İslam tarihinde aradığınız herşey bu arşivde

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Misafir
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Ce: Islam Tarihimiz...

MEKKE DÖNEMI


Mekke Cahiliye ortamında Hz. İbrahim'in soyundan gelen ve onun Hanif dinini takip eden bir aileden doğan Hz. Muhammed'in, kırk yaşında putperest toplumu gerçek dine davet etmesi için peygamberlikle görevlendirilmesiyle birlikte ona inanan ve inanmayan insanların 13 yıl boyunca kendi dinlerinin savaşımını verdikleri ve nihayet azınlık-güçsüz müslümanların kendi yurtları olan Mekke'den Medine'ye hicret etmeleriyle kapanan bir dönemin adı; Miladî 610-623 yılları arasında geçen İslâmî tebliğin ilk dönemi. Mekke döneminin sonu, aynı zamanda Hicrî yılın başlangıcıdır.

Hz. Muhammed'in peygamberlikten önceki hayatı Mekke Dönemi içerisinde değerlendirilmez; Mekke Dönemi Hz. Peygamber'in peygamberliğiyle başlar. Toplumunun cahilî yaşantısından uzak kalmak ve gerçeği düşünmek için yılın belli dönemlerinde şehirden uzaklaşan peygamberimiz yine böyle bir durumda Hıra Mağarasında iken Cebrail (a.s.)'ın okuduğu,

"Oku, Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı... " diye başlayan Alâk suresinin ilk ayetlerini dinledi ve peygamberlikle görevlendirildi. Daha önce bir kitap verilmemiş putperest bir topluma kendisine gelen bu gerçeği anlatma görevi ile görevlendirildi. Kendisi o toplumda sevilen, güvenilen, asil ve emin biriydi. Ona, "güvenilen Muhammed" anlamına gelen "Muhammedül Emin" deniyordu. En değerli emanetler başkasına değil ona bırakılıyordu. Eşi Hz. Hatice Hz. Peygamber'in karşılaştığı bu durumu amcası Varaka b. Nevfel'e anlattı. İlâhî kitaplardan haberdar olan Varaka; "Ona gelen, daha önceki peygamberlere gelen Cibril-i Emindir, O peygamberdir. Keşke kavmi onu bu şehirden çıkardığı zaman hayatta olsam da ona yardım etsem" dedi. Varaka'nın söylediği aynen gerçekleşti.

Daha sonra peygamberimiz (s.a.s), Mekke'den çıkarıldı. "Ey örtüsüne bürünen! Kalk (toplumunu) korkut; Rabbini büyük bil, elbiseni de temiz tut" (el-Müddessir, 74/14) ayetleriyle birlikte Hz. Muhammed'in zorlu "Mekke Dönemi" başladı. Hz. Peygamber önce en yakın çevresini uyardı. Kendisine ilk inananlar; hanımı Hatice, kendi evinde kalan yeğeni Ali, azadlısı Zeyd, yakın arkadaşları Ebû Bekir, Osman, Talha.... oldu. Çevresinde toplanan bu müslümanlar da ona yardımcı olarak, herkes kendi güvendiği yakın çevresini yeni dinle tanıştırdı. Kendisine dinin ulaştırıldığı insanlardan temiz yaratılışlılar, zulme, haksızlığa, ahlâksızlığa karşı olanlar bu dine inanıyor; yerleşik düzenin nimetlerinden aşırı yararlanan hırslı, zalim, merhametsiz, ahlâken zayıf Mekke ileri gelenleri bu dine düşman oluyorlardı. Çünkü bu yeni din onların düzenini temelden değiştirmek için gelmişti. Onlar, dua etmek istedikleri zaman hiçbir şey duymayan, görmeyen, kendisine bile yararı dokunmayan, elleriyle yonttukları putlara, heykellere el açarken; yeni gelen din şunu söylüyordu: "Her şeyi yaratan, işiten, gören, dua ettiğiniz zaman size yardım edecek olan tek Allah'a yönelin; o putları terkedin. " Onlar insanları efendi-köle, zengin-fakir, yöneten-yönetilen, soylu-soysuz, sosyete-normal vatandaş, siyah-beyaz kadın-erkek şeklinde gruplara bölüp bir kısmım diğerlerine üstün tutarken; yeni din, bütün insanların tek bir candan yaratıldığını, üstünlüğün ancak kalplerdeki iyilik duygusu ve Allah korkusuyla elde edilebileceğini ilân ediyordu. Onlar, kız çocuklarını utanç verici bir leke olarak görürken, yeni din; kadınlara iyi davranılmasını emrediyordu. Onlar zayıf insanları köleleştirip pazarlarda satarken, kölesini bir hayvan gibi görür zevki için ona işkence yaparken, yeni din; "köleleriniz kardeşlerinizdir, kendi yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinizden onlara da giydirin; başınıza bir siyah köle bile emir seçilirse ona itaat edin" diyordu. Kısaca yeni din toplumu her türlü bağdan kurtarıp, inananlara Allah'ın önünde kardeş olarak secde etmelerini emrediyordu.

