Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Bir millet, dili özgürse özgürdür ve kendi dilinde yeni kelimeler üretebilirse de özgürlüğü devam eder. Bu da üretmeye bağlı bir şey. Biz Türkler uzun süredir bir şey üretmiyoruz, ürettiklerimizi de yabancı isimler koyarak satıyoruz ya da yabancıların mallarını onların adıyla üretiyoruz. Artık günlük yaşamımız öylesine yabancı markalı ki, dönüş mümkün görünmüyor. Ne Türk Dil Kurumu, ne Meclisimiz, ne de hükümetimiz Türkçeyi moda yapamadılar. Böyle giderse fason Türkçeyle hayatımızı sürdürmek zorundayız. Nasıl mı? İşte örneği, ileride bunu da bulamayabiliriz. Günlük yaşamımdan bir kesinti, olayı anlatmaya yeter de artar bile...

Bu sabah erken uyandım. Rob de Chamber’ımı giydim. Banyoda Dove sıvı sabunla ellerimi yıkadım, ardından da yüzümü... Palmolive tıraş köpüğünü yüzüme sürdüm.. Gilette Mach3 tıraş bıçağıyla güzel bir sinekkaydı tıraş oldum.. Oral-B diş fırçasına Signal macunu sürdüm ve dişlerimi fırçaladım. Hanım kahvaltıyı mutfakta hazır etmişti.. Neyse ki buradaki gıdaların tamamı yerliydi.. Siemens buzdolabımızı açtım, Nestle süt şişesinden bardağıma süt doldurdum. Penguen’in reçellerine bayıldığımdan, çilek reçeli kavanozunu çıkardım.. İtalyanlardan öğrendiğim ve midemin düzelmesine yol açan kekikli zeytinyağına ekmeğimi bandırarak kahvaltıya başladım... Zeytinyağı Lio’nun yeni ürünüydü ..

Yiyecekler dışında neredeyse hiç Türkçe markaya veya isme rastlayamıyordum.. Yüzümü Maisonette havluya silmiştim, yatak odamızın çarşafları da Unique markaydı.. Hanıma söylenmeye başladım.. Neden bizim evde her şeyin markası yabancı diye?..
"Yerli marka mı var?"dedi..


"Peki ya Vestel, Beko vb. ne oluyor?" diyecektim, ama o isimlerin de yerli olduğuna nasıl inandıracaktım?..

Söylene söylene giyindim.. Övünmek gibi olmasın (?) ama her şeyim markaydı yani (?)... Takım elbisem Altimod, kravatım Vakko, gömleğim Abbate, ayakkabılarım Adela.. Hepsi Türkiye’de üretilen ürünler ve Türk malı, ama kaliteli ve dışarıda yok satıyor.. Sadece isimleri yabancı yani...

Neyse takmıştım bir kere yabancı markalara ve isimlere.. Eşime "bye bye" deyip evden çıktım. Arabamı çalıştırdım.. Sizlerin çoğu (marşa bastım)diyor tabii ki. Toyota’lara bayılıyorum... Çok güvenli ve sessiz arabalar.. Nasıl hareket ettiğimi bile anlamadım... Blaupunkt teybi var (ekolayzerli).. Bir de CD bölümü var.. Müzik kalitesine bayılıyorum... (Blues) dinlemek için radyoları taramaya başladım..

Joy FM, Best FM, Powerturk, Radyo Mega, Number One FM derken güzel bir (Blues) radyosu buldum.. Kendimi San Fransisco sokaklarında seyreder gibi hissettim.. Bizim Bostancı sahili zaten farklı değil ki... Bağdat caddesine girdim... Türkiye’de miyim, ABD’de mi belli değil... Starbuck kafeler, Marks and Spencer’ler, (Auto Showroomları), Abbate, Duffy vb.. Her yer yabancı tabela.. Araya bir Zeynel veya Hasan Usta tatlıcısı sıkışmış.. Aslında onlar da iyi müşteri toplamış. Kahvaltı da veriyorlar..

Bağdat caddesinin sonu Fenerbahçe Stadı´ndan E-5’e çıktım... Boğaz Köprüsü´nden Avrupa yakasına geçeceğim.. Sabah trafiği tam bir kesmekeş... Sağımda solumda Reanult’lar, Fiat’lar, Mercedes’lar, Huyndai’ler.. Hindistan’ın Tata’sı bile var.. Nereden bulurlar bu kadar değişik arabayı... Peki Renault’lar, Fiat’lar, Hyundai´ler, Toyota’lar Türkiye’de üretilmiyor mu? Genellikle taksilerde rastladığımız Murat, Şahin veya Kartal’ların dışında arabaların üzerinde Türkçe isim yok.

Neyse köprüye vardık... Muhteşem bir manzarası var Boğaz Körüsü´nün.. Tıpkı San Fransisco’nun Golden Gate köprüsü gibi... Bu bir kompleks olmalı.. Neden ille de Batı´daki bir yere benzetme gereği duyuyorum ki... Aslında bizim Boğaz, dünyanın en güzel boğazı ve asma köprülerimiz en güzel manzaraya sahip köprüler.. Bu çeşit aşağılık duygularını aşmamız gerek diye düşündüm..

Radyoda müzikten sıkıldım.. Kanal değiştirmeye yöneldim... TRT FM’de fason üretim konusunda bir programa takıldım...

Türkiye’nin özellikle tekstil, otomotiv ve beyaz eşyada fason üretim sayesinde ihracatının ikiye katlandığını anlatıyorlardı.. Ve koca koca iktisat profesörleri bunun doğruluğunu savunuyorlardı. Ülkemizin ara mal üretebileceğini, temel üretimde rekabet gücü olmadığını iddia ediyorlardı. Belki de haklılardı, ama ben onlara hak vermek istemiyordum..

Sonunda biri baklayı ağzından çıkardı...

"Şimdi bu gömleklere ´Çeyiz Gömlek´, ya da ´Yakışıklı Kostüm´ deseniz ve Avrupa’ya satmak isteseniz kim alır? Bırakın Avrupa’yı, Türkiye’de rekabet edebilirler mi? 50 YTL’ye satacağınız gömleği ancak 10 YTL’ye satarsanız, müşteri bulursunuz.. Yani kâr yapamazsınız.. Bugün dünyada her şey paraya tahvil ediliyor.."

Eh be hoca dedim içimden... Peki bir dili ve o dili kullanan bir milleti nasıl paraya tahvil edeceksiniz... Her şeyimiz fason diye dilimiz de milletimiz de mi fason olsun yani...

Ama elbette onların her sözünün ardında bir iddia ve bir hedef var.. Peki buna alet olan bizlerin... Türkçemizi fason dil yapmak için bizi kullanmıyorlar mı?


Neden hepimiz Türkçeyi doğru ve yalın kullanmayı başlatmıyoruz?.. Neden Türkçeyi moda yapmıyoruz?.. Halk ve devlet bu konuda neden aynı hedef peşinde değil?.. Ya da neden devlet buna sahip çıkmıyor? Bu memleketin Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, üniversiteleri, enstitüleri neden bu konuda kafa yormaz ya da girişim başlatmaz?..

Sorular bitmez tabii.. Ben Asya yakasından Avrupa yakasına geçerken bunları düşünüyordum.. Ya siz?..

Muzaffer Baca
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

TÜRK DİLİ

Türk dili, Ural-Altay dil grubuna dahil olup, Moğol, Tunguz, Kore ve Japon dillerinin de yer aldığı Altay dilleri ailesi veya Altay dilleri topluluğuna mensuptur. Yapı bakımından Altay dilleri ailesine giren bütün dillerde olduğu gibi, Türkçe de eklemeli (mülâsık = yapışkan) dillerdendir.
İlk devreleri karanlık olmakla birlikte elde bulunan vesikalar ve Çin kaynaklarının verdiği bilgiler, Türk dilinin geçmişinin, tarih öncesine gittiğini göstermektedir. Ancak, Türkçe derli toplu metinler, Yenisey-Orhun mezar taşları ile ele geçmiştir. Bilhassa Orhun Âbideleri'nde işlenmiş bir Türkçe ile karşılaşılması, Türklüğün kendine has alfabe sistemi, dil ve tarih şuurunun bulunmasına bakılırsa, Türk dilinin tarih itibariyle daha eski zamanlara götürülebileceği fikrini vermektedir. Zaten bu sahanın âlimleri, Orhun Âbidelerindeki işlenmiş ve gelişmiş Türkçe'ye bakarak, dilin tarihî devrelerini, milattan önceki devirlere çıkarmaktadırlar. Şimdiye kadar Rusya ve Çin sınırları içinde bulunması, yapılacak kazıları imkânsız kıldığından, Türk dilinin eskiliği meselesi şimdilik bu kadar aydınlatılmıştır. Esik, Kurgan vs. gibi kazılar da zaten Ruslar tarafından yapılmaktadır. Aydınlatıcı bilgiler, bu itibarla sınırlı olmaktadır. Ancak, bundan sonraki çalışmalar, Türk dili için ümit verebilir.
Geçmişiyle birlikte Türkçe; Altay, En Eski Türkçe, İlk Türkçe, Eski Türkçe, Orta Türkçe, Yeni Türkçe ve Modern Türkçe devri olmak üzere yedi ana devrede ele alınmaktadır.

