİAD tarafından 2001 yılında düzenlenen Ekonomi Basını Ödülleri çerçevesinde Yılın Yazarı seçildi.
GÜNDEM YORUM GÜNDEM YORUM 16 MAYIS 2001
Eyvah! Para geliyor
Ege CANSEN
Hür 16 Mayıs 2001
ANLAŞILAN, uzun zamandır beklenen dış yardım artık gelecek. Gelecek paranın 15 milyar dolar dolayında olacağı ve belli bir zaman içinde, bölüm bölüm ülkeye gireceği söyleniyor. Şimdi, bu habere sevinelim mi, yoksa üzülelim mi? Yazının başlığına bakılırsa, paranın gelişine pek sevinmemek lazım. Halbuki, bu parayı dört gözle bekliyoruz. Gelsin de işler açılsın, halkımızın yüzü biraz gülsün istiyoruz. Nitekim ben de bundan önceki yazılarımda, böyle bir paranın sisteme şırınga edilmesinin, ekonomik canlanma için elzem olduğunu yazmıştım. Yine de aynı fikirdeyim.
Kasım ayından beri ülkeden epey para çıktı. Bu miktarın 10 milyar dolardan az olmadığı muhakkak. Ekonomi motoru adeta yağsız kaldı, dolayısıyla yatak sarması ve piston sıkışması yaşadık. Piyasalar kilitlendi. Bankalar zora girdi, reel sektör tözekledi, halk fakirleşti. Ekonominin çalışması için, sistemde belli miktarda para olması şart. Paranın yokluğu, sadece ‘‘mali’’ sektörde değil, ‘‘reel’’ kesimde de (yani tarım, sanayi, ticaret ve turizmde de) işlerin aksamasına sebep oluyor. Esasen, ekonomiyi ‘‘reel’’ ve ‘‘reel olmayan’’ diye iki ana kesime ayırmanın maksadı, sistemi bilimsel olarak incelemek içindir. Yoksa bu ayırım, bu iki ana kesim, ekonomi içinde birbirinden kopuk olarak çalışır anlamına gelmez. Hele hele, bu iki kesim arasında ‘‘çıkar ortaklığı’’ değil, ‘‘çıkar çatışması’’ vardır demek kesinlikle yanlıştır. Mali (reel olmayan) kesim olmadan, tarım, sanayi ve ticaret (yani reel kesim) işlemez. Hakeza, tarım, sanayi ve ticaret olmadan da mali kesimin (sadece devlete para satarak) katma değer yaratması mümkün değildir.
Gelecek olan para öncelikle iki işe yarayacaktır. Birincisi, devlet bütçesi takviye edilecek, böylelikle kamu bankalarının rehabilitasyonunun tüm yükü bütçeye (vergi veren halka) binmemiş olacaktır. İkincisi, özel bankacılık kesiminin ‘‘açık pozisyonlarının’’ finansman maliyetini düşürecek, en önemlisi dış borçlarının döndürülmesini kolaylaştırarak, mali kesimin hastaneden çıkmasını sağlayacaktır. Çünkü döviz girişi, dövizin fiyatını, artan enflasyona göre ucuzlatacaktır. İşte, benim ‘‘eyvah’’ dediğim yer burasıdır.
Bilindiği gibi, özel bankalarımızın yaşam sistemleri ‘‘düşük döviz fiyatı ile yüksek Hazine bonosu faizinden’’ ibaret basit bir güç kaynağına (sıcak para mekanizmasına) bağlıdır. Bu yüzden son 10 yıldır süsünden ve püsünden geçilmeyen özel bankalarımızın içi, aslında ‘‘fos’’tur. Nitekim, tek bir devalüasyonda, Deniz Gökçe'nin deyişiyle hepsi bir gecede ‘‘rahmetli’’ hale gelmiştir. Pek tabii, ekonominin tamamını (reel sektör dahil) kurtarmak için, bankacılık kesiminin sorunlarına çözüm geliştirmek şarttır. Benim korkum, bu çözümün yine ‘‘ucuz döviz-yüksek faiz’’ ilişkisinde aranmasıdır. Üretici firmaların koflaşmasına sebep olan bu döviz-faiz tezgáhı, ilk bakışta bankalarımızın derdine çare gibi durmaktadır. Ancak, yaşanan tecrübelerle anlaşılmıştır ki, bu tezgáh sonunda bankaların da mahvına sebep olmaktadır.
Bu aydan itibaren, IMF'den ve sair dış kaynaklardan gelen paralarla, çok kolay olarak bu tezgáh tekrar hayata geçirilebilir. Şimdi yaşanan sıkıntılar da kendiliğinden ortadan kalkar. Ama unutulmasın ki, kısa süre sonra daha beter bir kriz gelir. Dolayısıyla, ekonomimizi ‘‘sıcak para’’ tuzağına yine düşmekten kurtaracak tedbirlerin alınması, bu programın başarısı açısından olmasa da, Türkiye'nin başarısı açısından şarttır.
