Hamile kalmak isteyenlerin paylaşım alanı

bi hikaye paylaşmak istiyorum sizlerle biraz uzun ama çok güzel okumalısınız....

Otobüs beklemek, sıra beklemek, haftasonunu beklemek değil ama benim anlatacağım.
Daha uzun. Daha yorucu.Daha yıpratıcı.
Hiç yılmadan, hiç usanmadan, ümitsizliğe kapılmadan bir bebeğe kavuşacağınız o anı beklemek.
Her yeni başlangıçtan sonra yine olumsuzu yaşamak, sevenlerinizin sizi avutmak için söylediği sözlere avunmuş gibi yapmak, eşinize bile göstermeden saatlerce ağlamak, gecelerce düşünmek ve sonra tekrar gücünüzü toplayıp yeni bir ümitle her şeye yeniden bir daha, bir daha, bir daha başlamak.
3 sene, yani 36 ay, yani 13140 gün bunu tekrar tekrar yaşamak…


Şubat 2003’te yüreğime düştün annem sen.
Ayın 7’si, bir Cumartesi günüydü.
Kar yağıyordu dışarda, fırtına vardı.
Ben sabahın sekiz buçuğunda taksi ile koşarak gittim doktora, sanki geç kalıyormuşum gibi seninle olan randevuma.
Sabırsızdım çok. Bir an once seni görmek, seni duymak, seni koklamak için vakit kaybetmemeliydim.
O an bilmiyordum belkide geçen zamanın değerini.
Herşeye çok kolay sahip olmuştum hayatımda oysa.
En iyi okulları bitirmiş, istediğim ve severek yaptığım öğretmenlik mesleğimle hayatta olmak istediğim yerdeydim.
Çok mutlu bir evliliğimiz vardı babanla, aynı bugün olduğu gibi. Anlayacağın bir tek sen yoktun ortalıkta.

Mayıs 2003 oldu, geçen üç ay bir şey anlamadım.
Sadece acabalar ile yordum kendimi.
Temmuz ayında heyecanlanmaya başladım sanki çok yaklaşmışım gibi varlığına. Eylül, ekim derken daraldım.
Yeni seneye yine aynı dilekle, seninle ama sensiz girdim.

Matematikçiyim ya çift sayıları severim. 2004 bizim yılımız olacaktı.
Mart ayında, talihsizlik bu ya baban bel fıtığı ameliyatı oldu.
Günlerce yatmak zorunda kaldı.
Çok şükür herşey yolunda gitti.
O zaman aralığında konu başlıkları değişti sadece yaşantımızda.
Sağlıklı günler ve gelecek için yoğunlaştık dağarcığımızda.
Ama sen hep yüreğimdeydin inan bana.
Her yeni başlayan günde, her sevinçli haberde, uçan kuşta, yağan yağmurda, seninle konuştum içimden.
Ne çok sevdiğimi söyledim sana defalarca her ne kadar sen cevap vermesende bana…

Mayıs 2004, yeni bir doktora gittik.
Herşey yeniden başladı, geçen bir buçuk seneyi arkamızda bırakarak.
Tahliller, kontroller, ne kadar teknik varsa güncel olan hepsini sıraladık birer birer.
Eş dost , akraba kim varsa halden anlayan moral verdiler bana.
Avunmadım annem, avunmuş numarası yaptım hep.
Güleryüzlü olmaya çalıştım annem içten içe hep ağlayarak.
Çok kızdı baban bana kendimi yıpratıyorum diye, ama içtiğim onca ilacın içinde psikolojik açıdan beni rahatlatacak , olumlu düşünmemi sağlayacak , sana gerçekten bir gün kavuşacağımın garantisini verecek yoktu bir tanesi valla.
Denenmiş tüm yolların ertesinde, unutmayacağım bir 8 Aralık günü bu işin doğal yolla asla olamayacağını öğrendik hani o çok umutlandığım çift yıl olan 2004’ün son ayında.
Böylece, sensiz ama her an seninle geçen iki seneyi hiç istemeden, korkarak çektirmek zorunda kaldığım rahim filminin olumsuz sonucuyla kapatarak.

Ocak 2005, yeni adres, yeni doktor, yeni umut,yeni başlangıç ama beraberinde eski tüm kötü, olumsuz anılar, anlar…
Evde çekmecelerde biriken onlarca gebelik testi çubukları.
İkinci pembe çizgiyi görebilmek için yaptığım mikroskobik incelemeler.
Sürekli aynı yere bakınca sanki çifti varmış gibi çocukca kendini kandırmalar.
Her negatif sonuçtan sonra uğursuz diye bir daha uğramadığım semt eczaneleri. Herşeyin ötesinde sıkıntı, huzursuzluk, yenilgi, hırs, başkalarından duymak istemeden duyduğum müjdeler, benden gizli üzülmeyeyim diye konu ile ilgili kapı aralığında fısıldaşmalar, sayfaları yazmaktan biten ajandalar, 2003-2004 takvimlerinde işaretlenmiş onca detaylar, okumaktan ezberlenen ilaç prospektüsleri…
Ama herşeyde sen, yine sen, hep sen.