Altay devri; Türk-Moğol dil birliğini meydana getirmekte olup, Türkçe'nin Moğolca ile ayrılmaya başladığı veya bir olduğu devirdir. Kısaca bu devir, Türk ve Moğol dillerinin ana kaynağını teşkil etmektedir.
Proto-Türkçe de denilen En Eski Türkçe devriyle İlk Türkçe devirleri hakkındaysa kesin bilgi bulunmamakta ve Türk dilinin bu devreleri karanlık kalmaktadır. Ancak Türkçe'nin milattan önceki ve milattan sonraki 1000 yıla yakın bir zamanı, bu devrenin içindedir. Bu devrin temsilcisi Hunlar olup, haklarındaki bilgiler, derme çatma ve dağınık da olsa, Çin kaynaklarından elde edilmektedir.

Eski Türkçe devri; Göktürkler'in tarih sahnesine çıkmasıyla başlamıştır (536). Kağanlığı, Türk dilli milletlerin teşkil ettiği Doğu Göktürk Devleti, 630 yılında; Batı Göktürk Devleti ise 659 yılında, Çin idaresine geçmiştir. Bu esaretten ve durgunluktan sonra, İkinci Göktürkler, Kutlug Kağan ve Vezir Tonyukuk’un önderliğinde bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. 682 yılından sonra olan bu ikinci silkiniş ve kuruluş devrinde, Eski Türkçe eserler yazılmıştır. Geçmişin musibetlerinden ve tecrübesizliklerinden, gelecek nesillerin ders almasını ve Türk milletinin yok olmamasını, düşmanın tatlı sözüne ve yumuşak hediyelerine aldanılmamasını isteyen vezir ve kağanlar kendi ağızlarından, Orhun Âbideleri diye adlandırılan tarihî eserleri miras bırakmışlardır.
Kendilerine has bir alfabeyle yazılan Orhun metinleri, taşlar üzerine kazılmıştır. Âbideler, Vezir Tonyukuk, Bilge Kağan ve Kültigin adına dikilmiş olup, kullanılan dil, bir hayli işlek ve açıktır. Bilhassa Bilge Kağan Âbidesinde Türkçe, sanat kabiliyetini de sergilemiş ve alabildiğine gür bir hitabet dili kullanılmıştır.
Eski Türkçe devrinin belgeleri yalnız Göktürklerden kalan tarihî miras değildir. Bu devre, Uygur Türkleri'nin de katkısı vardır. Yalnız Uygur metinleri daha çok dinî olup, Türk dilinin Uygurlara ait kısmı, Budizm, Mani, Nesturî vs. gibi dinlere aittir. Uygurlar, önceleri Göktürk yazısını kullanmakla birlikte daha sonra bu millî alfabeyi terk etmişler ve Soğdlar tarafından kullanılan Uygur alfabesini almışlardır. Bu alfabe, Türkçe'nin seslerini karşılamak yönünden Göktürk alfabesine nispetle fakirdir. Ancak her iki alfabenin müşterek tarafı, İslâmî Türk yazısında olduğu gibi, sağdan sola okunup yazılmasıdır. Bir de Uygur alfabesinde harfler birleşebilmektedir. Uygur harfleri ayrıca Moğollar tarafından da kullanılmıştır. Ancak Uygurların Manihey yazısını da kullandıklarını belirtmek gerekir. Göktürk yazısını ise, tarihte yalnız Göktürkler kullanmışlardır.
Eski Türkçe'yi gerek Göktürk, gerekse Uygur Türklerinin bıraktığı eserlerden takip etmekteyiz. (Bkz. Türk Edebiyatı)