GİZLİ TEBLİĞ DÖNEMİ

İslâm Mekke'de önceleri gizlice yayıldı. Güvenilir dostlar arasında konuşuldu ve kendisine bir taban oluşturdu. Bu dönem üç yıl sürdü. Davet gizli olmasına rağmen bu yeni dinin haberi kulaktan kulağa öyle yayıldı ki Mekke'de İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı. Hatta Mekke dışına da taştı ve civar köylerden birinde oturan Ebû Zer el Gıfarî de bu yeni dini duydu ve hemen Mekke'ye gelerek Hz. Peygamber'i bulup müslüman oldu.

TEBLİĞİN AÇIKTAN YAPILMASI

"Yakın akrabanı uyar, müminlerin sana tâbi olanlarına himaye kanatlarını indir. Şayet sana karşı çıkarlarsa onlara şöyle de: Ben sizin yaptıklarınızdan tamamen uzağım." (eş-Şuarâ, 26/214-216) ayetleriyle birlikte açık davet dönemi başladı. Hz. Peygamber ailesi olan Haşimoğullarını bir yemeye davet etti ve kendisine gelen gerçeği onlara açıkladı. Ancak müşrikler alay ederek dağılıp gittiler. Hz. Peygamber, başka bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere toplanmaları için çağrı yaptı. Toplandıklarında onlara şöyle sordu: "Ey Kureyş! Size; Şu tepenin arkasında bir düşman ordusu var ve hemen üzerinize saldıracak' desem inanır mısınız?" Verdikleri cevap: "Evet inanırız, çünkü senin yalanını duymadık" oldu "O halde haberiniz olsun ki, ileride büyük bir azap günü var..." Topluluktan bir ses yükseldi: "Günümüzü zehir ettin! Bizi bunun için mi çağırdın?..." Ve toplantı yine dağıldı.

Yeni dinle eski din arasında şiddetli bir mücadele başladı. Artık Mekke'de Lâ ilâhe illallah demek büyük bir suçtu. Aileler parçalandı. Bu mücadele sadece şehirde değil evlerde de vardı. Baba müşrik, çocuk müslüman; koca müslüman, eş müşrik. Ardından, evden kovulmalar, boşanmalar, evlâtlıktan reddedilmeler, hapsetmeler, baskılar, dayak, işkenceler başladı. Bu ortamda Peygamber'in önderliğindeki müslümanlar, Erkam b. Ebil-Erkam'ın evini kendilerine merkez yaptılar ve geceleri orada buluşmaya başladılar. Orada yeni din öğreniliyor; yeni gelen ayetler ezberleniyor; namaz kılınıyor; evinden kovulan, aç kalan, işkenceye uğrayan müslümanlara kanat geriliyordu. Ama en çok da sabır öğretiliyordu. Çünkü bir günlük değildi işkence.

