Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club
DOĞRU YAZALIM, DOĞRU OKUYALIM
dekan, ikametgâh, fonetik, çocuk ayakkabısı, İngilizce, baz almak, çoğun.
“Fakültenin yönetiminden sorumlu amir” anlamında Almancadan dilimize geçen dekan zaman zaman yanlış telâffuz edilen kelimelerden biridir. Geçen yazımızda söz konusu ettiğimiz ekonomi, mekanik kelimelerinde olduğu gibi bu kelimeyi de dekân biçiminde, kan hecesini dükkân kelimesinin kân hecesine benzer incelikte söyleyen ve okuyanlara rastlamaktayız. İlk hecedeki ince ünlünün etkisinde kalınarak ikinci hecenin ünlüsü gereksiz yere inceltiliyor.
Aslı olmamakla birlikte, “Türk Dil Kurumu düzeltme işaretini kaldırdı.” denmeye başlandığı son 20-25 yıllık süreç içinde Türkçe konuşan ve yazanlar bu tür bozuk söyleyişleri duyar oldular. Söyleyişte giderek örnekleri artan bu durumun düzeltme işaretiyle birinci derecede ilgili olduğunu, düzeltme işaretinin imlâdaki yeri üzerinde durulmamasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kısaca dekân bey değil, dekan bey söylenir ve okunur.
İkametgâh
Yeri gelmişken ikametgâh kelimesinin ikinci hecesindeki ka’nın ince okunuşu üzerinde de duralım. Arapça ikamet sözüyle Farsça -gâh ekinden oluşan bu kelimede ilk hecedeki ince ünlünün etkisinde kalınmakta ve ka hecesi yanlış olarak ince okunmaktadır. Aslında bu yanlış kullanıma gidiş, biraz da Türkçede ince k ile kalın k seslerinin aynı harfle gösterilmesinden kaynaklanıyor. Yeni alfabemizi 1928’de düzenleyenler, böyle bir sorunla ileride karşılaşılacağına belki de ihtimal vermemişlerdi. Onlar düzeltme işaretinin etkin bir biçimde kullanılmasıyla bu sorunun giderilebileceğini sanıyorlardı.
Dikkat edilirse düzeltme işaretinden çok, kelimelerin içerdiği ünlüler birbirini etkiliyor. Bu etki genel olarak ileri doğru olduğu gibi geriye doğru da olabiliyor. Ancak bu etki, kelimenin imlâsı ve ölçünlü (standart) dildeki söyleyişi dikkate alındığında kabul edilemez.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Söyleyişi imlâ mı etkiliyor? Verilecek cevap şüphesiz evettir. Bazen’i bazan diye yazdığımız yıllarda bu sözü bazan diye okuduk ve kullandık. Demek ki bir kelimenin imlâsı aslına uygun bir biçimde düzenlenmemişse, eksik veya yanlış yazılmışsa, gereği gibi işaretlenmemişse telâffuzu da yanlış oluyor. 1960’lı yıllarda ile edatının kelimeye eklenmesi sırasında le hecesi ince ünlüsü ile korunuyordu. Bu sebeple dolayısıyle diye yazılıyordu. Bu söyleyiş, bugün hâlâ duyulabilmektedir. Ancak şimdiki imlâ anlayışı bunu dolayısıyla biçiminde kabul etmiştir. Bu durumda şimdi dolayısıyla söyleyişi yaygınlaşacağa benziyor. Öte yandan Ümit’in örneğinde olduğu gibi son sesteki ses değişikliğini öğretmemişsek, bu kelime yazıldığı gibi Ümitin diye okunur, “ümidin” okunuşuna özen gösterilmez. Görüldüğü gibi yazılı biçim büyük ölçüde okunuşu, söyleyişi olumsuz olarak etkiliyor. Üstelik bizde “Türkçe yazıldığı gibi okunur.” diye kabul görmüş yanlış bir kanaat var.
