Ne İncitenlerden Ol, Ne de İncinenlerden Olasın...
Ne incitenlerden ol, ne de incinenlerden olasın...
Yüce Pîr Hz. Mevlânâ'nın bir öğüdüdür yukarıdaki başlık.
Mesnevî'yi okuyanlar değil, Mesnevî'yı anlayanlar sever bu güzel insanı.
Çünkü o, Hak’ka vasıl olmuş, hakikate ulaşmış bir Allah dostudur. Rahmanî hikmete ulaşabilen nadir insanlardan biridir. Maksuda ılaşan hikmet ehli Hak'kın nuru ile görür, Hak'kın nuru ile konuşurlar.... Nefs cenderesinden kurtulup, İlahi Rahmetin deryasına ulaşan Allah dostları konuştukları zaman gönül ile konuşur, dil ile bizlere duyururlar. Eğer bizim gönlümüzün frekansları da o Hikmet pınarlarına açık olursa ancak gönül yangınımızı söndürebiliriz. Kur’an-ı Kadîm’in güzelliğini açıklayan Mesnevî, aşkın dilidir, dudağıdır. Hz. Peygamberimizin îzanını, irfanını, Yüce Yaratıcının “Habibullah’ı” olmasını Mesnevî çok güzel açıklar bize. Muhammedi sevginin hamurunun mayası “aşk” tır. O aşkı tadanlar Ebubekir olur, Ömer olur, Osman olur, Şah-ı Merdan ebû Turab Haydar-ı Kerrar olur, Yunus olur, Hallac-ı Mansur, İbrahim Ethem, Hacı Bayram-ı Velî olur… Ya da aşk dile gelip aşıkların padişahı Mevlânâ Hüdavendigâr olur…
Aşkın Simurg'u Yüce Pîr Hz. Mevlânâ şöyle buyurur:
“Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?”
“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bîgâne kalarak onların gönüllerini kırarlar.” (c.2, 3108-3109)
Gönül, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Nefsin en büyük cinâyeti bir gönül kırmaktır. Bundan dolayı Mevlânâ hazretleri başka bir beytinde:
“Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Âzer est
Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber est” buyurmaktadır.
Yani Kâ’be, Âzer’in oğlu Halil İbrâhîm’in inşâ ettiği bir yapıdır. Gönülse o yücelerin yücesi olan Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Binâenaleyh nazargâh-ı ilâhî olan gönlü yıkmak, Kâ’be’yi yıkmaktan daha büyük bir cürüm olarak görülmüştür.
Yûnus Emre hazretleri de:
“Ak sakallı pîr hoca
Bilemez hâli nice
Emek yimesün hacca
Bir gönül yıkar ise…” veya:
“Yunus dir ki; ey hoca,
İster isen var bin hacca.
Hepisinden eyice,
Bir gönüle girmektir…” buyurarak, aynı gerçeğe işaret etmişlerdir. Aslında bu beyitlerden çıkaracağımız ders yapmamız gereken öncelikleri sonraya, sonra yapılması gerekeni de öne almamız konusunda önemli nasihatler içerir. Buna bir örnek verecek olursak çoğu kesim (alim-ulema) namaz kılmayanı neredeyse dinden çıkaracak kadar ileri gider de helal kazanç, gıybet, kul hakkı, kin, haset, bencillik, cimrilik, emanete sadakat, aile bireyleri ve komşuları ile iyi ilişkiler konusunda namaza gösterdiğimiz hassasiyetin yarısını bile göstermez. Oysa dürüstlük, sadakat, ahde vefa, emanete sadık olma v.s gibi konular hacdan da, namazdan da, oruçtan da önce gelir. Biz bunları yapmadıktan sonra kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, gittiğimiz hac kimin işine yarar? İşte Mevlânâ ve Yunus gibi mananın özüne inebilmiş Hak dostları bu gerçekleri dile getirdiği için bazıları tarafından pek sevilmezler. Çünkü o bahsettiğim bazı kesimler var ya. İşte onlar sakal sıvazlamakla ve kurdukları vakıflara para toplamakla meşguldür. İlimle, irfanla uğraşları banka hesapları ile yakından alakalıdır. Gerçek mana erlerini elbetteki bu kesimden tenzih ederim.