Yeni dinin egemen olması halinde eski konumlarını yitireceklerini iyi bilen Mekke eşrafı bu gidişe dur demek için yeni taktikler geliştiriyordu. Önce alay ettiler; "Bizim gibi soylu, zengin kişiler varken Allan buna mı vahiy verdi" dediler. Ardından, alay ve eğlenceye rağmen müslümanların sayısında artış olduğunu görünce iftiraya başladılar: "Bunun söylediği şiirdir, bu adam şâirdir, kâhinlik yapıyor. Buna bir şeyler öğreten vardır; ondan aldığı bilgileri bize aktarıyor; Aslında bunun söyledikleri Yahudi ve Hristiyan din adamlarından öğrenilmiş bilgilerdir." İftiralarına aslında kendileri de inanmıyorlardı. Çünkü onlar, Muhammed'i çok iyi tanıyor ve onun şâir, kâhin, nakilci olmadığını biliyorlardı. Bunu herkes bildiği için de İslâm'ın yayılışı devam etti ve kendi adamlarından bir kısmı daha müslümanların safına katıldı. Mekke'nin parlamento binası durumundaki Darün Nedve'de toplanan Mekke büyükleri yeni politikalar ürettiler ve Hz. Peygamber'e geldiler. Barış görüşmeleri yapmak için teklifleri kendilerince cazipti: "Ya Muhammed, senin derdin ne? Toplumumuzu darmadağın ettin. Eğer zenginlik istiyorsan, sana istediğin kadar mal toplayalım. Amacın yönetici olmaksa, seni kendimize önder yapalım, kral seçelim. Kadın istersen Mekke'nin en güzel kızlarını sana verelim. Bu işten vazgeç, istediğini verelim. Ama Hz. Peygamber onlara karşı net bir tavırla şöyle buyurdu: Değil onları, bir elime ay'ı diğer elime güneşi verseniz ben bu davadan asla vazgeçmem. Çünkü ben bunu kendi isteğimle, arzuma göre yapmıyorum. Bunu Allah isliyor" Müşrikler yeğenini ikna etsin diye araya amcası Ebû Tâlib'i koydular. O da aynı teklifle geldi; ama karar kesindi. Mekke yöneticileri Ebû Tâlib'e bir uyarı yaptılar: "Bundan sonra Muhammed'i himaye etmekten vazgeç, onunla aramızdan çekil." Ama Ebû Tâlib akrabalık bağlarını korumakta kararlı idi: "Sen işine bak oğlum. Ben hayatta olduğum sürece sana kimse hiç bir zarar veremez." Ebû Tâlib iyi niyetli idi, ama müslümanların tamamını korumaya onun gücü yetmiyordu. Üstelik müslüman da olmamıştı. Müslümanlar, Peygamberimizin amcası Hz. Hamza ve bir müddet sonra da Hz. Ömer'in müslüman olmasıyla biraz daha güçlendiler. Ancak işkence sürüyordu. Kabilesi veya kendisi güçlü olan müslümanların dışında herkes eziliyordu. Özellikle : köleler; bunlardan bir aile, Yâsir ailesi İslâm'ın ilk şehitleri oluyordu. Hz. Peygamber müslümanların bu işkencelerden kurtulabilmesi için Mekke'yi terketmelerine izin verdi ve onları "Orada bir hükümdar var, kimseye haksızlık ettirmez; orası emin bir yerdir. Allah başka bir kapı açıncaya kadar oraya gidin" diyerek Habeşistan'a gönderdi. Ve, 11 erkek dört kadın Habeşistan'a göç ettiler. Ancak göçe katılanlar daha ziyade güçlü müslümanlardı. Amaç, müslümanlara iyi bir üs hazırlamak ve İslâm'ı yaymaktı. Habeşistan'a hicret edenlerin orada iyi karşılandıkları haberi Mekke'ye ulaştığında Mekkeliler telâşlandılar. Bu arada bir söylenti çıkarıldı: "Bütün Mekke müslüman oldu." Bu haber Habeşistan'a ulaşınca muhacir müslümanlar geri döndü; ancak Mekke yakınında gerçeği öğrendiklerinde bir kısmı tekrar Habeşistan'a dönerken bir kısmı da gizlice Mekke'ye girdi.