SON SÖZ: Ben sorunlarımla uğraşırım, Tanrı beni yanlış çözümlerden korusun.
YORUM YORUM YORUM
Kamu üniversiteleri batıyor, özel üniversiteler çıkıyor
Hürriyet 5 Haziren 2001
Ege CANSEN
ANLAŞILAN kamu üniversitelerinde görevli öğretim elemanları için bıçak kemiğe dayanmış ki, rektörler ortak eyleme geçme kararı aldılar. ODTÜ'de görevli bir profesör arkadaşım ayda 700 milyon lira ücret aldığını söyledi. Bu rakamı aşağı yukarı bilmeme rağmen, sanki ilk defa duyuyormuş gibi sarsıldım. Bu ücrete özel sektörde ancak düz memurlar çalışmakta. Bu ülkenin kişi başına milli geliri ne olursa olsun, üniversite profesörlerimizin bu kadar düşük ücret almasını izah etmeye imkán yoktur. Sadece eski Sovyetler Birliği'nin, bugünkü kaotik devletlerinde böyle komik ücretlere rastlanıyor. Orada da hiç olmazsa, kamuda çalışanlar arasında bir ücret ahengi var. Yani kamu görevlilerinin, askeriyle siviliyle, işçisiyle memuruyla ücretleri topyekûn düşük. Böylesi bir tutarsızlık mevcut değil.
* * *
Bir yandan kamu üniversiteleri ücret ödeyememe yüzünden sapır sapır dökülürken, diğer yandan pıtrak gibi süslü püslü özel üniversiteler açılıyor. Adına vakıf üniversitesi denilen bu kuruluşlar, öğretim üyesi ihtiyaçlarını, kamu üniversitelerinin ücret statüsü böyle olduğu için kolaylıkla karşılayabiliyorlar. Bu kaynak kuruyunca ne olacak merak ediyorum. Son olarak İstanbul Ticaret Odası'nın da bir üniversite kurmaya karar verdiğini duydum. Ben, hangi özel üniversitenin niçin kurulduğuna, parayı nereden bulup ne kazandığına henüz akıl erdirememişken, şimdi de ‘‘yarı kamu’’ kimliği olan ve üyelerinden kanun zoruyla para toplayan (bir nevi vergi alan) bir meslek odasının, üniversite kurması karşısında apışıp kaldım. İktisadi hiçbir mantığı olmayan bu yeni teşebbüsün, acaba hukuki bakımından gerçekleşmesi mümkün mü? Yoksa yine ‘‘vakıf’’ tabelası altında yeni bir hülle mi tertipleniyor? Büyüklerimiz ne demiş: ‘‘Hilede (hüllede) çare tükenmez, yalanda sınır yoktur.’’
* * *
Hazine'den beslenme alışkanlığı ile geçinip giden insanlar ve örgütleri, Derviş'in dayattığı değişime karşı tavır koyup ‘‘Hazine'nin yağlı böreğinden’’ daha büyük dilim koparmaya çalıştığı şu sıralarda, üniversitelerin de benzer bir söylemde ‘‘devlet baba, bana para ver’’ korosuna katılması, haklılıklarına gölge düşürecek kadar kötü vakte rastladı. Kritik soru şu: Türkiye, eğitime ve özellikle yüksek öğrenime, milli gelirden yeterince pay ayırıyor mu, ayırmıyor mu? Cevabım, ayırıyor. Kurulan özel vakıf üniversitelerin bütçelerine bakın, kamu üniversitelerinin sözde vakıflarına giren-çıkan paraya bakın, özel hocalara, liselere, ilköğrenim okullarına ve üniversite hazırlık kurslarına ödenen paralara bakın. Kıbrıs hariç yurtdışında okuyan otuz bin öğrenciye harcanan dövize bakın. Fethullah Hoca cemaatinin dünyanın dört bir yanında açtığı okullara bu ülkeden akan paralara bakın. Hatta daha önce kurulmuş, ama şimdi kapanmış veya kapanmamış İmam Hatip Okulları'nın ve pansiyonlu Kuran kurslarının inşa ve idame maliyetini tasavvur edin. Göreceksiniz ki, Türkiye milli gelirinden ‘‘eğitime’’ çok ama çok para ayırıyor.