Orta Türkçe devrinde Türklük dünyası, yeni bir medeniyete açılmış ve Türkçe, İslâm dünyası içinde yer almıştır. Türklük, bu devre kadar çeşitli dinlere girmiş çıkmış olmakla beraber, hâlâ bir arayışın içindedir. O, tabiatına en uygun dinin nihayet İslâmiyet olduğunu anlamış; onuncu asrın başlarında Karahanlılar'ın kurduğu devlet sayesinde yeniden toparlanmış, Satuk Buğra Han'ın (ölm. 992) da 950 yılında bu dini kabulüyle, İslâmî inanç içindeki yerini resmen almış ve tarih boyunca üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yapmıştır.
Bu bakımdan, Orta Türkçe devresine giren eserler, pek azı müstesna, ana kaynak olarak verilen Türk âdet ve örfleri yanında İslâmîdirler. Türk dili de bu medeniyete geçişle, artık yeni kelimelere açılmıştır. Bu devrin dil yadigârlarının ilki Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lügâti’t-Türk’tür. Yûsuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’i ile Türkçe'nin bu devirdeki kabiliyetini ortaya koyarken, Kaşgarlı Mahmud da Dîvânü Lügâti’t-Türk adlı eseriyle baştan başa Türkçe'yi, şive ve ağızlarına kadar incelemeye çalışmış ve bu sahada ilk defa eser yazma şerefini kazanmıştır.
Kaşgarlı’nın, Dîvânü Lügati’t-Türk’ü bir tarafa, bu devre içine Kutadgu Bilig de dahil Müşterek Orta-Asya Türkçesi'yle yazılan bütün eserler girmektedir. Yalnız Türklük âleminin dağınık olması ve çeşitli yerlerde yeni kültür merkezleri kurmaları, Türkçe'nin yeni şîve ve ağızlarını meydana getirmiştir. Sâmânoğulları ve Gazneliler'in idaresi altında bulunan yerlerde de çeşitli eserler verilmiştir. Başta Kutadgu Bilig olmak üzere, Atabetü’l-Hakâyık, Ahmed Yesevî’nin Hikmetler’i ve daha pekçok eser Müşterek Orta-Asya Türkçesi'nin Kaşgar şîvesi veya ağzıyla yazılmıştır.
Müşterek Orta-Asya Türkçesi'nin Batı Türkistan şîvelerinin merkezini, Harezm ili teşkil etmektedir. Bu şîvenin belli başlı kültür merkezleriyse Yedisu, Merv ve Buhara şehirleri olmuştur. Bölge, çeşitli Türk ağızlarının varlığını koruduğu ve gösterdiği bir yer olmakla, Kaşgar’a nispetle daha çok karışıklık göstermektedir. Bu bölgenin en karakteristik eseri, Ali oğlu Mahmud’un Nehcü’l-Ferâdis’idir.
Orta Türkçe devrinin içinde yine 13. yüzyıldan sonra, batıda Osmanlı; kuzey ve güneyde Kıpçak; doğuda ise Çağatay Türkçesi yer almaktadır. Bu Türk şîvelerinde, Orta Türkçe devrinde pekçok eser yazılmış, bilhassa Kıpçak ve Çağatay Türkçesi sahalarında, dille ilgili olan, gramer ve lügat kitaplarına geniş yer verilmişti. Çağatay Türkçesi, eserlerini bilhassa 15. yüzyıla doğru Semerkand ve Herat gibi kültür merkezlerinde vermiştir.
On beşinci yüzyıldan sonra, Orta Türkçe, yerini Yeni Türkçe devresine bırakmıştır. Türkçe'nin bu devresi, 20. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu devirde Türklüğün tek bir alfabe sistemi vardır. Bütün Türk dünyası, İslâmî Türk alfabesini kullanmakta ve bu alfabeyle anlaşma gayet kolay olmaktaydı. Bu devir Türkçesi, en büyük dil yadigârlarını Osmanlı Türkçesi'yle vermiştir. Ancak, Türkçe'nin dış ve iç yapısı yönünden pek fazla değişmeye başlaması, bu devirde dilde çeşitli akımların doğmasına sebep olmuştur.
Türk yazı dili: Türkçe, yazılı edebiyata geçerken Arap, Fars, Çin, Yunan vs. gibi belli başlı dillerin dışında pekçok batı dili, henüz yazılı edebiyata geçmemiştir. Fransız edebiyatı 14, Rus edebiyatı 11, İspanyol edebiyatı 12, İtalyan ve Alman edebiyatları 13, İngiliz edebiyatı ise 15. yüzyıldan sonra yazılı edebiyata sahiptirler. Dolayısıyla yazı dillerinin ortaya çıkması da Türkçe'den bir hayli sonradır.
Türkçe'nin devrelerinden bahsederken, Türk dilinin ilk yazılı vesikalarının Eski Türkçe devrinde olduğu zikredilmişti. Eski Türkçe, Türklüğün, 11. yüzyıla kadar devam eden tek yazı dilidir. Eski Türkçe'den sonra batıya yapılan göçler ve yeni kültür merkezlerinin teşekkülüyle Türkçe, çeşitli bölgelerde farklılıklar göstermeye başlamıştır. Kaşgarlı Mahmud, bu hususta Dîvân’ında ilk bilgi veren dil âlimlerinden ve araştırıcılardandır.
Eski Türkçe'den sonra Türk yazı dili, Batı ve Kuzey-Doğu Türkçesi olmak üzere iki ana kola ayrılmıştır. Orta Türkçe devresinde görülen bu ayrılma, batıda Osmanlı ve Âzerî Türkçesi'ni ortaya çıkarırken, Kuzey-Doğu Türkçesi de; kuzeyde Kıpçak, doğuda Çağatay Türkçesi'ni meydana getirmiştir. Bunlardan Osmanlı Türkçesi, Türklüğün uzun ömürlü ve kesintisiz olan, en büyük yazı dilidir. Yerini, 1908’den sonra Türkiye Türkçesi'ne bırakmıştır. Batı Türkçesi'nin doğu dairesini meydana getiren Âzerî Türkçesi ise, şifahî edebiyatın ve şiir an’anesinin tesiriyle varlığını sürdürmüştür. Çağatay Türkçesi de yerini Modern Özbek Türkçesi'ne bırakmakla birlikte, Doğu Türkçesi'ni bugün; Kazak, Kırgız, Özbek vs. temsil etmektedir. Doğu Türkistan’ın dili olan Modern Uygur Türkçesi de aynı daire içinde yer almaktadır.
Batı Türkçesi'nin doğu kolu olan Âzerî Türkçesi ise, önceleri Tebriz ağzına dayanmakla birlikte sonraları Bakü ve Karabağ ağızlarının yayılmasıyla üçlü bir kültür merkezine sahip olmuştur. Bakü ve Karabağ, bu şîvenin Kuzey; Tebriz ve İran kısmı da Güney dalını meydana getirmektedir. Bu ayırma, daha çok Âzerî Türklüğünün siyasî parçalanmaya tâbi tutulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bölgede fırsat ele geçince istiklâl ilan eden bazı hükümetler, hemen Türkçe tedrisata başlamışlar ve Türkiye’den öğretmenler getirerek dil birliğine yönelmişler, ancak bu hareketler, İran ve Rusya’nın işbirliğiyle yok edilmiş, zaman zaman bu işbirliğinin içine İngiltere de katılmıştır.
Türkçe'nin Ana Türkçe'ye bağlı olan iki lehçesi daha vardır. Bunlar; Çuvaş ve Yakut lehçeleridir. Ana Türkçe’de birleşen bu lehçeler; yukarıda sözü edilen şîvelerden ayrı bir yol takip ederek, tarih boyunca günümüze kadar gelmişlerdir. Bunlardan Çuvaşça, Türk-Moğol dil akrabalığının ve birliğinin aydınlatılmasında köprü vazifesi gören mühim bir lehçedir. Fikir ve düşünce itibariyle asıl Türklükten ayrılmayan bu lehçe, kendine mahsus ayrı bir yol takip etmiştir. Bugün, anlaşılmaz bir durum arz etmektedir. Zaten lehçe; bir dilin, bilinmeyen bir zamanda, kendisinden ayrılan ve anlaşılmayacak kadar farklılıklar gösteren koluna denmektedir.
Türk dili, bütün bu târihî devreler ve yazı dilinin gelişmesi içinde çeşitli kültürlerin ve dillerin tesirinde kalmıştır. Bu yüzden de dilde bazı cereyanlar ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcası Türkçecilik cereyanıdır.
Türk Dili, tarihî devirler içinde, yalnız Göktürk Türkçesi'nde açıklık göstermektedir. Ancak bu zamandan sonradır ki Türkçe, Uygurlar zamanında ve İslâmî devreye geçildiği zamanlarda, Türk milletinin çeşitli medeniyet ve dinlerle karşılaşmasının sonucu, yabancı dillerden pekçok kelime almıştır. Eski Türkçe devresinde bu durum daha çok, Soğdca'dan gelmiştir. Tercüme edilen Brahma, Mani ve Buda metinleri, yeni fikir ve mefhumları karşılamak için, din kültürünün kelimelerini de beraberlerinde getirmişlerdir.
İslâmî devre içinde de aynı durum görülmektedir. Bu zamanda Türk dünyası, bütün gönlünü İslâmiyet'e açtığı gibi, dilimiz de pekçok kelimeyi almaktan çekinmemiştir. Fakat bu durum, Kaşgarlı Mahmud’la başlayan bir cereyanı da doğurmuştur. Türkçe, yalnız İslâm medeniyeti içinde değil, komşu bulunduğumuz ve devlet içinde yer alan kavim ve milletlerin dillerinden de pekçok kelime almıştır. Tanzimat'tan sonra bile, batıya açılmamızla batı menşeli kelime ve gramer şekilleri, gitgide Türkçe'de yer etmiştir. Bu durum, hangi devirde olursa olsun dilin iç ve dış tarihi yönden başka dillerin tesiri altında kalmasına sebep olmuş ve tarihte Türkçecilik cereyanını doğurmuştur.
Kaşgarlı Mahmud ile başlayan dil şuuru, Türkçecilik cereyanının çeşitli şîvelerde nüvesini teşkil etmiş ve müelliflerle şairler, Türkçecilik cereyanını başlatmışlardır. Bu durum, Karamanoğlu Mehmed Bey gibi bazı beylerde Arapça ve Farsça'ya karşı, Türkçe'nin devlet dili olması için bir tepki şeklinde doğmuş, bazı müelliflerde sadece Türkçe yazmak arzusu ile ortaya çıkmış; bazı şâirlerdeyse Türkçe'nin işlenmesi ve gramer düşüncesiyle gerçekleştirilme yoluna gitmiştir. Fakat asıl istek, 13. ve 15. yüzyıllarda, beyliklerin desteği ve teşvikiyle olmuştur. Osmanlı, İsfendiyar ve Aydınoğullarında görüldüğü gibi, beyler, eserleriyle bu cereyana katılmışlardır. Ayrıca Karamanoğlu Mehmed Beyden önce 13. yüzyıl başlarında, Selçuklu sarayında Türkçe yazan şairler vardır. Ahmed Fakih ile Hoca Dehhânî bunlardandır.
Arapça ve Farsça'dan ayrılmanın imkânsız olduğunun, mensubu bulunduğumuz İslâm inancı ile bilinmesini isteyen bazı müellif ve şairler de, Türkçe'yi bu dillerden alınacak kelimelerle işleyip, çeşni ve halâvetine kavuşturmak istemişlerdir. Şunu da belirtmek lâzımdır ki, Türkçe, sadece başka dillerden kelime almamış, en azından aldığı kadar da başka lisanlara kelime vermiştir.
Anadolu sahasında ilk Türkçecilik cereyanını başlatanlar, 14. asırda, Gülşehrî, Âşık Paşa, Kadı Darir, Şeyhoğlu Mustafa, Hoca Mesud gibi şahsiyetlerdir. Bu halkaya 15. yüzyılda İkinci Murad Han, Devletoğlu Yûsuf, Sarıca Kemâl, Aydınlı Visâli, 16. asırda ise Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî eklenmişlerdir. Hatta 16. yüzyılda gözle görülen bu akıma, şuarâ tezkirelerinde yer verilmiş, daha sonra Türkî-i Basit Cereyanı diye adlandırılmıştır.
Doğu Türkçesi'ndeyse bu cereyan, Timur Han'da nüvesini bulmakla birlikte, asıl, Türkçe âşığı bir hükümdar olan Hüseyin Baykara ve mektep arkadaşı Ali Şîr Nevâî’de şahsiyetini bulmuştur. Hüseyin Baykara, bu hususta bir ferman çıkarırken, Ali Şîr Nevâî de Türkçe'nin üstünlüğünü ispat yoluna gitmiş ve onun kudretli bir dil olduğunu göstermek için pekçok eser yazmıştır. Hüseyin Baykara’nın ise Türkçe Dîvân’ı vardır.
On yedinci yüzyılın ikinci yarısında bu fikre sahip çıkan, Nâbî’dir. On sekizinci asırda Sâdi Çelebi, mahallîleşme cereyanının temsilcisi olan Nedim, 19. yüzyılda Padişah İkinci Mahmud Han ve Vakanüvis Esad Efendi de aynı fikirden hareket etmişler ve bu hâl, Tanzimat'a kadar gelmiştir. Tanzimat'tan sonra Namık Kemal, Ali Süâvi, Ahmed Midhat Efendi, Şemseddin Sâmi, Muallim Nâci, işi ilmî ölçüler içinde halletmek için, çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir.
Bundan sonra, artık, dilde iki düşünce vardır: Bunlardan birisi; ilmî ölçüler içinde Türkçe'ye sahip çıkmak; diğeriyse tasfiyecilik denilen dili fakirleştirme cereyanıdır. Bunlardan birinci fikre, Türk Derneği mensupları ile Selânik’te Genç Kalemler sahip çıkmışlardır. Türk Derneği “kullanılacak lisânın, en sâde Osmanlı lisânı olacağını” söylerken, Genç kalemlerse konuştuğumuz İstanbul lisanını istemektedir. Türk Derneğinin görüşlerine Necip Âsım; genç Kalemlerinkine de Ali Cânib, Ömer Seyfeddin ve Ziya Gökalp üçlüsü önderlik etmişlerdir.
Cumhuriyet devrinde, bir ara denenen, Türkçe olmayan bütün kelimeleri dilden atmak şeklinde özetlenen ve Tasfiyecilik olarak isimlendirilen hareket, ortaya çıkan vahim neticeleri sebebiyle terk edilmiş ve 1936 yılından sonra tasfiyecilik hareketlerine, kesinlikle iltifat edilmemiştir. Hattâ Atatürk, Türkçe'nin eskiliği ve başka dillerin kaynağı olduğu tezinin neticesi olarak, Güneş-Dil Teorisini ortaya atmış ve yabancı olduğu söylenen her kelimenin Türkçe olduğunu kabul etmiştir. Bu durumda “Hangi dilden gelirse gelsin Türk Milletinin konuştuğu her kelime Türkçe'dir” hükmü ortaya çıkmıştır.
Atatürk’ün ölümünden sonra ise, tasfiyecilik, yalnız dildeki kelimeleri atmakla kalmamış, ilim tanımaz bir yola da sapmıştır. Türkçe'nin kendi kaide ve kanunlarına bile ehemmiyet verilmemiş ve pekçok kelime uydurulmuştur. Bu hareket, Türk Dil Kurumu’nun önderliğinde olmuştur. Kurum, ilim dışı bir yol takip ederek, pekçok dil âlimini bünyesinden uzaklaştırmış, halk ağzından derlenen kelimeleri, Türk yazı diline mal edememiş ve bu işi siyasî devrimcilere bırakmıştır. 12 Eylül 1980’e kadar süregelen bu hareket, sonunda durdurulmuştur.
Konuşulduğu saha 19.878.368 km2 olan Altay dillerinin % 55,11’ini Türklerin yaşadığı yerler meydana getirmektedir. Türklerin yaşadığı saha, Avrupa kıtasından büyük olup, 10.955.840 km2'yi bulmaktadır. Bu sahanın büyük bir kısmı, Asya topraklarındadır. Dağılan SSCB’nin % 37’sini teşkil ederken, halen Çin topraklarının da % 18’inde Türkler yaşamaktadır. Bunun dışında Afganistan, İran ve Eski Osmanlı topraklarında ve Kıbrıs’taki Türklerin nüfusu, büyük bir yekûn tutmaktadır (Bkz. Türk Göçleri).
Türklüğün bu dağınıklığı, eski çağlardan beri böyle olup, geniş vatanda yerleşmeleri ve pekçok kültür merkezleri meydana getirmeleri, Türkçe'nin pek fazla kardeşlenmesine sebep olmuştur. Aynı dilin, bu kadar coğrafya içinde bölgelere göre çeşitli kollarının teşekkül etmesi, bu sahayla uğraşan âlimleri, Türk şîvelerinin tasnifi gibi güç bir problemin içine atmıştır. Bu meseleyle ilk karşılaşan, Kaşgarlı Mahmud olmuştur. Bugün Türk şîvelerinin tasnifi üzerinde çalışan pekçok Türkolog mevcuttur.