Bir süre sonra Mekke'den daha büyük bir kafile İkinci Habeşistan hicretine katıldı. Bunlar yetmiş üç kişi idiler. Mekke müşrikleri İslâm'ın orada güçlenmesinden endişelenerek gidenleri geri getirmek için hazırladıkları değerli hediyelerle birlikte iki elçilerini Habeşistan Necaşisine gönderdiler. Elçiler Necaşinin huzuruna çıktıklarında önce hediyeleri verdiler. Sonra da isteklerini açıkladılar: "Şehrimizden ülkene kaçan bir grup insan var; onları bize geri vermeni istiyoruz." Necaşi kendisine sığınan insanların görüşünü almadan evet diyemeyeceğini söyledi ve müslüman muhacirler saraya çağrıldı.' Orada bir konuşma yapan Hz. Peygamber'in amcasının oğlu Cafer; kendilerinin köle olmadıklarını, suçlu olmadıklarını, özgür birer insan olarak buraya geldiklerini söyledi ve bu elçilerin hangi hakla kendilerini geri götürmek istediğini sordu. Cafer şöyle konuştu: "Biz, cehalet içinde yüzen, putlara tapan, güçlünün zayıfı ezdiği bir topluluktuk. Cenab-ı Allah aramızda kendisine güvendiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi tek Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Doğru söylemeyi, verdiğimiz sözü tutmayı, akrabalık bağlarına ve komşuluk haklarına saygı göstermeyi, kötülükten ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Biz de ona ve getirdiklerine inandık. Bu yüzden halkımız bize düşman oldu; dinimizden döndürmek için işkence yaptı. Biz de senin ülkene sığındık." Necâşi'nin, Hz. İsa hakkında ne düşündüklerini sorması üzerine Meryem Suresinden bir bölüm okudu. Necâşi okunan ayetlerin ilâhî bir kaynaktan geldiğini anladı ve şöyle dedi: "Bu, İsa'nın getirdiği ile aynı kaynaktan geliyor." Kureyşli elçilere de; "Gidebilirsiniz. Çünkü, Allah'a yemin ederim ki onları size teslim etmeyeceğim" dedi. Mekkeli elçiler hediyeleri de kabul edilmeyerek gerisin geriye gönderildi. Habeşistan'a hicret eden bu müslümanların bir kısmı Medine'ye hicret'e kadar orada kaldı ve daha sonra Medine'de kurulan İslâm devletine hicret ederek Medine'ye geldiler.

Mekke yöneticileri uyguladıkları yaptırımlardan sonuç alamadılar. Üstelik Hz. Hamza, Hz. Ömer gibi güçlü müslümanlar putları hiçe sayarak açıktan açığa Kâbe'de namaz kılmaya da başlamışlardı. Nihayet en önemli kararı aldılar: "Bundan sonra Muhammed'in kabilesi Haşimoğulları ile tüm ilişkiler kesilecek, onlarla alışveriş yapılmayacak, kız alınıp verilmeyecekti. Bu uygulama Haşimoğulları Muhammed'i reddetsin veya Muhammed bu peygamberlik iddiasından vazgeçsin diye başlatılmıştı." Bu sözleşmeyi her kabîlenin reisi imzaladı ve Kâbe'nin duvarına astılar. Ancak ayrı gibi görünen kabîleler arasında kız alıp vermelerle yeni akrabalıklar oluştuğu için Haşimoğulları kabîlesi yalnız kalmadı ve boykotçu kabîlelerin bazı üyeleri gizliden gizliye yardımlarını sürdürdüler. Boykot tam olarak uygulanamadı ama müslümanlar çok zor anlar da yaşadılar. Öyle ki kurumuş deri parçalarını, ot ve ağaç kabuklarını yemek zorunda kaldılar. Akrabalık bağlarına çok önem veren Mekkeliler için bu boykot kararı yüz kızartıcıydı; ama bu bir din savaşıydı ve üst düzey yetkililere göre yapılmalıydı. Ancak, üç yıl süren bu boykotun müslümanlarda bir gevşeme meydana getiremediğini gören müşriklerin bir kısmı zaten istemeyerek katıldıkları bu boykotun kaldırılmasını istediler ve Kâbe'ye astıkları anlaşma metnini oradan kaldırttılar. Müşrikler aynı zamanda bir mucizeye de tanık oldular: "Allahım senin adınla" yazısı dışında bütün kâğıt, kurtlar güveler tarafından yenmişti. Bu mucize üzerinde olumlu bir etki yapmadı. Boykotun kaldırılmasıyla birlikte müslümanlar biraz rahatladılar. Ancak Peygamberimizin hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebû Tâlib'in ardarda gelen vefâtları, müslümanları hüzne boğdu. Bu yıla daha sonra "Hüzün Yılı" adı verildi. Peygamber de artık müşriklerin fiili saldırılarına uğruyordu: Başına toz toprak attılar, Mescitte namaz kılarken üzerine işkembe koydular, dövdüler.