“İnsan, eşref-i mahlûkât, yani yaratılmışların içinde (bazılarının) en mükemmelidir.” Onun kalbi ise nazargâh-ı ilâhîdir. Hadîs-i kudsî olarak nakledilen bir rivâyette, “Ben yere göğe sığmam. Bir mü’min kulumun kalbine sığarım.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 195) buyrulmaktadır. Bütün bunlar, insanın muhterem mevkiini ifâde etmekte ve onun hatırını veya kalbini kırmanın, ne derece ağır bir cürüm olduğunu ifâde etmektedir.
Kalbi kırık insanların, Cenâb-ı Hak nezdindeki îtibar ve mevkileri yüksektir. Rızâ-yı ilâhîye kavuşmak isteyenler, böyle mahzûn gönülleri sevindirmelidirler. Hayır sever olduğunu iddia edenler arkalarında kamera ile kurum ve kurulaşları boşuna dolaşmamalı. Adı dillerde dolansın diye yapılan hayırların İslami hayır anlayışının içinde yer bulamaz. Bununla ilgili nitekim Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- birgün:
“–Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allâh Teâlâ da:
“–Beni kalbi kırıkların yanında ara!..” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364) buyurdu.
Ebû Hureyre’den nakledilen bir hadis-i kudsîde de Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kıyâmet günü aziz ve celil olan Allâh şöyle buyuracaktır:
“–Ey âdemoğlu! Ben hasta oldum, Beni ziyâret etmedin!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim, Sen Rabbü’l-âlemîn iken, ben Seni nasıl ziyâret ederim?”
Cenâb-ı Hak buyuracak:
“–Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyâret etmedin. Bilmiyor musun, eğer onu ziyâret etseydin, yanında Beni bulacaktın!..”
Allâh Teâlâ buyuracak:
“–Ey âdemoğlu!.. Ben senden yiyecek istedim, ama sen Beni doyurmadın!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim, ben Seni nasıl doyururum?! Sen ki, âlemlerin Rabbisin!”
Cenâb-ı Hak buyuracak:
“–Benim falan kulum, senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin, onu, ben yanımda bulacaktım.”
Rabbimiz buyuracak:
“–Ey âdemoğlu! Ben senden su istedim, Bana su vermedin!”
Kul:
“–Ey Rabbim, ben Sana nasıl su içirebilirim? Sen ki, âlemlerin Rabbisin!” diyecek. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
“–Falan kulum senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın, bunu Benim yanımda
bulacaktın!” buyurur. (Müslim, Birr, 43)
Zulme mâruz kalmış, gönlü incinmiş her kulun duâsı, imân veya küfür ehli olduğuna bakılmaksızın, Cenâb-ı Hakk’a arzolunur ve en kısa zamanda kabul olunur. “Küfür ehline hayır yapmak da küfürdür.” diyenler Hz. Mevlânâ’yı anlayamazlar. Cenab-ı Hak Kur’an’ın bir çok yerinde Cebrail (a.s) vasıtası ile Müslümanlara seslenirken “Ey Müslümanlar!” diye seslenmez, “Ey İnsanlar!” diye seslenir. Rahim esmasının manalarından biri de budur. “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan/Halka müderris (Öğretmen-Profösör) olsa hakikatte asî dir.” diyen Yunus Emre’yi bunlar ne anlar.?!. Mazlum, Müslüman da olsa, kafir de olsa mazlumdur. Zîrâ mazlûmun duâsı ile Cenâb-ı Hak arasında perde yoktur. Zaman zaman İnternette Mevdudi (r.a)’ nin de haşa kafir olarak zikredilmesi hep bu yobaz takımının kısır anlayışı ile ilgilidir. Sanki kendileri gayb aleminden “cennetliksiniz!” müjdesi almışlar gibi sağa sola hayasızca saldırmaktadırlar.