Demek ki, ayda 700 milyona profesör çalıştıran veya çalıştıramayan üniversitelerin sorunu, Türkiye'de eğitime, milli gelirden yeterince kaynak ayrılmaması değil, bütçeden ayrılan paranın yetersiz kalması. İşte üniversitelerin, ‘‘bütçeden bize daha fazla pay ayırın’’ demeden önce bilincine varmaları gereken gerçek bu. Peki, çözüm nerede? Çözüm, halkın cebinden çıkan paranın üniversitelere akmasında. Kısaca üniversitelerin paralı hale gelmesinde. Eğer devlet, ‘‘okumaya layık ama imkánı kısıtlı’’ gençlere de yüksek öğrenim görme fırsatı vermek istiyorsa (ki vermelidir) onlara doğrudan burs verir. Üniversitelere para değil. Öğrenci de kendi yüksek öğreniminin devlete kaça mal olduğunu anlar. Üniversiteler de öğrenciden aldıkları paralarla hocalarına doğru dürüst maaş verir, hocalar da bilim adamı olur.
SON SÖZ: Bedavaya suyun kaynağı, çabuk kurur.
HAKKINDA YAZILANLAR
HAKKINDA YAZILANLAR
Doktor babası, hasta cildinde ovalar görmüştü
ERCAN KUMCU
Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi
Sayfa komşum olmasının dışında, okurlarından biriyim. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben O'nu hep tersten okurum.
Gazetelerin ekonomi ile ilgilenmeye başladıkları bir dönemde ‘‘uzman yorumcu’’ olarak ilk o Hürriyet gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıldır okuyucularına ekonomik doğruları anlatmaya çalışıyor. Günlük olayları değil, her olaya uyarlanabilecek temel ekonomik ilkeleri okuyucularına anlatıyor. Anlattığı ilkenin unutulmaması için de yazısının sonuna ‘‘son söz’’ ekliyor.
Ege Cansen'den söz ediyorum. Kendisi, gazetedeki sayfa komşum. Komşu olmanın dışında, en iyi okurlarından biri olduğumu sanıyorum. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben Ege Cansen'i hep tersten okurum. Onun yazdığı sayfayı açar açmaz yazısının önce son sözüne bakarım. Daha sonra başa dönüp okumaya başlarım.
Okuduğum her yazısı bana farklı bir bakış açısı sunar. İktisatçı olmam nedeniyle konuları bilsem de, birçok konuda aynı fikirde olsak da, onun konuyu işleyiş biçimi bana yeni bakış açıları kazandırır. Abartmıyorum. Ege Cansen yapısında yazarlar en fazla meslektaşlarına yararlı olurlar.
Gazetelerin ekonomi sayfalarını hazırlayanların da Ege Cansen'den çok yararlandıklarını biliyorum. Kimileri onunla konuşarak bir haberi nasıl işleyebileceklerini öğreniyorlar, kimileri de onun yazılarından esinlenerek ellerindeki haberin önemini daha iyi görüyorlar.
Muhasebe ilkelerini ve şirketlerin bilançolarını okumasını iyi bildiğini yazılarından çıkarmak o kadar zor değil. Zaten, bunları bilmeden ‘‘iyi iktisatçı’’ da olunamıyor. Bildiğini okurlarıyla cömertçe paylaşıyor. Bazı yazıları var ki, son sözünü alıp çalışma odanızın duvarına asmanız gerekiyor. Örneğin (aklımda kaldığı kadarıyla),
‘‘Mevduat sermaye değildir’’
‘‘Şirketlerinin batmasına izin vermeyen sistemin kendisi batmaya müstahaktır’’
‘‘Sen değişmezsen, ben değişmezsem, nasıl çıkar Derviş bu işin içinden’’
‘‘Bizim sorunumuzu, sen-ben değil, ancak biz çözeriz’’
gibi özdeyişleri benim için klasik olmuşlardır.
Ege Cansen'in her yazdığı ile aynı fikirde olduğumu da söyleyemem. Sayıları az da olsa, bazı konularda taban tabana zıt düşünüyoruz. Konunun ayrıntılarına yazıyı uzatmamak için girmiyorum. Fakat, fikir ayrılıklarımızın kökeninde onun mikro, benim de makro bakış açımızın yattığını düşünüyorum.
Dostlarından öğrendiğime göre, bir cilt doktoru olan babası mercekle hastasının cildine bakıp ‘‘dereler, dağlar, ovalar, nehirler görüyorum’’ dermiş. Olaylara bu kadar yakından bakmanın görünüşü ne kadar farklılaştırdığına yönelik olarak iyi bir örnek. Bazı konulardaki fikir ayrılıklarımızın nedeni de, galiba Ege Cansen'in gözünde derecesi benimkine göre daha yüksek olan bir merceğin olması.
O, ekonomi yazarları arasında çıtayı yükselten biri. Keşke, Türk basınında Ege Cansen gibi daha fazla ekonomi yazarı olsa...