Soruyu bir de şöyle soralım: Söyleyiş imlâyı etkiler mi? İşte yıllardır içinden çıkamadığımız ve bugün yaşadığımız meselelerin temelinde bu soruya doyurucu ve net bir cevap veremememiz yatmaktadır. Hâlbuki yeni Türk harfleri kelimelerin ses değerlerini yeterince karşıladığı için kelimelerin imlâsıyla oynamamayı gerektiriyor. Şu veya bu ses söylenmiyor; dolayısıyla söylenmeyen sesin karşıladığı harfi atalım deyip keyfî bir tutum içine girmek doğru değildir. Vaktiyle Tahsin Banguoğlu Hocamız kâğıt kelimesinde yumuşak g sesinin yazılmamasını savunuyordu. (bk. Dil Bahisleri) Pek ilgi görmedi. Söylenişi raslamak’tır, öyleyse rastlamak değil, raslamak yazmalıyız dendi ve imlâ kılavuzları, sözlükler bu kelimenin yıllarca raslamak diye yazılmasını önerdi. Dershane demiyor, dersane diyoruz. Öyleyse dersane yazalım diye diye imlâ ile çok oynanmıştır. Bugün dersane yanında tabelâsına dershane yazdıran da var. İmlâda görülen bugünkü istikrarsızlık, 1928’de Arap harflerinden Lâtin harflerine geçerken o günün bilim ve sanat adamlarının getirdiği esasları, koydukları kuralları bozmamızdan ve imlâya çok müdahale etmemizden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan tutulacak yol öncelikle kelimelerin imlâsında istikrarı sağlamaktır. Oturmuş imlâyı ilkokuldan üniversiteye kadar devletin bütün eğitim kurumları benimsemelidir. Söz konusu herhangi bir kelimenin söylenişi bize göre şöyledir diye imlâsını değiştirme ve bu konuda dayatma yolu kapanmalıdır.
fonetik
“Türkçe fonetik bir dildir.” Sık sık duyulan bir cümle. Önce fonetik ne demek, bunu görelim. Fransızca kökenli bu söz aslında bir sıfattır. “Sesle ilgili” demektir. Bir de “Sesleri bütün özellikleriyle ve ayrıntılarıyla gösteren” diye tanımlanmıştır. (bk. Türkçe Sözlük) Bununla bir dilin seslerinin gırtlaktan dudaklara kadar uzanan ses yolundaki oluşumu sırasında kazandığı bütün özellikler kastedilir. Bu arada fonetik yerine sescil teriminin de kullanıldığını hatırlatalım.
Bu kısa açıklamalardan sonra “Türkçe fonetik bir dildir” sözüne gelelim. Fonetik sözü burada yerinde kullanılmamıştır. “Türkçe sescil bir dildir.” de denemez. Fonetiği “sesle ilgili” anlamıyla alır ve Türkçe, sesle ilgili bir dildir dersek anlamsız bir cümle yapmış oluruz. “Türkçe, seslerin bütün özelliklerini ve ayrıntılarını gösteren bir dildir.” diye ikinci anlamıyla fonetik sözünü değerlendirirsek bu cümlemizle de gerçeği ifade etmemiş oluruz. Az da olsa söyleyip de yazmadığımız veya yazıp da farklı okuduğumuz ünlü ve ünsüzler var.
“Türkçe fonetik bir dildir.” cümlesini Cumhuriyet gazetesinin ekinde Ülkü Giray kullanmış. (28.2.1999) Modaya uyarak Ülkü Hanım da “Son yıllarda Türkçe’nin hızla bozulmasına yol açan etkenlerden biri de Türk Dil Kurumunun fildişi kulesinden inip güncel sorunlara eğilmemesi.” demiş. Ü. Giray, Yanlışları ve Doğrularıyla Güzel Konuşma ve Dilimizde Yerleşmiş Arapça ve Farsça Sözcükleri Okuma Kılavuzu biçiminde uzunca bir adı olan kitabını, Türk Dil Kurumunun görevini yapmadığı için yazdığını, yazmak zorunda kaldığını bu gazete ekinde ifade ediyor. (Kitap hakkındaki yazımın künyesi dipnotta verilmiştir.)