Peygamber Efendimiz, ashâb-ı kirâma böyle makbul olan mazlûmların duâsından sakınmalarını şöyle öğütlemişlerdir:
“Mazlûmun duâsından sakınınız. Zîrâ onun duasıyla Allâh Teâla arasında perde yoktur.” (Müslim, Îmân, 29)
“Üç kişi vardır ki, Allâh onların duâlarını reddetmez:
1- İftar edinceye kadar oruçlunun duâsı,
2- Mazlûmun duâsı,
3- Adâletli devlet reîsinin duâsı.” (Tirmîzî, Deavât, 48; İbn Mâce, Duâ, 2)
Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının istihkar edilmesine râzı olmadığını, şu hadîs-i şerîf ne güzel ifâde eder:
Rasulullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“–Bir adam: «Vallâhi, Allâh falancayı mağfiret etmeyecek!» diye kestirip attı.
Cenâb-ı Allâh da:
«Falancayı mağfiret etmeyeceğim husûsunda, yemin eden de kim? Ben onu mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!..» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)
Mesnevî: “Bir Hak dostunun, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmedikçe, Allâh, hiç bir kavmi rezil ve rüsvây etmemiştir.” (c.2, 3112)
Bu beyit, kavimlerin zillete sürüklenmelerinin belli başlı sebeplerinden birinin, peygamber veya bir Allâh dostunu incitmek olduğunu ifâde etmektedir. Allâh katında makbûl olan bir kula ihtiram eden, onun değerini bilip takdir eden şahıs veya zümreler de aksine şeref ve îtibarlarının artmasıyla mükâfâtlandırılırlar, demektir. Her zaman ve sık sık söylediğim bir sözü burada bir daha tekrar etmek istiyorum:
“Bir Müslümanın en son işleyeceği günah, bir Allah dostuna dil uzatmak olmalı…”
Kudsî bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Her kim Benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık sağlayamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben (âdeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, Bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)
Buna tarihten bir misal vermek gerekirse, Firavun’un sihirbazları Hazret-i Mûsâ’nın ulviyet ve rûhâniyetteki kudretini fark ederek:
“–Ey Mûsâ, önce sen mi âsânı atarsın, yoksa biz mi atalım?” diye sordular.
Böylece bir Hak dostuna rüçhâniyet tanıyarak yapılan bu iltifatın bereketiyle hidâyete erdiler. Buna rağmen, bir peygamberle müsâbakaya cür’et etmenin bedeli olarak da cezaya çarptırıldılar, âdeta mânevî kısasa uğradılar. Mâlum olduğu üzere onlar, Firavun’un emriyle, önce işkenceye mâruz kalmış ve sonra da kolları, bacakları çaprazlama olarak kesilerek şehid edilmişlerdi.
Aynı gün içerisinde, bir peygamberle müsâbakaya çıkmak gibi küfrün zirvesinden, Firavun’a meydan okumaya kadar iki zıt kutba erişen sihirbazlar, nihâyet öyle bir îmân vecdine sahip oldular ki, Firavun’un zulüm ve tehdidlerine karşı, bâkîyi (ebedî nîmeti), fânîye (geçici olan dünyaya) tercîh ettiler de:
“ (Sihirbazlar) dediler ki: «–Bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana, seni tercîh edemeyiz. Dolayısıyla sen, yapacağını yap! Sen, ancak bu dünyâda hükmünü geçirebilirsin!»” (Tâhâ, 72)
Diğer bir âyet-i kerîmede de:
“–Zararı yok! dediler: (Nasıl olsa) hiç şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz!” (eş-Şuarâ, 50)
Firavun, ellerini ve ayaklarını kesmek sûretiyle sihirbazları ağır bir işkenceye uğratırken onlar, îmânlarının zaafa uğramasından endişe ederek, Cenâb-ı Hak’dan canhıraş bir şekilde sabır ve îmânda sebât niyâz ettiler:
“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver (üzerimize sabır yağdır) ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 126)
Mevlânâ -kuddîse sirruh- bu hâdisenin derûnî manasını şu şekilde tahlil eder:
“Mel’ûn ve zâlim Firavun, sihirbazları, îmânlarından dolayı ölümle tehdîd ederek:
«–Elinizi ve ayağınızı çaprazlama olarak kestireceğim.. Sonra da sizi afvetmeyip astıracağım!» demişti.”