Bu meselede âlimlerin bir kısmı coğrafî özelliklere, bazısı ise Türkçe'nin yapı ve sesinden hareketle gramere dayalı tasniflere yer vermişlerdir. Radlof, Ramstedt, Samoyloviç, Liggeti, Baskakov ve Reşid Rahmeti Arat’ın tasnifleri, bunlar içerisinde ayrı bir mevki işgal eder. Gerçekteyse, Arat’ın tasnifi, bu hususta en uygun tasniftir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

TÜRKÇE'YE KARŞI SORUMLULUĞUMUZ
Güngör Evren, 18 Kasım 2000- Cumhuriyet-Bilim Teknik[
Cumhuriyet'te ve Bilim Teknik ekinde Türkçe üzerine tartışmalar açılmasını, görüş ve önerilerin dil getirilmesini sevinçle, karşılıyorum. Ben de bu yazı ile tartışmalara katılmak ve görüşlerimi belirtmek istiyorum.
Dilin en önemli özelliği, kuşkusuz, düşünme aracı olmasıdır. Bu bağlamda düşünmeyi çıkarımlar yapılması, kavramlar ve önermeler arasında bağlantılar kurulması, yani derin ve yaratıcı düşünceler üretilmesi, özellikle soyut kavramları özümsenmesi olarak algılamak gerekir. Gerçekten yetersiz ve karmakarışık bir dille duru bir düşünceye varılması olanaksızdı.
Bir toplumu ulus yapan başların en güçlüsü dildir. Toplumun pek çok özellikleri, yaşayışı, gelenekleri, dünya görüşü, yaşam felsefesi, inançları, bilim-teknik ve sanata olan katkıları dilin gelişmişlik düzeyinden etkilenir ve o toplumun diline yansır. Mümtaz Soysal'ın "Yabancı dil öğrenmenin kaçınılmaz bir gereklilik haline gelmiş olması, anadili koruma, geliştirme ve yüceltme diye bir ulusal görev yaratmıştır. Yoksa, yalnız Türkçe değil, Türkçe'yle birlikte bütün bir kimlik de kaybolup gidecek ..." kaygısını dile getirmesi boşuna değildir.
W. Von Humboldt'a göre "düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir ve dilin engellendiği yerde düşünce de engellenmiş olur: "Dolayısıyla, ancak dilini oluşturan, yücelten bir ulus gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dili ilkel kalmış bir ulus kültür yaşamında da ilerleme gösteremez. Doğan Aksan "Bu benim anadilim bir denizdir, derinliğiyle, gözün erişemeyeceği genişliğiyle, sınırsız gücü, güzellikleriyle..." diyerek sevgiyle tanımlıyor Türkçe'yi. Bu Türkçe'nin yükseköğretim ve bilimsel etkinlikler için yetersizliğinden söz edilemeyeceği yıllardır bu alanlarda Türkçe olarak yürütülen çalışmalardan (227. yılını Türkçe öğretimle sürdüren İTÜ'den) açıkça ortadadır. Bedia Akarsu da bu görüşü destekliyor: "Felsefenin en güç anlaşılır konularını bile rahatlıkla işleyen felsefecilerimiz az değil, bilim adamlarımız herkesin rahatlıkla anlayabileceği terimler ve sözcüklerle dile getiriyorlar araştırmalarının sonuçlarını: "Dil uzmanı Ömer Demircan konuya şu sözlerle açıklık getirmeye çalışıyor: "Türk dili gerek yapısal olanakları, gerekse anlamlama ve türetme zenginliği bakımından her düzeyde öğretim ve her alanda bilimsel anlatıma yetecek ölçüde gelişmiştir. Bu görüşlere karşılık "Türkçe'nin öğretim ve bilim dili olarak yetersizliğini ileri sürenler de vardır. Bu savın doğru olduğu varsayılırsa, yapılması gereken Türkçe'yi öğretim ve bilim alanında kullanıp işleyerek öğretim ve bilim dili olarak güçlendirmektir. Çünkü bir dilin yetersizliği değil, işlenmeyen bir dilin gelişememesi, zayıflaması, giderek evde ve sokakta basit bildirişimler için kullanılabilen kısıtlı bir dil haline dönüşebilmesi söz konusudur.