Tüp bebek yapalım dedi birileri.
Adı hiç hoşuma gitmedi ama kabul ettim.
Hem belki bir değil birden fazla oluverirseniz diyede çaktırmadan sevindim. Derhal ilaç hazinemize yenileri eklendi.
Hatta kendi kendime iğne yapmayıda bu sayede öğrendim.
Normalde fazla çalışan yumurtalıklarım aldığım hormonlarla turbo moduna girdiler.
Tedavinin son günlerinde ağırlıktan neredeyse yürümez oldum.
Bir cuma akşamı saat 12 civarı son çatlatma iğnemi olmam gerekiyordu.
Olurda yanlış bir şey olur diye cesaret edemedim.
Nöbetçi eczaneler yapmadılar. Hastaneler doktor reçetesi yok diye kabul etmediler.
Elimizde iğne arabada babanla öyle oturup güldük ağlanacak halimize.
Neden sonra bir semt kliniğinde iğne olup eve geldiğimizde saat biri geçiyordu. Pazar sabahı daha herkes uyurken biz yine yollarda yumurta toplatmaya gittik. Aynı saatte belki birisi bir yerlerde kendi tavuğundan yumurtalarını toplarken ben genel anestezi altında mışıl mışıl uyuyordum.
Gözümü açtığımda herşey bitmiş doktorumla baban sohbet ediyorlardı.
Biliyor musun tam 34 tane hemde ne demekse iyi kalitede yumurta toplanmış. Baban ise ayrı bir odada kendine ait “materiyal”i (kabın üstünde öyle yazıyormuş )vermek için, epey komik şeyler yaşamış.
Belki ilerde bir gün sana anlatır.
Kendinden önce odadan çıkan kelli felli, esmer çok kıllı adamı görünce korkup gidip embriyologla bile görüşmüş hani olurda maazallah materyaller karışır mı diye…
Tabi böyle bir endişesi olduğu için üstüne birde azarlanmış.

Böylece sana bir adım daha yaklaşmış olmanın huzuruyla eve geldik annem.
Ama benim yumurtalıklarım birkaç gün daha sayıca çoğalmaya ve sağlığımı tehdit etmeye devam ettiler.
Vücudum ödem yaptı, neredeyse hastanelik oluyorduk.
Korkudan iyileştim.
Üç gün sonra telefon geldi. “Müjde 14 tane bebeğiniz oldu” dedi birisi.
Nasıl yani? Ertesi gün, bir arife günü, bir kaç günlüğüne benden ödünç aldıkları seni bana geri vermeye gittik.
Eve döndüğümüzde artık iki kişi değildi nüfusumuz.
Sen ve diğer üç kardeşinde içimdeydiniz.
Sıcacık.
Diğer kalan on tanenizde eksi bilmem kaç derecede uyutuldunuz.

Zaman hepten geçmez oldu.
Bir sonraki on günü on değil sanki, yüz sayarak geçirdim.
Hissetmeye çalıştım hep seni, konuştum senle.
Sakın beni yalnız bırakma diye hep yalvardım içimden.
B-HCG için kan verip sonucu beklemek ise en zoruydu herşeyin.
19,42 gibi çok düşük bir test sonucuyla yıkılmışken yinede cesaretimi toplayıp doktoru aradım bir ara.
Tebrikler, hamilesiniz dediğini ise ancak kapatınca anladım telefonu.
Çok küçük olduğun için zaten ancak o kadar çıkarmış bu oran.
Bana kalsa hergün kan vereceğim.
Nasıl üç gün beklerim?
Bir sonraki oran 96 oldu, haftasına 361 ve sonrasında 15 bin küsür.
Bu arada sen yalnız olmak istemişsin içerde.
Diğer kardeşlerini çokoprens almaya yollamışsın bakkala.

Evet annem, beraberiz artık.
Hep buraya kadar hayal etmişim, hamile kalamadığım için kalmanın ötesine hiç geçememişim ki…
Bir anda boşluğa düştüm.
Sevinmek, heyecanlanmak, coşmak hiçbir güdüm kalmadı .
Ta ki gebeliğimin 7. haftasında kalbinin atışını duyana dek.

Şubat 2005, yine kar var dışarda.
”Fış fış kayıkçı, kayıkçının küreği, pıt pıt atar yüreği” şarkısı sardı tüm bedenimi. İlk 12 hafta dedi doktor.
Mart sonunu bulalım ondan sonra herşey yoluna girecek.
Halbuki, mart ayını sevmem, hep çok uzun gelir bana.
Hem babanda ameliyat olmuştu yine soğuk bir mart sabahında.