“Firavun, o anda sihirbazların korkacaklarını, ürkeceklerini ve titreyerek kendisine boyun eğeceklerini sanmıştı.”
“Ama Firavun bilmiyordu ki, o sihirbazlar, korku ve endişeden kurtulmuşlar, ilâhî esrar ve hakîkate vâkıf olmuşlardı.”
“Onlar, felek havanında yüz kerre dövülüp un hâline gelseler dahî, artık gölgelerini kendilerinden ayırt etme irfan ve basîretini göstermişlerdi.”
Yâni, ruhun asıl, cesedin ise bir gölge olduğunu anlamışlar ve bir an önce bu gölgeyi feda edip “fenafillâh” makamına ulaşmışlardı.
“Ey insan, bu dünyâ bir uyku ve rüyâdan ibarettir. Sen oradaki cümbüş ve debdebeye sakın aldanma! Şâyet rüyâda elin kesilse veya vücûdun lime lime doğransa bile korkma! Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«Bu dünyâ, bir rüyâdan ibarettir.» buyurmuştur.”Bu parağrafta izah edilmek istenen mana, günlerce düşünülse (tefekkür edilse) yeridir.
Mesnevî: “Bazıları peygamberlerle cenk etmeye kalkıştılar. Onların bedenlerini gördüler; onları basit insan sandılar.” (c.2, 3113)
Peygamberleri sadece hemcinsleri olan insanlardan bir fert olarak telakkî edip onlardaki ilâhî tecellî, hikmet ve nasibi görmeyenler, nefislerini edebsizlik ve saygısızlığa sürüklenmekten kurtaramazlar. Bu, tarihte de daima böyle olmuştur. Peygamberleri, ilâhî memuriyetleri ve bunun netîcesi olan mânevî dünyâları îtibariyle kavrayamayanlar, itaat ve teslîmiyet noktasına ulaşamayıp küstahlıkları sebebiyle zelîl olmuşlardır. Ebû Cehiller, Ebû Lehebler, Hazret-i Peygamberi kendileri gibi etten bir kalıp zannettiler de bu idrâk noksanlığının kurbanı olarak helâk edildiler.
Peygamber Efendimizi yakından tanıyan sahâbîler ise, O’nu hayranlıkla seyrettiler. Bu hâlin zirvelerinden biri olan Hazret-i Ebû Bekir ise O’nun (s.a.v.) yanındayken bile O’na hasret içinde kalır ve O iki cihan güneşini hayranlıkla seyrederdi.
Rasûlullâh’ın baş müezzini, Peygamber mescidinin bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-’ın hâli ise çok daha başkaydı. Allâh Rasûlü dünyâyı terkedince sanki dilini yuttu, ağzını bıçaklar açmaz oldu. Koca Medîne kendisine dar geldi.
Halîfe Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Bilâl’e ezan okuması için defâlarca yalvardı. O peygamber âşığı, dertli Bilâl, şu cevâbı verdi:
“–Yâ Ebû Bekir! Benim arzumu sorarsan, Rasûlullâh’tan sonra ezan okumaya tâkatim kalmadı. Beni zorlama. Ne olursun, beni kendi hâlime bırak!..”
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, Rasûlullâh hasretiyle Bilâl’den o güzel demlerin ezânını ısrarla istiyor:
“–Ümmet, Rasûlullâh’tan sonra, bir de O’nun müezzininden de mi mahrûm olsun?” diyordu.
Israrlara dayanamayan Bilâl, nihâyet sabah ezânı için boynu bükük, gözü yaşlı minâreye çıktıysa da boğazına tıkanan hıçkırıklardan, ezanı okuyamadan geri indi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr etmedi.
Bilâl -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu Medîne’de daha fazla duramadı, o sabah namazından sonra derhal yola çıktı. Şam’a gitti. Bir an evvel Rasûlullâh’a kavuşmak hasretiyle, serhad boylarında şehâdet peşinde muhârebelere iştirâk ediyor, ancak takdîr-i ilâhî gereği, her defâsında gâzî oluyordu. Bu minvâlde seneler geçti.