Bana göre, Türkçe'nin öğretim, bilim ve kültür dili olabilmesi konusunda öğretim üyelerinin ve bilim adamlarının ciddi görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Atatürk'ün dil devriminin temel amacı da Türkçe'yi öğretim ve bilim dili olarak güçlendirmektir Bu nedenle, Türkçe ile ilgili her türlü tartışmanın yararına inanmakla birlikte, dikkatleri yalnız sözcükler üzerine yoğunlaştırmanın isabeti tartışılabilir. Aslolan düşüncelerin en anlaşılabilir ve etkin biçimde, Türkçe'nin kurallarıyla ve özellikleriyle açıklanabilmesidir. Bu yaklaşım içinde olabildiğince Türkçe sözcükler kullanmanın daha uyumlu ve güzel dinlenmesi okunması zevk veren, üstelik yalnız "elit" değil, herkesin anlayabileceği bir anlatım sağlayacağından kuşku duymuyorum. Böyle bir çabada birleşme için hiçbir engel düşünemiyorum. Bu nedenle, "elit" için yazma savında olanların "bilimsel olmayan" yerine "gayri ilmi" de değil, "yamalı bohça"yı uyumsuz renkteki ipliklerle tutturmayı yeğleyerek "gayrıbilimsel" gibi bir sözcük türetmelerini anlayamıyorum. Her yurttaşın Türkçe üzerine görüş belirtme ve eleştirme hakkı vardır. Bilim adamlarının bu hakkı yanında Türkçe'nin öğretim ve bilim dili olarak zenginleşmesine ve güçlenmesine çaba gösterme görev ve sorumlulukları da bulunmaktadır. Umuyorum ki bu anlayışta ve Türkçe üzerine konuşurken tutarlı ve sorumlu davranmaya özen göstermek gereğinde görüş ayrılığımız olmayacaktır.



Kaynaklar:
1. Demircan, Ö., "Dünden Bugüne Türkiye'de Yabancı Dil", 1988.
2. Aksan, D., "Her Yönüyle Dil (Ana Çizgileriyle Dilbilim)", Türk Dil Kurumu Yayınları, 1977. 3. Akarsı, B., "Wilhelm Von Humboldut'da Dil-Kültür Bağlantısı, 1984.
4. Başkan, Ö., "Bildirişim (İnsan-dili ve ötesi), Bilimsel Sorunlar Dizisi, 1988.
5. Aksan, D., "Türkçe'nin Gücü ', Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1987.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Kaynak: Bu yazı 10 Kasım 2004 tarihinde Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi tarafından düzenlenen Atatürk'ü Anma Günü konulu panelde sunulan bildiridir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club


23/5/2007 -Kategori:

Prof. Dr. Şükrü Halûk AKALIN


Bilişim, sürekli gelişen ve değişim yaşayan yeni bir teknoloji. Bu yeni teknolojiyle birlikte hayatımızda, çalışma tarzımızda değişiklikler olurken, dilimiz de bu teknolojiden etkilenmeye başladı. Gündelik hayatta kullandığımız bilişim terimlerinden kimileri dilimize giriyor, yerleşiyor. Bilişim teknolojisinde üretici olmayan hemen her toplumda bu sorun yaşanıyor. Bilişim terimlerinin İngilizceden dilimize olduğu gibi girmesi, Türkçenin son yıllarda yaşadığı sorunun bir başka boyutudur. Çoklu ortam, fare, yonga, tarayıcı, yazıcı gibi Türkçe veya Türkçeleşmiş sözlerden oluşan terimler yerleşmiş olmasına rağmen, multimedya, mause, çip (veya chip), scanner, printer terimlerinin kullanılması, hatta bilgisayar gibi çok güzel ve yerleşmiş bir söz varken kimi zaman computer sözünün kullanılması, özentiden başka bir şey değildir.

Sorunun bir başka boyutu imlâmızla ilgili... Yabancı terimlerin ve sözlerin aldığı ekler yabancı okunuşlarla birleşince ilginç biçimler ortaya çıkıyor:

• ... en egzotik kayıt programları için bile güncellemeler ve patch’ler bulunduran çok ilginç sitelerden biri. (CHIP, Temmuz 2001, s. 28)

PDA’lerin (Personel Digital Assistant-Kişisel Dijital Yardımcı) gittikçe yaygınlaştığı kesin ve kullanışlılık konusunda da oldukça yol aldılar. (PC Life, Eylül 2001)

Sihirbaz sayesinde server’ın rolünü istediğimiz şekle çevirebiliyoruz. (PC Magazine Türkiye, Ağustos 2000, s. 128)

Alıntı sözlerin özgün imlâlarıyla yazılıp, özgün biçimleriyle okunmaları, Türkçenin imlâ ve söyleyiş özelliklerine aykırılıklar göstermektedir. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi kesme işareti kullanılarak yazılan bu tür sözler, hem imlâmızı hem de söyleyişimizi yabancılaştırmaktadır: Patch’ler, PDA’lerin, server’ın biçimlerinde yazılan sözleri petçler, pidieylerin, sörvırın biçimlerinde söylemek Türkçenin kurallarını zorlamaktır.
[/FONT]



Bu konuyu bir başka yazımızda ele alacağımızı belirterek, son zamanlarda bilgisayar dergilerinde, firmaların tanıtım kitapçıklarında internet sözünün giderek Internet biçiminde yazılışının yaygınlaşmasına değinmek istiyoruz. İnternet sözü için önerilen Türkçe karşılıklar ne yazık ki tutulmadı. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu internet sözüne örütbağ karşılığını önermişti. Keşke bilgisayar gibi, bu söz de zamanında yaygınlaşsaydı. O zaman ne yazılışla ne de söyleyişle ilgili bir sorun yaşanırdı. İnternet sözü bir anda dilimize girdi. Bu sözün yazılışındaki farklı tutumlar karmaşaya yol açtı. TDK İmlâ Kılavuzu’nda bu sözün yazılışı internet biçimindedir. Küçük harfle yazıldığı için bu söz genel ad olarak kabul edilmiştir. Bilgisayar dergilerinin çoğunda ise bu sözün Internet biçiminde yazıldığı görülmektedir:

• Internet’e Kıymayın Efendiler. (PC Magazine Türkiye, Haziran 1999, s. 166)

Internet Kafe Kurulumu (PC Net, Haziran 2000, s. 247)

Microsoft Internet’in Hakimi Oluyor (PC Magazine Türkiye, Ağustos 2000, s. 40)

Türkçede ı ve i harfleri ayrı ses değerlerine sahiptir. Oysa İngilizcede ı harfi bulunmamaktadır. Küçük olarak İngilizcede i biçiminde yazılan harf, büyük olarak I biçiminde yazılır. Harfin büyük yazılışında noktanın kullanılmaması geleneği çok eskidir. Aslında bu harf, Eski Sami, Grek, Unkial, Eski Slav yazılarında küçük harf olarak da noktasız yazılırdı. Daha sonraları, el yazısında bu harfin söz içinde ve sonunda bitişik yazılışında yaşanan karışıklıklar (özellikle m, n, u harflerinin bacaklarıyla karışması yüzünden) üzerine, harfi ayırt etmek amacıyla üzerine nokta konulmaya başladı. Ancak, söz başında harfin yazılışında herhangi bir karışıklık yaşanmadığı için nokta kullanılmadı. Tıpkı Arap alfabesinde harflerin söz başında, söz içinde ve söz sonunda yazılışında olduğu gibi, Lâtin yazısında i harfinin söz başında yazılışı ile söz içinde ve söz sonunda yazılışı arasında farklılık ortaya çıktı. Şu hâlde batı dillerinde alfabede ı / i ayrımı yoktur. Tek bir harfin, söz başında ve söz içinde farklı yazılış biçimleri söz konusudur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, dilimizde ise ı ve i birer ayrı harftir; ayrı ayrı sesleri karşılarlar. Bu nedenle, Türkçede bu sözün Internet biçiminde yazılması, bu harfin ayrı bir ses değeri olduğu düşüncesini uyandırır. Herkesin batı dillerindeki i harfinin yazılış özelliğini ve bu özelliğin tarihçesini bilmesini bekleyemeyiz. Türkçede söylenişi internet olarak yaygınlaşan bu sözü, internet biçiminde yazmalıyız.