HZ PEYGAMBER YANINA EVLÂTLIĞI ZEYD'I ALARAK KOMŞU ŞEHIR TAIF'E GITMESI

Hz Peygamber yanına evlâtlığı Zeyd'i alarak komşu şehir Taif'e gitti. İslâm'ı onlara da duyurmak istedi. Çünkü o sadece Mekkelilere değil âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Ama orada da aynı karakterde insanları buldu. Kendilerine gelen bu misafiri alaya aldılar; ayak takımını kışkırtarak onu şehirden çıkana kadar taşlattılar. Kan içinde geri döndü. Ancak, kendi şehrini bir defa terkeden kişi bir başkasının himayesinde olmaksızın geri dönemezdi. Bu yüzden Hz. Peygamber de Mekke'ye müşrik Mut'im'in himâyesinde girdi.

Mekke'de zulüm dinmemişti, Resulullah, İslâm'ı civar kabîlelere de anlatıyor ve her geçen gün müslümanların sayısı artıyordu. Hıra'da Cebrail'in "Oku." emrinden bu güne on yıl geçti. Ve bir gece Hz. Peygamber Allah tarafından Mekke'den alınıp Kudüs'e, oradan da göklere çıkarıldı. "Kulu Muhammed'i geceleyin Mescidi Haram'dan alarak, ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Allah işitendir, görendir" (el-İsrâ, 17/1). Mirac, denilen bu olayda, Hz. Peygamber, anlamakta zorluk çekeceğimiz ama Allah'ın bildirmesiyle iman ettiğimiz bir çok mucizelerle karşılaştı. Sidretül Münteha (göklerin en uç noktasına)'ya kadar yükseldi. Kendisine Cennet ve Cehennem gösterildi ve bazı emirler ve İslâm'ın bir kısım kuralları verildi. Beş vakit namaz da bu gece farz kılındı.

Peygamberimiz sabahleyin bu olayı anlattığında Mekkeliler, onun delirdiğine hükmederek sevinç haberini birbirlerine yaydılar. Bazıları da müslümanlara koştu bu müjdeyle; "Sizinki göğe çıkmış" demek için. Hz. Ebû Bekir'e de geldiler, ama o beklemedikleri bir cevapla karşılaştılar: "Bunu o söylediyse doğrudur".

BİRİNCİ VE İKİNCİ AKABE BİATI

Cahiliye Arapları her yıl hac mevsiminde Kâbe'de toplanır haccederlerdi. Bu mevsimde Mekke'de ticaret için panayır da kurulurdu. Yine böyle bir hac mevsiminde Hz. Peygamber Mekke dışından gelen insanları tek tek dolaşarak İslâm'ı anlatıyordu. Medine'den gelen bir grup insana da anlattı ve onlar müslüman oldular. Bunlar Medine'ye altı müslüman kardeş olarak döndüler.

Kısa sürede Medine'de İslâm duyuldu ve her evde konuşulmaya başlandı. Medine'de iki büyük kabile yaşıyordu; Evs ve Hazrec Medine'de ayrıca Yahudiler de vardı. Medineliler Yahudilerle temasta olduklarından, yakında bir peygamberin çıkacağını biliyorlardı. Bu yüzden İslâm'ın yayılması Medine'de daha hızlı oldu ve Medine'li müslümanlar bir yıl sonra Mekke'ye on iki kişi olarak tekrar geldiler. Bu defa aralarında Evs ve Hazreç'in her ikisinden de müslüman vardı. İki düşman kabîle İslâm sayesinde kardeş olabilecek, düşmanlıklar ortadan kalkacaktı. Bu on iki müslüman Mekke dışında Akabe denilen yerde geceleyin Hz. Peygamber'le bir görüşme yaptılar ve Peygamber'e söz verdiler: "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacaklar; hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, ırza geçmeyecekler, çocukları öldürmeyecekler, iftira etmeyecekler, haktan ayrılmadığı sürece Peygamber'e itaat edeceklerdi. Bunların karşılığında onlara Cennet vardı. Bu Birinci Akabe Bey'atına katılanlar Medine'ye dönerken Hz. Peygamber Habeşistan'dan yeni dönen Mus'ab b. Umeyr'i de onlarla birlikte gönderdi. Mus'ab'ın görevi, Medineli müslümanlara dinlerini öğretmek ve İslâm'ı diğer Medinelilere ulaştırmaktı. Mus'ab, Medine'de 11 ay kaldı ve hac mevsimi öncesinde Mekke'ye döndü. Resulullah'a bir yıllık raporu şu cümleyle özetledi: "Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı tek ev kalmadı ya Resulullah" Bir ay sonra da Medine'den yetmiş üç erkek sekiz kadından oluşan bir heyet hac münasebetiyle Mekke'ye geldi ve İkinci Akabe bey'atı gerçekleştirildi. Medine'ye döndüklerinde müslüman bir topluluk olarak sorumlulukları büyük olacağından Hz. Peygamber onları grup grup örgütledi. On iki lider seçildi; dokuzu Hazreç'li üçü Evs'li. Bu bey'atın ne anlama geldiğini içlerinden biri diğerlerine şöyle izah etti: "Siz, siyah, kırmızı tüm insanlara savaş açmayı göze alıyorsunuz. Bu yüzden eğer mallarınız eksildiğinde ve bazılarınız öldürüldüğünde onu terkedeceğinizi düşünüyorsanız onu şimdi bırakın. Çünkü onu o zaman terkederseniz; bu, dünyada da ahirette de utanç duymanıza sebep olur. Fakat eğer sözünüzden dönmeyeceğinizi düşünüyorsanız onu alın; çünkü Allah'a andolsun bu, hem dünya hem de âhiret için kurtuluştur." Onların bu derece tehlikeli sonuçlar doğuracak biatı ise şuydu: Peygamber ve müminler Medine'ye hicret edecekler, onlar da kendilerine gelen bu kardeşlerini sonuna kadar savunacaklardı. Hz. Peygamber'in isteği netti: "Beni, eşlerinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacaksınız. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştığınızla savaşır, barıştığınızla barışırım." Bütün bunların karşılığında Medineli müslümanların mükâfatı Cennet olacaktı.