Bir gece, rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyordu:
“–Yâ Bilâl! Bu cefâ nedir? Beni ziyâret edecek vakit hâlâ gelmedi mi?”
Hazret-i Bilâl telaşla uyandı. Derhal devesine atlayıp engin çöllere daldı. Yalnız başına günlerce yol aldıktan sonra, nihâyet nûrlu Medîne’ye geldi. Hiç kimseye görünmeden derhal Rasûlullâh’ın kabrine koştu. Mezârın üzerine kapandı. Yüzünü gözünü mezarın toprağına sürerek, gözyaşları içinde:
“–Geldim Yâ Rasûlallâh, geldim işte!” dedi.
Tam bu esnâda, Rasûl-i Ekrem’in torunları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin çıkageldi. Onları gören Bilâl, mezarın üzerinden kalkarak:
“–Aah! Rasûlün nûr-i dîdeleri (göz nûrları)!” dedi ve hasretle onları kucakladı.
Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Bilâl! Senden bir şey ricâ etmek istiyorum, yapar mısın?” dedi. Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-:
“–Söyle cânımın cânı, söyle!” deyince:
Hasan -radıyallâhu anh-:
“–Rasûlullâh’a Mescid-i Şerîf’te okuduğun ezana hasretiz. Onu işitmek istiyoruz. Okur musun?” dedi.
Bilâl -radıyallâhu anh- da:
“–Sizin için okurum.” dedi.
Öğle vakti Hazret-i Bilâl, Mescid-i Nebevî’de eskiden ezan okuduğu yere çıktı.
Dertli ve yanık bağrından öyle bir “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!” dedi ki, koca Medîne Allâh Rasûlü’nün tedâisinden zangır zangır titredi. Dağlar taşlar bu yanık sadâ ile inledi.
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh”a gelince Medîne çalkalandı.
“Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullâh!” da ise artık bütün halk sokaklara dökülmüştü.
“–Ne oldu, Rasûlullâh dünyayı yeniden mi teşrîf etti.” diye birbirine soranlar, ağlayanlar, hıçkıranlar…
Hazret-i Bilâl ise, boğazına saplanan hıçkırıkları zaptetmeye ve ezân-ı Muhammedî’yi tamamlamaya çalışıyordu. Fakat ne mümkün… Neredeyse hıçkırıktan boğulacak. Kendisini tutamadı, bitkin ve gözü yaşlı bir hâlde, olduğu yere bir külçe gibi yığıldı kaldı.
Yine cennet hanımlarının efendisi Fâtımâ annemiz, mübârek babaları Rahmet Peygamberi’nin fânî ayrılığından o kadar mahzûn oldular ki:
“–Fahr-i kâinâtın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle bir musîbet geldi ki, karanlığın üstüne gelse, karanlığın rengi değişirdi.” buyurdular.
Rabbimiz, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve onların izinden yürüyen evliyâullâhın muhabbetiyle gönüllerimizi nurlandırsın! Peygamber Efendimizi yakînen tanımayı, ahlâk ve şahsiyetinden lâyıkıyla istifâdeyi nasîb eylesin. Onun ulvî muhabbetini kalbimize hiç tükenmeyen, durmadan ziyâdeleşen bir azık eylesin!.. Âmin…
Mesnevî: “Sen hiddete kapılıp, gönüller kırmış, onlara ateş düşürmüş isen, o ateş senin için cehennem ateşinin mayası olur.”
“Senin öfke ateşin bu dünyada bile seni yakar, yani zillete düşürür. Ondan doğan cehennem ateşi ise bu zilletin netîcesi olarak seni âhirette de ebedî olarak yakar.”
“Senin hiddet ateşin, burada, insanlara kasteder. Bu kasdının eseri olarak doğan cehennem ateşi ise sana âhirette ve ebedî olarak saldıracaktır.” (c.3, 3472-3474)
Kâmil insan, o kadar mükemmel bir ahlâk ve tabiata sahip olmuştur ki, -Allâh için müstesnâ- hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz. O:
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da (bütün hâl ve ibâdetlerinde bu şekilde) ihsân sahibi olanlara muhabbet eyler.” (Âl-i İmrân, 134) sırrına ermiştir.