Bu durum batı dillerinin imlâsının dilimize etkisine bir örnektir. Tıpkı TIR kısaltmasının yazılışı gibi... Aslında TIR biçimindeki kısaltmada da kullanılan harf /i/ sesini karşılamaktadır. Ama bu kısaltma dilimizde yazıldığı gibi okunduğu için fazla dikkat çekmedi. TIR biçiminde yazılan kısaltmayı yine yazıldığı gibi TIR olarak söylüyoruz. Ama internet öyle değil... İnternet biçiminde söylenilen sözü Internet olarak yazmak dilde yeni bir karmaşa yaratmaktır.

Bu tür sözlerin yazılışında Türkçedeki ı / i ayrımını daima göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu konu, daha önce de İbsen adının ansiklopedilerde yazılışı ve alfabetik sıralamada yer alışı bakımından da gündeme gelmişti. Şiar Yalçın, İbsen adının Ibsen olarak yazılıp I maddesinde verilişini haklı olarak eleştirmişti. Şimdi benzer durum internet sözü için de geçerlidir. Bu söze bir karşılık yaygınlaştırılamadığına göre, yediden yetmişe herkesin internet dediği ve bu şekilde yazdığı sözü, cümle başında veya özel ad olarak kullanırken İnternet biçiminde yazmamız gerekir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Türkçe üzerine bir matematik modelleme ve bunun olası sosyal yansımaları üzerine bir zihin jimnastiği (1)

"Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı. Türkçe'yi en zengin kullananlardan Yaşar Kemal'in romanları 3.500 kelimeyi geçmez" görüşü çok yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe'nin Fransızca’ya oranla daha az sözcük içerdiği doğrudur. İngilizce'ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da daha az sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe'nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir! Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur.

Başka bir dilden Türkçe'ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. Türkçe'de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Tam bu noktada, Türkçe'nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir.

İngilizce-Türkçe sözlükte "sick", "ill" ve "patient"ın karşısında hep "hasta" yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe'de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: "doktor falanca beyin hastası olmak", "böbrek hastası olmak", "internet hastası olmak", "filanca şarkının hastası olmak" arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.
Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:

3+5=
12+5=
38+5=

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı "+5" yazdığı halde!
Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe'de de hepsinde aynı "hastası olmak" ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe'nin az araç ile çok iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0'dan 9'a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir. Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir.

Türkçe'deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe'ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliyor olması demektir. Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece "x=6", "y=23" olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

Oysa sözgelimi ingilizce’de "go", "went" olurken "do", "did" olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: "foot", "feet" olurken "boot", "beet" değil "boots" olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir.

Türkçe'de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe'de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği "alma" olması gereken meyve isminin "elma" biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1'leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır.
Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

ev........ler.......evler
1.0.......0.1......1.1

Türkçe'deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1'dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe'de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece "ler" dediğinde, alacağı tepki: "anladık ler de, neler?" türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade

kırmızı
0.1.0
kıp kırmızı
1.1.0
kırmızı msı
0.1.1
kıp kırmızı msı
1.1.1

Türkçe'deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. "Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı +msı; [1.1.1]) bir renk aldı" dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben
010 = sen
000 = o
111 = biz
110 = siz
100 = onlar
00 = geniş zaman
11 = şimdiki zaman
10 = gelecek zaman
01 = geçmiş zaman

kök kişi matematik ifade

yeterlilik...................Oku (y)abil dim.........................= 1.1.0.01.0.0.011
olumsuz................... Oku (y)a ma z mış sın......................= 1.1.100.0.1.010
zaman.................. Gel me (y)ecek ti........................= 1.0.1.10.1.0.000
zaman...................Git me di k........................ = 1.0.1.01.0.0.111
hikaye...................Şaşır abil ecek ti niz .....................= 1.1.0.10.1.0.110
rivayet...................Bil (i)yor lar..................... = 1.0.0.11.0.0.100
kişi

tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman "di'li geçmiş" ve "miş'li geçmiş" olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb...) Sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür "crescendo" (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.
"dün ahmet camı kırdı" cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

Cümle
matematik değer
0001
matematik değer
0011
matematik değer
0111
matematik değer
1111

1 dün ahmet camı kırdı.
2 dün camı ahmet kırdı.
3 ahmet dün camı kırdı.
4 ahmet camı dün kırdı.
5 camı dün ahmet kırdı.
6 camı ahmet dün kırdı.

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:

1. Cümle: dün ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.
2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil ahmet kırdı (suçlu ahmet!).
3. Cümle: ahmet'in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).
4. Cümle: ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).
5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise ahmet.
6. Cümle: camı ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.
Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep 'i' haliyle "camı" olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di'li geçmiş zamanda çekildi, vb.) Sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001'den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip - passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe'nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. Türkçe'nin bu özelliğini "insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?" türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. "Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor" diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir.

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe'nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir "asimilasyon" ve/veya "adaptasyon! " süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde "asimilasyon" ve/veya "adaptasyon" süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler.

Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food'ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe'nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.
Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle "sezdikleri gibi algılamaya" yönelirler.

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki kodlar ne kadar "herkesçe bir örnek" algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe'nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

Ahmet Okar
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Sayın Ahmet Okar bey Türkçe ile matematik arasında bir bağ oldugunu hissetmiş.Her ne farketti ise muhtemelen 0 1 dediğimiz binar sitem ile Türkçe arasında var olan bağlantıyı hissedebilmiş. 2 Li sistem matemetigin alt kolu omakla birlikte bilgisayar kullanımı açısından önemli bir koldur.Tükçe ile matematik arasında bir ilişki oldugu aşikar. Bu bağlantıyı 0 1 binary sisteme irdelemesi ise yanlış veya eksik.

Binary sistem
anglosakson dili yani ingilizcenin temeline uygun bir dil. Düşünen insanın doğal düşünme mekanizması olan dil ´doga ile insan arasındaki insana müşahhas olan bağlantıdır. Matematik ise bunu disipline edebilen sinsileden ibarettir. Var kabul edilebilmedir.
Başka bir ifade ile insan -düşünme -iletişim -doga arasındaki ilişkiyi bugün en iyi matematik ile entegre edebiliyoruz. Türkçe dili ise bu entegrasyonu en iyi yapabilen dil oldugu aşikardır.

Sayın Ahmet Okar ın eksik oldugu nokta Tükçe dilini Binary ile ifade etmeye çalışmmasıdır. Türkçe dili binary degil daha dogal oana decimal yani 10 lu Onlu sistem matematigi ile alakalıdır.

Bu yazı özü itibari ile dogru kabul edilmeli ve üzerine tartışılmalı ve buradan çok iyi bir yere gidecegi tahmin edilmelidir.Bizim daha önce bu sitede bildirdiğimiz. Doğa matematiği nasıl yapıyor adlı yazımız da bu konuyla alakalıdır.
saygılarımla..."

DOGA MATEMATİGİ NASIL YAPIYOR

Doğa matematiği yapıyor. Her zaman ve en kestirme yoldan.Doğanın müthiş bir sadeleştirme gücü var en kestirme en hızlı ve en bakiye bırakmayan türden.Bu sadeleştirme ise sıfır ile izah edilmeye çalışılıyor.Biz buna nötralizasyon adı veriyoruz.
Ortada abuk bir durum sezmekteyim. Çözüm içinde çözümsüzlük. Bir ara anlar gibi olurken birden kopuyorum.

Kesin olan durumlardan birisi şu . bir sayı sadece bir duruma bulunabiliyor. Yani abaküste 100 sayısının sadece 1 yeri var . 16 sayısının da .100 yazabilmek için abaküsün 3. sırasından 1 top çekmek yetiyor. 100 ü bozdurmak isterseniz asla bozamıyorsunuz. Altta kalan tüm boncukları bile çekseniz. Sadece 99 yazabiliyorsunuz. 1 eksik kalıyor .1 sayıyı ise 3 sırada bulunan 1 e yapışık olan sıfır temsil ediyor.Bu durum şunu gösteriyor. Sıfır sayısı hangi basamakta olursa olsun sadece 1 sayısını ifade edebiliyor. Yani sıfır nerede bulunursa bulunsun sadece 1 bilye güç var. İster bir ler basamağında ister binler basamağında. Bu durumun irdelenip netleştirilmesi gerekir.
sayılar 9 + 0.= 10 şeklinde olabiliyor

Eğer sayı yok ise sıfırdan da bahsetmek mümkün gözükmüyor. Bir işlem görmüş ise sıfır ortaya çıkıyor ve kolay kolay gitmiyor. Sıfırı yok edebilmek için bir birim e ihtiyaç duyuluyor.

Çok ilginç bir durum ama var olan bir sıfırı yok edebilmek için 1 birime ihtiyaç var. Yok olana ise hiçbir birime ihtiyaç yok.