Bu görüşme ve biattan sonra Mekkeli müslümanlar birer-ikişer, gizli-açık Medine'ye göçmeye başladılar. İslâm'ın Medine'de güçlenip kendi kontrolleri dışında daha da gelişeceğinden korkan Mekkeli müşrikler bu göçü durdurmaya karar verdiler. Ancak bunu başaramadılar. Artık Mekke'de Hz. Peygamber (s.a.s), Ebû Bekir ve Ali dışında pek müslüman kalmamıştı. Müşrikler son kozlarını oynamaya karar verdiler. "Muhammed de Medine'ye gidip adamlarının başına geçerse vay başımıza geleceklere! Ona bu fırsatı vermeden yok etmeliyiz" deyip Hz. Peygamber'i öldürmeye karar verdiler. Ancak Cebrail (a.s)'ın bu komployu haber vermesiyle Resulullah önlemini aldı ve evini kuşatmış olan saldırganların arasından Yâsin suresini okuyarak çıktı. Allah'ın bir mucizesi olarak aralarından geçen Peygamber'i göremediler. Hz. Peygamber Mekke'deki son işleri tamamlamak üzere Hz. Ali'yi geride bırakarak yakın arkadaşı Ebû Bekir'le birlikte Mekke'yi terketti. Ancak Mekkeliler, kaçırdıkları bu adamı öldürene ya da getirene ödüller koyarak etrafa haber saldılar. Peygamberimiz ve arkadaşı Ebû Bekir üç gün Mekke yakınındaki bir mağarada gizlendi ve müşriklerin bulmaktan ümit kestikleri bir anda mağaradan çıkarak Medine'ye yöneldi. Kendisini Medine'de bekleyen müslümanlara bir takım zorluklara rağmen ulaştı ve İslâm'ın "Mekke Dönemi" kapandı. "Medine Dönemi" başladı.

MEKKE DÖNEMI İSLÂMI TEBLIĞIN ILK VE ZORLU DÖNEMIYDI.

Bu tebliğin yöntemini bizzat Allah Teâlâ koyuyor, Hz. Peygamber de Allah'ın gözetimi ile aşama aşama bu görevi yürütüyordu. Dolayısıyla Allah Resulunun bu yönteminden alınacak önemli dersler vardır:

1) Hz. Peygamber müşrikleri öncelikle tek Allah'a kulluğa çağırıyor

Hz. Peygamber müşrikleri öncelikle tek Allah'a kulluğa çağırıyor; onun dışındaki bütün bağlardan kurtulmalarını söylüyordu. Allah'a tam bir teslimiyet olduktan sonra Allah'tan gelecek olan emirleri kabul etmek zor olmazdı. Bu yüzden Hz. Peygamber "Lâ ilâhe illallah" mesajını öne çıkardı. Çünkü toplumun en büyük sapkınlığı birden fazla ilâha tapma idi. Birçok ilâha ibadet eden topluma İslâm'ın getirdiği mesaj şuydu: "Sizin dediğiniz gibi birden çok ilâh yoktur; tek bir ilâh vardır, o da Allah Teâlâ'dır." Buradan hareketle diyebiliriz ki, bir davetçi davet edeceği toplumun en önemli hastalığını tespit edip yoğunluğu/önceliği o hastalığa vermelidir.