Rivâyete göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirmiş olduğu içi çorba dolu bir kâseyi, kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı.
Bunun üzerine köle:
“–Efendim! Kur’ân’da: öfkelerini yenenler takdîr buyuruluyor!” dedi.
O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi yendim!” dedi.
Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da aynı yerde: insanların kusurlarını bağışlayanlar da takdîr buyuruluyor!” dedi.
Câfer Hazretleri:
“–Haydi bağışladım seni!..” dedi.
Bu defâ da köle:
“–Âyetin sonunda: Allâh ihsânda bulunan, iyilik eden kimseleri sever! buyruluyor!” dedi.
Câfer-i Sâdık Hazreteri:
“–Haydi git, hürsün artık; seni Allâh için âzâd ettim!..” dedi.
Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi, bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır gücünü kullanmak, muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmektir.
Ebû Derdâ -radıyallâhu anh-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Bana cennete götürecek bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Yine aynı şekilde bir kişi, Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallâh! Çok şey belleyecek gücüm yok! Bana, saâdetime mûcib olacak kısa bir şey buyur!” deyince, ona da:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Diğer hadîs-i şerîflerde de:
“Allâh Teâlâ, öfkesini tutanın ayıbını örter!” (İhyâ, III, 372)
“Allâh indinde rızâya nâiliyet için bir kulun öfke yudumunu yutmasından daha sevaplı bir yudum olmaz!” (İhyâ, III, 392)
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108) buyrulmaktadır.
Mesnevî: “Yeryüzünde bir zayıf, bir zavallı emân diyecek, Hakk’tan yardım isteyecek olursa, gökyüzü ordusuna (meleklere) bir gürültü düşer.” (c.1, 1315)
“Ey insan, başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler, senin kendi kötü huyunun onlardan aksetmesidir, görünmesidir.” (c.1, 1318)
Hadîs-i şerîfte, mazlûmun âhından korkulması tavsiye edilmiş, mazlumun bedduâsının bâr-gâhı ulûhiyete vâsıl olmasına hiçbir şeyin engel teşkil edemeyeceği bildirilmiştir. Bu sebeple zulümden içtinâp etmek lâzım gelir. Buna rağmen mazlum da, mâruz kaldığı zulüm ve kötülüklerin kendi kötü huyunun bir başkasında akis ve tecellisi ile karşılaştığını düşünmelidir. Nitekim Mevlânâ, insanın iç ve dış dünyasındaki huzur ve huzursuzluğu diğer beyitlerinde şöyle ifâde etmektedir:
“Eğer sana bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şâyet yumuşak ve latîf kumaşlar içinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!”
“Sen, kendi huyunun, tabiatının derinliklerine inseydin, kötülüğün, ahlâksızlığın senden, kendinden olduğunu anlardın. Eğer sen, Allâh nûru ile baksaydın, kötülük husûsunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?”
Gerçi bir insanın mâruz kalacağı ibtilâlar ve sû-i muâmeleler, her zaman onun vâkî bir hatasının netîcesi değildir. Öyle olsaydı, ma’sumiyet sıfatı olan enbiyâ, hiçbir kötü muâmeleye mâruz kalmazdı. Bu ibtilâlar, kimi zaman imtihân âlemi olan dünya hayatının iktizâsı, kimi zaman da kişinin mânevî tekâmülüne yardımcı olmak gayesine mâtuftur.
Lâkin karşılaşılan kötülüklerin bir kısmı da, yukarıda zikredildiği gibi muhâtabın istihkâkı ile gerçekleştiğinden böyle hâdiselerde nefsi yoklayıp kendini hesaba çekmek lâzımdır. Bu sebeple konuşmadan evvel ağzımızdan çıkacak lafızlara dikkat etmelidir. Zîrâ maksad, kalplere hançeremizden dökülen dikenler saplamak değil; kalpleri kalbimizin içinde saklamak olmalıdır. Davranışlarımız da sözlerimizi te’kîd etmeli ve her hâlimizden çevremize güzellikler yansımalıdır.