23 Mart, on bir haftalık olduk.
Ayın 28 inde onikinci hafta doluyor, yaşasın !
Bir beş gün daha anneciğim.
Kontrolümüz var bugün.
İlk defa huzurluyum bu kadar, ilk defa soru işaretlerimi yanıma almadan çıkıyorum evden.
Hava pırıl pırıl.
Bahar gelmiş.

Muayene odası, doktor, hemşire ablamız, sen ve ben.
Baban içerde birazdan gelecek seni görmeye.
…………………………………………
Sessizlik, karanlık, sıcak çok sıcak.
Neredesin annem?
Niye öyle miniciksin?
Niye hareket etmiyorsun?
Uyuyor musun yoksa ?

……………………….
Eşinizi çağıralım mı diye sordu doktor, yok gerek yok.
Ben hallederim.
O üzülmesin.
Anlamış halbuki kimse onu çağırmayınca.
Akşamüstü saat beş suları.
Yine bir ameliyat odası.
Yanıyorum alev alev.
Kıpkırmızıyım.
Çıtım çıkmıyor.
Doktorun eli elimde, onunki buz gibi.
Uyandım.
Ağlıyorum sessizce.
Eve geliyoruz vakitlice.
Anneannen, deden gelmiş moral vermeye. A
Anneannen sıkıntısından otuz kap yemek pişirmiş kim yiyecekse ve hangi moralle. Yetmemiş süpürgeyi açmış evi kazıyor.
Baban balkonda dedene ağlıyor.

Ertesi gün babaannen, deden ve amcan geldiler İzmir’den.
Şöyle yalnız kalıp böğüre böğüre ağlayacaktım oysa ben.
Sustum, sessizce aktı yaşlar.
Neden sonra tahriş oldu yanaklarım tuzdan.
Birileri bir yerlede birşeyler konuşup duruyor.
Durmadan telefonlar geliyor.
Ama halim yok, içim acıyor benim, ilgilenmiyorum.
Hatta babanın cep telefonunu kurcalarken doktorla mesajlaşmalarını okuyorum hiçbir anlam vermeden.
“Ya doktor bey, doğru söyleyin eşime bir şey olacak mı? Çok korkuyorum” Sormuyorum bile bu ne demek diye.

Birkaç gün sonra yine doktordayız.
Cin gibiyim.
Elimde padişah fermanı kadar bir soru listesi geleceğe dair.
Daha ağzımı açmadan bir beyaz uzatıyor doktor elime.
Çok korkuttun bizi diyor.
Ama çok şükür herşey yolunda .
Onun dediklerini anlamaya çalışırken kağıttaki “patoloji” raporudur yazısını görüyorum.
Ne alaka?
Bir anda kaset geri sarmaya başlıyor.
Bir tek seni almamışlar içimden anneciğim.
Ben seni kaybettim diye ağlarken günlerdir, diğer herkes benim için ağlıyormuş meğer.
Neyse sonuçlar temiz çıkıyor ve ben yine allak bullak, üstelik suçluymuşum gibi bir ifadeyle eve dönüyorum.

Zaman geçmiyor.
Ne yapacağım şimdi ben?
Daha deneyecek bir şey kalmadı ki.
Yoksun işte.
Kabul edemiyorum.
Yenemiyorum hırsımı, seni istiyorum ben.
Ağlıyorum durmadan ağlıyorum.
Yastığımın bir tarafı hep yaş.
Şifa olur belki diye bir bahar tatili yaratıp nisan ayında uzaklaşıyoruz bu şehirden.
Her yer yemyeşil, hava çok güzel, huzur var her yanda.
Ama ben çok kötüyüm.
Durgunum, sesim çıkmıyor.
Baban sevineyim diye pin-pon’da hep bana yeniliyor, havuzda hep geçiliyor. Ellerimiz her yanımız buruş buruş, saatlerce suda oynuyoruz.
Bir sonraki ağustos’a kadar seni rafa kaldırdık.
Ben istemedim ama öyle gerekiyormuş.
Yedekte eksi bilmem kaç derecedekiler var ya, işimiz kolay olacakmış nasıl olacaksa.

Hiçbir ilaç kullanmıyorum aylardır.
Vücudum yeniden kendi ritmini kurmaya çalışıyor.
Ama başarılı değil.
Sinirliyim.
Şiş gibiyim.
Doktor söktürücü veriyor.
İlaç bitiyor, bende tık yok.
Üç gün, dört gün, bir hafta , on gün.
Hayır, dahada kötüyüm, patlayacağım.
Kendimden, kadınlığımdan nefret etmeye başlıyorum.