Bu ifadelerin anlaşılması kolay gözükmüyor. Bunu anlamak için aritmetik negatifli abaküse bakmak gerekiyor.

Matematiği anlamak için sıfırı a olduğu an bir anlam ve varlık kazanıyor. Var olmuş bir sıfırı yok etmenin mümkün olup olmadığını henüz görebilmiş değilim.

Emin olduğum tek şey elimdeki abaküsün doğruluğu. Pozitif sayı abaküsünde sorun yok. Yani şeytan abaküsü ,veya yarım abaküs kurallar işliyor. Negatif sisteme girince kurallar çalışmaz oluyor.Ama bu sefer doğanın doğruları ortaya çıkıyor.

Şimdilik anlatacaklarım başka bir ifade ile anlatamadıklarım bunlar. Bir gün bunları anladığım an herhalde ölmüş olacağım. Doğa kuralını öğreneni yaşatmaz kanaatindeyim.Doğanın kuralını öğrene sıfırda olduğu gibi yok oluyor veya asla yok olmuyor. Bir kere var olup ondan sonra asla yok olamıyor.

Bunu öğrenmek istemek sonumu getirse bile , yani bir üs paragrafta yazdığım teorem gerçek bile olsa , karakterim ve yaratılışım itibari ile asla vaz geçemeyeceğim.Açık bir ifade ile. Doğaya olan merakım gün geçtikçe depreşiyor.Bu nu öğrenmenin bedeli ,bu günkü yaşamın sonu bile olsan asla vazgeçmeyeceğim. Yani bu uğurda tembellik yapmayacağım.

Doğayı çözmek ölüme ramak kalmak ise bile son şansımı deneyeceğim. Öbür tarafa inanıyor ve zor olduğunu biliyorum.Öbür tarafın hesabı matematiği kolay olan açık ve net hesaplar manzumesi.Hesabı bir anda herkesin kendisi yapacak kanaatindeyim.Çünkü herkesin en bileni kendisi. Kendi kendine şahitlik edecek.

Aslında şu an matematik kurallar belli. Biz kaderimizi bize müsaade edilen sınırlar içinde çizebiliyoruz. Neyi yapıp yapmayacağımızı kendimiz biliyoruz. Veya bunlar o kadar birbirine yakın ki ayırmak için çok az bir çaba gerekiyor.Öbür taraf geçince bu netlik artacak ve kişi herkesin kendine özel olan ,olacak olan hesabı kendi yapacaktır. Yaratıcı herkesi kendi kapasitesi ile yapıp yapamayacakları ile imtihan ederken bireyin neyi seçip seçemeyeceğini kendisinin bildiğini anlayacaktır.

Yani şu an biz bir kere var olmuş isek kolay kolay yok olmamız gözükmüyor. Sıfırda olduğu gibi.Bizi var eden güç aynı şekilde yok ta edebilir. Lakin abaküste olduğu gibi bir kere var oldumu bir daha yok olmayacağa benziyor.

Var olan sıfırın ne tarafa yapışacağı ise (yok olma veya öbür tarafa geçme anında) yaşantının nasıl olduğuna bağlı. Yine abaküse baktığımızda anlıyoruz ki sıfır rasgele bir durumda bekliyor. Nerde istenirse hemen orda beliriyor.

Bu durumda sıfırı anlamak hayatı anlamak olarak gözüküyor.İnsanda olduğu gibi. Var olmasının sayı değeri yok ama mutlaka en az bir birim iş yapabilme kabiliyeti her zaman var. Yani insan bir hiç. Bir hiç olmakla birlikte bir kere var odlumu en az bir birim değer kazanıyor.Sıfırda olduğu gibi nerde ve hangi mevkide olursa olsun bu değer hiç değişmiyor. Sadece bulunduğu yerin önemi artıyor. Ama asla birim değeri değişmiyor.