Mesnevî: “İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki, bu küpün suyu, Hakk ırmağının suyu ile birleşmiştir.” (c.1, 2520)
Allâh’ın bir mahlûkunu rencide eden bir muâmelenin, o mahlûktan önce Cenâb-ı Hakk’ın gadabını tevlîd edeceğini düşünmek gerekir. Çünkü Allâh, mahlûkâtına muhabbette harîstir. Bundan dolayıdır ki, günahkâr, yani Rabbine âsî olan bir kulun bile günah ve kusurunun zikredilip şüyû bulmasını menetmiş ve bunu “gıybet” nâmıyla, ağır günahlardan biri olarak ilân buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, “…Ona rûhumdan (kudretimden) üfledim…” (el-Hicr, 29; Sâd, 72) buyurarak kendisine yaklaşmak için insana istidât vermiş ve onu en güzel şekilde “ahsen-i takvîm” sırrıyla yaratmıştır. Bu yüzden Rabbimiz, kulunun istihkar edilmesinden, küçük görülüp incitilmesinden bile râzı olmaz. Rivâyet edilir ki, Muhyiddin-i Arabî hazretleri bir sahilden geçerken, testiyi başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına taşkınlık ediyordu. Muhyiddin-i Arabî içinden şöyle geçirdi:
“–İnsan, mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzî olmalı; ama ben herhalde şu günahkâr gençten daha üstünüm. Şarap da içmiyorum, laubâli hareketler ve ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”
Tam o sırada denizden bir feryad duyuldu:
“–Batıyoruz, İmdâd!..”
Bu sesi duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize fırladı ve birkaç dakika içinde boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sahile taşıdı. Sonra da olan biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî hazretleri, biraz önce aklından geçen tereddütlerine cevap buldu ve:
“–Bak, o küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..”
Bu kıssada da anlatıldığı üzere, zâhirî davranışlarını gördüğümüz birtakım kişilerde, göremediğimiz bazı kabiliyet ve cevherler olabilir. Peygamberlerin dışında, hiç bir kimsenin son nefes garantisi yoktur. Bu bakımdan tasavvuf ehli, Allâh’ın kullarını istihkarı, kalbin cinâyeti olarak kabul etmişlerdir.
Şeyhü-l Ekber lakabı ile anılan Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri de yukarıda açıkladığım bu saldırılardan ziyadesi ile nasibini almış bir alimdir. Başta 16 ciltlik Fütuhat-ı Mekkiye olmak üzere 4 ciltlik Fususu'l-Hikem’ inin içeriğine erişen henüz bir eser yazılmadı, basılmadı, okunmadı. Dünyaca ünlü Astrolog, Doktor ve Kahin olan Nostradamus dahi İbnu-l Arabi Hazretlerinin eserlerinden yararlanarak bir takım kehanetlerde bulunmuştur. Amerika’dan, Avrupa’ya, Asya’dan Japonya’ya kadar ilim adamı ve Profösörlerin baş vuru kitaplarından bir tanesi Füsusü-l Hikem’dir. Ama “Şu duayı şu kadar okursan define bulursun” dan başka eserleri olmayan yobazlar, İbnü-l Arabi hazretlerini de haşa kafir olarak ilan edebilmiş ve hakkında onlarca yalan uydurmalarına rağmen bu insanlar sadece Müslümanların değil, gayrı Müslimlerin de sevgilisi olmuşlardır.
Konumuza dönelim.
Mesnevî: “Her zahmete kızmada, öfkelenmede, her terbiyesize kin gütmedesin. Peki ama, cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?” (c.1, 2980)
İnsanı olgunlaştıran, meşakkatler ve mahrûmiyetlerdir. Her külfetten kaçınmak tembellik, bencillik ve irâdesizliktir. Doğru olan, katlanılan külfetle elde edilecek netîce arasında bir muvâzenenin mevcut olup olmadığına dikkat etmektir.