Ü. Giray’ın gazete ekinde çıkan birkaç cümlesini alarak bu dili imlâsıyla, söyleyişiyle kimlerin yozlaştırdığının bir örneğini verelim. Ü. Giray, “Türkçe fonetik bir dil. Yani hemen hemen konuşulduğu gibi yazılıyor. İncelik burada, yazıldığı gibi konuşulmuyor.” diyor.
Öğrenmenin yaşı yok, daha neler öğreneceğiz! Türkçe yazıldığı gibi konuşulmuyor. Konuşulduğu gibi yazılıyor! Söze Ü. Giray şöyle devam ediyor:
“Meselâ a ve e sesleri konuşurken daralır ı ve i olur. .... yapacak yazar yapıcak deriz; ama uygulanmıyor bu kurallar.”
Demek ki birileri dile kural koyuyor ve uygulanmasını istiyor.
a, e ünlülerinin daralması Türkçede görülen bir ses olayıdır. Ancak bu ses olayı, sınırlı şartlar ve sebepler içinde gerçekleşir; “a,e sesleri konuşurken daralır.” diye genel bir hüküm verilemez. TRT’ciler yıllardır bu dili istedikleri gibi yoğurmaya, biçimlemeye çalıştılar. Ellerinden gelse yapiceği, aliceği, ediceği, vericeği diyecekler. Çünkü örnek alınan kişiler İstanbullu imişler ve böyle konuşuyorlarmış. Yıllardır Devlet Eski Bakanı yanlış bir tamlamadır dendi. TRT Danışma Kurulunun yaptığı seminerde de uzmanlar bu sorunu dile getirdiler, ama bir türlü yanlışlardan dönülemiyor.
çocuk ayakkabısı
Çocuk ayakkabı, erkek ayakkabı, bayan ayakkabı, bayan ceket söyleyişleri artık mağazalarda bir çağdaşlık belirtisi olarak görülmeye başlandı. Çocuk ayakkabısı, erkek ayakkabısı, bayan ayakkabısı, bayan ceketi dense sorun yok. Bunlar birer belirtisiz isim tamlaması olarak dilimizin kurallı örnekleridir. Nedense -sı, -ı iyelik eki kullanılmıyor. Yoksa ayak-kab-ı birleşik kelimesinde kalıplaşmış ve görevini kaybetmiş -ı iyelik eki yeterli mi görülüyor? Yeniden bir iyelik eki getirmek doğru bulunmuyor mu? Ne yapmalı? Mağazalardaki bu tabelâlara tebeşirle bir iyelik eki mi ekleyelim?
“Dil toplumun ortak malıdır. Siz müdahale edemezsiniz.” diyen çatlak sesler gazetelerde, dergilerde yer alıyor. Peki bu yozlaşmanın önüne kim geçecek? Halkın bu konularda bilinçlenmesini ne zamana kadar bekleyeceğiz? Birlik Radyo, Şov Radyo örneklerinde olduğu gibi tamlamalar yanlış kuruluyor ve bu yanlış adlandırmaların önüne kimse geçemiyor. Ankara Radyosu gibi Birlik Radyosu, Şov Radyosu dense diyeceğimiz yok.
İngilizce
Yabancılara Türkçe öğreten resmî bir kuruluşun eleman almak üzere verdiği ilânda “İngilizce ve Almanca dillerinde...” deniyor. Yaygın olarak bu söyleyişi başka yerlerde de görüyor ve duyuyoruz. Bunlara Türkçe dili’ni de eklersek acayiplik daha açık ortaya çıkar. -ce eki bu tür örneklerde dil kavramını karşılıyor. Eskiden Arabî, Farisî, İngilizî, Türkî biçimindeki söyleyişler zamanla Arapça, Farsça, İngilizce, Türkçe diye kullanıldı ve bir dilin adı bu biçimde ifade edildi. Lisan kavramını karşılayan -ce ekinden sonra tekrar dil kelimesini kullanmaya gerek yoktur. İngilizce ve Almanca bilen ... denir veya İngiliz, Alman dillerini bilen diye ilân verilir.