Birkaç gün sonra bir cumartesi öğleden sonrası daha önceden hiç önünden bile geçmediğim bir eczaneden yine gebelik testi alıyorum.
Mümkün değil oysa, hala kendi hayal alemimde seninle beraberim ya…

Evde kimse yok, haziran 18 2005, cumartesi.
Baban şehir dışında, akşam kaçta gelecek bilmiyorum.
Testi yapıyorum.
Koyacak şanslı bir köşe arıyorum evde.
Yok ki…
Her yer daha önceden defalarca denendi.
Güneş pırıl pırıl dışarda.
Salonda pencerenin dışına en sıcak olan yere koyuyorum, sende böylr parlak, aydınlık bir gelecek olan bize diye.
Balkondayım, yerleri yıkıyorum, suları sebebsizce döküyorum.
İçerde sonuç hazır ama gidip bakamıyorum ki korkudan.
Dakikalar değil belki saat geçiyor senden uzakta.
Nefesimi tutup yaklaşıyorum sana.
Bir ikinci çizgiye hasretim duran yan yana.

Oradasın annem.
İki çizgi güneşte parlıyor bana.
Elim ayağıma dolanıyor.
Nasıl yani? diyerek binlerce kez okuduğum testing kullanım klavuzunu bir daha okuyorum.
Hamile miyim şimdi ben?
Ama tedavi?
Hani tüp bebek?
Eksi bilmem kaç derecedekiler ne oldu?
Baban nerede?

Bize en yakın hastanedeyim, koşarak gittim.
Kan veriyorum sakin.
Akşam sekiz gibi diyor hemşire.
Gelemem ki baban evde olacak, hem akşam bir yere davetliyiz.
Yarına kadar beklemeliyim.
Gece uyuyamıyorum heyecandan.
Hiç kimseye hiç bir şey söylemiyorum.
Sabah oluyor, hava kapalı.
Yağmur var dışarda.
Pazar günü, etraf sessiz.
Birşeyleri bahane edip dışarı çıkıyorum öğlene doğru.
Yine koşarak hastaneye.

Zarf elimde.
Açamıyorum.
Açamam.
Bıktım olumsuzluklardan.
Yıldım yenilgilerden.
Ama içim kıpır kıpır, öleceğim sanki.
Yağmur yağıyor.
Ağlıyorum, elimde kağıt sonuç pozitif hemde 9486 gibi çok sağlam bir B-HCG sonucu ile.

Annem sen neredeydin bunca zamandır ?
Madem kendin gelecektin niye demedin bana?
Ben bilsem seni beklerdim hiç kendimi üzmeden.
Hoş geldin anneciğim , sakın gitme uzaklara olur mu bir daha?
Bir daha bekletme bu kadar kendini.
Hem babana ne söyleyeceğiz şimdi?

Eve geliyorum.
Baban klasik pazar sabahı görüntüsünde, pijamaları üstünde TV izliyor uzanmış koltukta.
Hemen çift çubuk gebelik testini ve tahlil sonucunu paket yapıyorum kurdeleyle. Titreyerek babanın kucağına bırakıyorum, “Babalar günün kutlu olsun ! „ diyerek. Evet anneciğim o gün 19 Haziran, babalar günü.
Gelebileceğin en iyi günde geldin sen yuvamıza.
Hoş geldin !

Temmuz 10’ a kadar herkesten saklıyorum seni.
Mümkün olsa , kendim bile bilmeseydim diye de düşünmüyorum değil oysa.
Ya yine bir şey olursa, ya kalbin durursa diye aklım çıkıyor günde kaç bin defa. Her doktor randevusunda, o karanlık ekranda, sen zıp zıp zıpladığında benimde yüreğim hopluyor.

Biliyor musun , uzun zamandır ilk defa her şey olunda.
Gün be gün yaşıyorum seni.
Bekliyorum gelmeni.
Önceden geçmeyen, geçsede hiç tadı olmayan günler şimdi daha anlamlı, pırıl pırıl herşey.
Mutlu kalkıyorum sabahları.
Hem ağlamıyorum artık geceleri yatakta.
Birde kucağıma alsam seni, koklasam o sıcacık nefesini.


Şubat 2006 ayın 6’sında, hani üç sene evvel bu serüvene başlayıp ilk defa kapısını açtığımız bu hastenin bir odasında, yine karlı bir kış sabahında, sen geldin anneciğim dünyamıza.
Mutlulukların en büyüğü, huzurun ta kendisi, heyacanın hiç bitmeyeni, günün neşesi sen oldun bir anda

 
ya kızlar ben böyle bısey okumadım valla aglamaktan zor okudum ya çok duygulandım hala aylıyorum ama süper bi hikaya vahide-m çok tesekkürler hikaye için yaaaaa
 
Geri
Üst