Bu ölçüyle layık olmadığı bir muâmeleye mâruz kalan insan, hemen öfkelenmek ve mukabelede bulunmak yoluna gitmeden, kendisine yönelen tarize müstahak olup olmadığını idrak edebilmek için nefsini hesaba çekmelidir. Eğer mâruz kaldığı kötü muâmele, ona müstahak olmadığı hâlde vâkî oluyorsa, bu yolda sabretmek olgunlukta bir basamaksa, şükredip bu haksız muâmelenin fâiline acımak son merhaledir. Bu ise kolay olmadığından, böylesi pehlivanlar nâdirdir.
Zayıfa, fakire, sefile, yalnıza acımak ve onlara yaklaşmak, merhamet muktezâsıdır. Lâkin;
-Zulüm pençesi altında mazlumları inim inim inleten “zâlimin vicdânına”,
-Geniş imkânlarını, “fânî ve taşkın zevk saltanatına esir eden
sefil rûhlara”,
-Hakkın ve hukûkun yok olduğu bir düzende, “merhamet fukarası
hodgâmların rezil ruhuna” daha çok acımalıdır. Zîrâ onlar, âkıbette, yani ebedî âhiret âleminde en büyük kaybedenler olacaktır.
Yasin-i Şerif’in ikinci sayfasının sonunda (13-27. âyet-i kerîmelerde) belirtilen Habîb-i Neccâr hâdisesi, bu hâlin kahramanlığını ifâde eden ne güzel bir misaldir. Habib-i Neccar, halkına hakkı tavsiye etmesinden dolayı taşlanarak şehid edildi. Kur’ânî ifâdeyle hayata vedâ ederken ilâhî perdeler açıldı:
“–Âh, keşke kavmim, Rabbimin beni bağışlayıp ikramlara garkettiğini bilseydi!” dedi. (Yâsîn, 26-27)
Hak dostluğunun bir nişânesi olarak, kendini şehid eden kavminin gafletine ve zavallığına acıdı.
Mesnevî: “Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yâni bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle kucaklayarak, bütün âleme bir gül olabilmektir.” (c.3, 3259)
İnsanın gül olması, “mahz-ı hayır” ile hâllenmesi demektir. Böyle olanlar yılana bile baksa onu uysallaştırabilirler.7 Çünkü Hak dostları, Allâh’ın hiçbir mahlûkuna kin ve nefretle nazar etmezler. Kötülüklere karşı tabiî olarak vâkî olan buğzları bile muhâtabı aşan bir sırrîliğe mazhardır. Böylesine, “buğz-ı fillah” yani “Allâh için kızmak” denilir.
Fakat bu âlemde olup biten hâdiseler karşısında, bu kadar hayırhâh bir nazara ve hissiyâta mâlik olmak kolay değildir. Bunun için, “nefs-i emmâre”den başlayan yolculukta, zirve olan “nefs-i kâmile”ye doğru bir hayli yol katetmek lâzımdır.
Mevlânâ hazretleri, gül ile âdeta şöyle hasbihâl eder:
“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkatı gülden de işit. Bak, o ne diyor:
Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle, âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…”
Bir mü’min, muhatabına tesir edebilmek için hâliyle, lisânıyla bir olgunluk kazanmalıdır ki, karşısındakinin yaptığı hatadan kendisini mes’ûl addetsin. Bir doktorun vazifesi, hastaya kızmak değil, hastalığın tedâvî çarelerini bularak onun şifaya kavuşmasına yardım etmek olduğu gibi; ehl-i tasavvuf, günahkâra kızmak yerine onu kanadı kırık bir kuş gibi telakkî eder, onları gönül saraylarına alırlar ve günaha olan nefretlerini günahkâra taşırmazlar.
Son olarak söylemek istediğim o dur ki; günümüz insanları bilerek veya bilmeyerek, ya da art niyetle Allah dostlarının aleyhinde konuşup günah işleme yarışına girmektedirler. Oysa bir müslümanın en son işleyeceği günâh, Allah dostlarının aleyhinde konuşmak olmalı.
Cenab-ı Hak'kın selamı başta İki cihan padişahı Can Muhammed Mustafa'nın üzerine, pek değerli â'lin'e (yakınlarına) ashabına ve sevenlerinin üzerine olsun. (Amin