baz almak
“Asitle birleşince tuz oluşmasına sebep olan madde” diye kimya kitaplarından tanıdığımız baz kelimesi, bu kez baz almak biçiminde karşımıza çıkıyor. Fransızca kökenli olan baz (base), İngilizceden yapılan çevirilerle güncelleşti. Baz almak kavramı esas almak, temel almak biçiminde dilde hâlâ da yaygın olarak kullanılıyor. Anlaşılan esas almak, söyleyene çağdaş bir görünüm vermiyor! Gazeteler, radyo ve televizyonlar bu tür yozlaşmaya maalesef aracı oluyor. Bu kullanımın son örneğini Star gazetesinde gördüm. Cümle şöyle: “Ecevit’in bizzat kaleme aldığı, gazeteniz star’da yayınlanan metni baz aldılar.” (4.6.1999)
Bu cümlede gazete adı star büyük harfle başlamalıydı. Ayrıca yayınlanan da yayımlanan olmalıydı.
Bir günlük gazetedeki imlâ ve anlatım hataları bir araya getirilse bu konuda her hâlde her gün bir makale yazılabilir. Ya o radyoda kendilerini DJ, VJ olarak takdim edenlerin anlatımları ... Her değeri, el birliği ile yozlaştırmaya ne kadar da hazırız.
çoğun
“Ekseriya” karşılığı olarak vaktiyle önerilen, ancak yeterince ilgi görmeyen çoğun sözünü Sayın Nermi Uygur kullanıyor. Dileriz ki çoğun bir gün tutunur. Çok kelimesine zarf yapan -un araç durumu eki getirilerek kurulmuş olan bu kelime N. Uygur’un cümlesinde şöyle geçiyor: “Öyle değil mi? Hangi varlık alanına ilişkin olursa olsun, gerçi bilgi sağlamak çoğun konuşmaya düşen bir başarıdır. Çoğun konuşurken konuşmamızla konuştuğumuz için bilgi koyarız ortaya. (Nermi Uygur, Dilin Gücü, Yapı Kredi Yayınları 1999, 46.s.) Çoğun konuşma, çoğun konuşurken, konuşmamızla, konuştuğumuz gibi tekrarlar gerçekten anlatımı bozuyor.
N. Uygur, modaya uyup cümlelerine batı dillerinden kelime aktarmaları yapmıyor, her kavramın Türkçesini arıyor. Kendisini bu açıdan kutluyorum. Ancak aşağıda vereceğim kelimeleri neden birleşik yazdığına bir anlam veremedim. Kitabın çeşitli sayfalarından vereceğim örnekler şunlar: şimdiyedek (17.s.), öteyandan (17.s.), biryana (17.s.), biryandan (17.s.), varolma (17.s.), biriki karşılaşma (17.s.), köksaldığım (18.s.), sözgeçirdiğini (18.s.), herzaman (18.s.), elaraçları (18.s.), birtek (18.s.), alacakaranlık (18.s.), ortaşekerli (49.s.), saçakaltında (49.s.), sözaldıktan sonra (33.s.), tekinsan (50.s.), yoketmek (50.s.), varıncayadek (50.s.), güngüne (54.s.), belbağladığımız (63.s.), dörtbiryana (63.s.) vb. Bu gidişle Türk dilinin imlâsı nasıl düzen tutturacak?
Yazarın imlâdaki bu tutumu, bizi Almancanın etkisinde kalındığı düşüncesine götürüyor. Aydınlarımız arasında genel olarak böyle bir tutum var. Avrupalı airport diye iki kelimeyi bitişik yazıyorsa biz de bunda bir hikmet var deyip havameydanı’nı gereksiz yere bitişik yazmaya kalkışıyoruz. Bu durumda hiç kimse de, bizim imlâmızı İngiliz imlâsı mı yönlendirecek diye karşı çıkmıyor. Öte yandan acaba Almanca, Fransızca, İngilizce bir metni yazarken bu dillerin kelimelerini kişisel bir tutum içine girip bitişik yazmak söz konusu olabilir mi? Elbet olamaz. Peki bizdeki bu keyfîlik nasıl önlenecek? Artık aydınlarımız kişisel imlâdan vazgeçmelidir.
alıntı