Necmettin TÜRKOĞLU.
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

[FONT=Verdana,Arial,Helvetica,sans-serif]Dilimiz-Türkçemiz[/FONT]
[FONT=Verdana,Arial,Helvetica,sans-serif]Dil bir milletin özüdür. Başlangıçtan bugüne kadar olduüu gibi, bugünden sonsuz geleceğe doğru da her milli topluluğun en mühim ve değişmez bir temeli olarak devam edcektir. Bir dile sahip olmayan millet yoktur. Eğer bir millet, şu veya bu sebeple kendi dilini kaybetmişse, o millet, topluluk olrak ortadan kalkmıştır. İnsanlık tarihinde, dilini kaybettiği halde ortada duran bir millet yoktur. Fakat milletler ortadan kalmış olduğu halde, henüz yok olmamış birçok eski dil vardır. Dil, bir milletin tarihidir. Dil, bir milli topluluğun içinde ve onunla gelişmiş olduğu için, kendiliğinden, o milletin binlerce yıllık tarihi seyrini muhafaza eder. Bir milletin, tarihin muhtelif devirlerinde benimsemiş olduğu görüş, duygu ve fikirleri muhafaza eden canlı abide, o milletin dilidir. Herhangi bir sanat eserinin veya herhangi bir sanatkarın, şu veya bu millete mensup bulunduğu hakkında tereddüt ve şüphe edilir. Fakat Türk dilinde yazılmış eser, hiç şüphesiz Türk milletinin eseridir. Türkçe ifade edilmiş en ufak bir tabir dahi, Türk milletinin kıymetli malıdır. Dil, kendi içinde, bir milletin bütün geçmişini sakladığı gibi, onu sonsuzlığa götürecek en büyük kudreti de kendinde taşıyan büyük bir varlıktır. Diyor, Reşit Rahmeti Arat. Bu sebeple bu pek kıymetli hazinemizi korumak gayesiyle bugün Yavuz Bülent Bâkiler'in sözün doğrusu isimli eserinden bir bölüm aktaracağız size. Anadolu'daki bin yıllık geçmişimizin belki de en büyük depremini 17 Ağustos'ta yaşadık. Deprem, anlatılmaz felâketlerle geldi. 170 bin ev yıkıldı. Yetkililer bunun 270 000'e çıkacağını söylüyorlar. 15 000 insanımız göçük altında kaldı. Yaralı sayımız 27 000'i çoktan aştı. Ayrıca 20 milyar dolarlık bir ziyanla karşı karşıyayız. Ölenlere bin rahmet. Kalanlara sabır gayret ve başsağlığı! Deprem birtakım büyük acıları ve gerçekleri de tekrar suratımıza çarptı: Zamanında gereken tedbirleri almamışız. Atımızı sağlam kazığa bağlamadan tevekkül etmişiz. Depremin fay hattı belli olduğu halde, getirip evlerimizi, işyerlerimizi, kışlalarımızı tam o fay hattının üstüne koymuşuz. Yani aklımızı kullanmamışız. İlmin ve tekniğin gereğini yerine getirmemişiz. Yunus Suresi'nin 100. Ayetinde buyuruluyor ki: "...Akıllarını kullanmayanlar üzerine, Allah uğursuzluk yükler." Kul hakkını bilmeyen, İslâm ahlakıyla ahlâklanmayan, iz'ansız imansız, ahlâksız bazı kişiler, demirden, çimentodan, kumdan çaldıklarını öteki dünyaya götüreceklerini sanmışlar. Belediyeler, gereken dikkati, titizliği gösterememişler. İlmin tekniğin ve sanatın şartlarını bilmeyenler veya bile bile çiğneyenler, yüreklerimizi âdeta bir cehennem ateşiyle dağladılar. Deprem birtakım acı gerçekleri de bir daha yüzümüze çarptı dedim. Depremin felâketi, tahribatı, yok ediciligi ne ise, Türkçe'mizin kısırlaştırılması da kurutulması da odur! Hatta kesinlikle diyebilirim ki dildeki deprem, tabiattaki depremden çok daha tehlikeli. Bütün radyo ve televizyon kanalları depremle ilgili pek çok bilgi verdiler. Hazin görüntülerle ekranlara geldiler. Eline mikrofon, omuzuna kamera alan deprem bölgelerine koştu. Verilen haberlerdeki Türkçe sefaleti, çöken, dağılan, toprağa yapışan apartmanların hazin manzaraları kadar kahrediciydi. Bazı sunucular "depremzede" yerine "depremzâde" dediler. "Depremzede" başkadır, "depremzâde" başka. "Zede"de "zade"de Farsça kelimeler. "Zade"evlâd, oğul, doğmuş, doğan demek. Meselâ, bizde soyadı olarak "Evli-yâzâde" var. Evliyâzâde, evliyaoğlu, evliyadan doğmuş demek. Evliyâzede ise, evliyanın çarptığı, evliyanın vurduğu, evliyanın hışmına uğrayan adam mânâsına gelir. Depremzede, depremde felâkete uğrayan, depremden zarar gören kimsedir. Depremzâde ise, depremin oğlu, depremden doğan, demektir. Aradaki büyük farkı görüyor musunuz? "Enkaz yıkıntısı altından çıkarılan cansız cesetler" cümlesini yüzlerce defa dinledik. Çok yanlış. Enkaz, zaten yıkıntı demek, moloz demek. "Enkaz yıkıntısı" olmaz. Ya enkaz veya enkaz altı demek lâzım veya yıkıntı. "Cansız ceset" denilmez. Çünkü ceset Arapça bir kelimedir. Ölü vücut, cansız beden demektir. Lütfen söyler misiniz bana "Ölü yoğunluğu" ne demektir? "Ölü yoğunluğu nedeniyle tüm morglar doldu" deniliyor. Ne demek ölü yoğunluğu? Böyle Türkçe cümle olmaz. "Deprem bölgesindeki doktorların yoğun çalışması" ne demektir? Doktorlar neden çok çalışmazlar da sürekli çalışmazlar da durup dinlenmeksizin çalışmazlar da, "yoğun " çalışırlar? Biliyorum "sebep"gibi güzelim bir kelimemizi kullanmak çok büyük bir suç. Fakat onun yerine ille de "neden" zamirini kullanmak ne kadar yavan ve yanlış! "Yağmur nedeniyle" yerine "yağmur yüzünden", "Bu nedenle"yerine "bu bakımdan" "deprem nedeniyle"yerine "deprem dolayisiyle" "deprem büyük zarara neden ol du"yerine "deprem büyük zarara yol açtı" denilse kıyamet mi kopar? Görülüyor ki; Türkçemiz de bir deprem geçiriyor. Çocuklarımız âdeta fay hattı üzerinde konuşuyorlar; farkında mısınız? Kelime dağarcıkları çok zayıf bazen de tamtakır. DEVAM ETMEK-SÜRMEK Sivas'ta Ziya Gökalp İlkokulu'nda okuduğum yıllarda haftada bir saat de yazı dersi görürdük. Yazı dersine sınıf hocamızın dışında yaşlı bir kişi gelirdi. İsmi galiba: Abdülkalfa idi. Yazısı gerçekten mükemmeldi. Karatahtaya bir atasözü yazar, bizim de benzer harflerle bir-iki sayfa doldurmamızı isterdi. Yazı derslerine devam mecburiyeti yoktu. Ama ben o derslerin devamlı öğrencilerinden biriydim. Çünkü yazım, önceleri güzel değildi. Harflerin gövdelerini, bacaklarını, kollarını sağa sola yatırarak, yazıyordum. Abdülkalfa hoca, buna çok kızıyordu ve benim el yazımı "it oynamış yonca tarlasına" benzetiyordu. Bu güzel benzetmeyi hiç unutmuyoum: İt oynamış yonca tarlası... Yazımı düzeltmeye karar vermiştim. Artık harflerin kollarını ve bacaklarını sola sağa yatırmadan dik olarak indirip çıkarıyordum. Yaşlı yazı hocamız, değişikliğin farkına varmıştı. -Aferin! Demişti devam et, devam et. Abdülkalfa hoca sayesinde, devamlı bir dikkat ve çalışmayla yazımı düzeltmiştim. 54-55 yıllık bir hâtıramı anlatışımın elbet bir sebebi var. Benim neslim, "devam, devamlı, devamsız, devamla, devamı"kelimeleriyle de yetişti. Şimdi dilde tasfiye taraftarı olanlar, "devam "kelimesini, "Türkçe asıllı değildir" gerekçesiyle dilimizden çıkarıp bir tarafa attılar. Ve "devam" yerine "sürmek" kelime sini koydular. Artık radyo ve televizyon programlarını sunan kimseler "programımız devam edecek" veya "programımız devam ediyor" demiyorlar, "programımız sürecek" "programımız sürüyor" diye kestirip atıyorlar. "Sürmek" kelimesi kullanılmasın mı? Kullanılsın elbette. "Sürmek" doğru ve güzel bir kelime. "Sürmek" kelimesi elbette kullanılsın. Yanlış olan, sürmek kelimesini, olur olmaz yerlerde devam kelimesinin yerine koymaktır. "Devamlı" yerine "sürekli" diyebiliriz. "Devamlı kar yağışları yüzünden yollar kapandı" cümlesi de doğrudur. "Sürekli kar yağışları yüzünden yollar kapandı" cümlesi de doğrudur. Peki ama, "devam mecburiyeti", "devamlı öğrenci", "devamsız öğrenci"'yerine ne diyeceğiz? "Süreklilik zorunluluğu", "sürekli öğrenci", "süreksiz öğrenci" gibi İfadeler, Türkçenin şıklığı bakımından sizi de rahatsız etmiyor mu? "Sürek" bildiğiniz gibi "satılık hayvan sürüsü" demektir. "Sürekli" "süreklilik" "süreksizlik" kelimeleri bana zaman zaman hayvan sürülerini hatırlatıyor. Tarlamızı traktörle süren bir adama "sürmeyi sürdür" deyince gülünç duruma düşeriz. "Sürmeye devam et" dememiz gerekir. Bize bir meseleyi anlatırken, birdenbire susan kimseye de "konuş" veya "devam et" deriz. "Sürdür" demekle bir zevksizliğin içine düşeriz. Bunun gibi "programımız sürüyor" veya "programımız sürecek" yerine, "programımız devam ediyor" veya "programımız devam edecek" demek daha doğru ve güzel olmaz mı? Tamamen Türkçeleşen kelimeleri dilimizden çıkarıp atanlar, bizi hep cılız, çarpık, çirkin ve gülünç durumlara sokuyorlar. Geçenlerde koskoca bir kuruluşumuz, koskoca bir gazetenin koskoca bir sayfasından milletimize seslendi. Bu seslenişin veya "Kamuoyuna duyuru" nun bir cümlesi aynen şöyle: "Biz, futbol maçlarının naklen yayınını sürdürmek için, iyi niyetimizi sürdürüyor ve mâkul şartlar çerçevesinde futbol yayınlarına devam etmek istiyoruz". Bu nasıl bir cümle? Bir cümle içinde iki defa "sürdürmek" iki defa "futbol yayınları" ifadeleri nasıl yer alır? Sonra "mesela örneğin" dev gibi "imkân ve olanakları" dev gibi "Sürdürüyor, devam etmek istiyoruz" denilir mi? Bu cin çarpmış cümlenin doğrusu şöyle olacaktır: "Biz, iyi niyetle ve mâkul şartlar çerçevesinde futbol maçlarının yayınma devam etmek istiyoruz". İşte bu kadar. Ama hayır. Beyefendiler kendilerini sözüm ona aydın, ilerici göstermek için, burunlarını yere sürterek bir cümle içinde iki defa "sürdürmek", arkasından da "devam etmek" kelimelerini kullanacaklardır. Yazık. Çok yazık, çoook yazık. Y. Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu[/FONT]
 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

Yazım konularına dikkat etmemiz lazım...

deyil (X) --> değil (√)

yalnış (X) --> yanlış () yanılmaktan yanlış

yanlız (X) --> yalnız () yalından yalnız

herkez (X) --> herkes (√)

 
Ce: Türkçemize Sahip Çıkalım Fan Club

CHP'li Belediye Meclisi üyesi Yüksel'in, "Bodrum'daki işyeri adlarının Türkçe olması" önerisi, ANAP ve AKP'li üyelerin desteğiyle kabul edildi

Bodrum Belediye Meclisi, bundan sonra işyerlerinin isimlerinin Türkçe olmasını kararlaştırdı. Zabıta Yönetmeliği'nde yapılması öngörülen değişikliklerin görüşüldüğü belediye meclisinin ekim ayı olağan toplantısında, CHP'li üye Nuran Yüksel'in işyeri adlarının Türkçe olması teklifi, ANAP ve AKP'li üyelerin de desteğiyle kabul edildi.
Yüksel, alınan kararla ilgili olarak şunları söyledi: "Güzel Türkçemizin korunması yönünde böyle bir karar alınmasını sağladık. Dilimizin korunması konusunda esnafın ve turizmcilerin de bize destek vereceğine inanıyorum.
Turizmi gelişmiş ülkeler, kendi dillerini, kültürlerini ön plana çıkarırken, biz onların dillerini kullanmayı tercih ediyoruz. Bu yanlış tutum ve davranışları düzeltip belirli bir disiplin altına alacağız. Umarım bu karar diğer sahil kentlerinede örnek olur."

DHA


🙂