2) Resulullah'a indirilen ayetler kâfirlerin en zayıf noktalarını yakalıyor

Resulullah'a indirilen ayetler kâfirlerin en zayıf noktalarını yakalıyor, ellerini kollarını bağlıyor, inatçı olmayanların inanmaları için ona da hiç bir neden bırakmıyordu. Meselâ, kâinat olaylarını örnek veriyor ve yontulmuş taşlara ibadet edenlere; "Her gün görüp durduğunuz bu kadar olağanüstü olayları yaratan Allah'a boyun eğin" diyordu. Bu, müslümanların her dönemde kullanmaları gereken bir usuldür.



3) Hz. Peygamberin getirdiği mesaj toplumda kabul edilen en güzel, en çekici bir mesajdı

Hz. Peygamberin getirdiği mesaj toplumda kabul edilen en güzel, en çekici bir şekilde sunuluyordu. Kur'an-ı Kerim şiirin revaçta olduğu bu topluma insan yeteneğini geride bırakan bir şiir üslûbuyla indirildi.

4) Davet, öncelikle yakınlardan, güvenilir ,insanlardan başlanarak açıklandı.

Davet, öncelikle yakınlardan, güvenilir temiz insanlardan başlanarak açıklandı. İlk anda bütün bir topluma sunulmadı. Bu da bir davanın yayılabilmesi için öncelikle kendisine sağlam bir zemin hazırlaması, öncü elemanlarını hazırlaması gerektiğini öğretiyor. Hz. Peygamber, Mekke'de fıtratı bozulmamış insanları diğerlerinden ayrı tutarak davette önceliği onlara verdi. Davetçi, tanıdığı ve güvendiği insanlara gitmeli, uzun vadeli yola güvenilir olamayan tanımadığı insanlarla çıkmamalı.

5) Müslümanlar zayıf oldukları dönemlerde kâfirlerin tüm baskılarına sabrettiler.

Müslümanlar zayıf oldukları dönemlerde kâfirlerin tüm baskılarına sabrettiler. Allah onlara bir müddet savaşma izni vermedi. Medine'de sağlam bir zemin hazırlandıktan sonra onlara savaş izni verildi. Gerçi müslümanlar Medine'de azınlıktılar ama artık bir cephede toplanabilmişlerdi. Mekke'de ise darmadağın ve güçsüzdüler. Savaş imkânları yoktu. Bir davanın hazırlık ve örgütlenme safhasında düşmanla fiilî çatışmaya girmeyip her türlü hazırlığını tamamlamak gerektiği sonucunu Resulullahın bu uygulamasından çıkarabiliriz.

6) Resulullah gizli davet döneminde dirençli elemanları çevresinde topladıktan sonra açık davet dönemini başlattı.

Resulullah gizli davet döneminde dirençli elemanları çevresinde topladıktan sonra açık davet dönemini başlattı. Bu dönemde karşı tarafın bütün baskı ve işkencelerine rağmen inancından taviz vermedi. Zira bu dönem açık davet, gizli örgütlenme dönemiydi. Gündüz kâfirlerin karşısına çıkıp; "Sizin taptıklarınız kendilerine bile fayda veremez. Gelin bu yanlış yoldan vazgeçin" diye onların yanlışlığını yüzlerine vuruyor; geceleyin Erkam'ın evinde gizlice toplanıp çalışma programı hazırlıyor, davetin elemanlarına taktikler veriyordu. Bu uygulama bize, İslâm dâvetinin temel özelliklerinden birini öğretiyor: Davet açık, örgütlenme gizli yapılır. Davet için de örgütlenme için de kâfirlerden izin alınmaz.

7) Müşrikler parlemantoları durumunda olan Darün-Nedve'de toplanırlar karar alırlardı

Müşrikler parlemantoları durumunda olan Darün-Nedve'de toplanırlar karar alırlardı. Peygamberimize yaptıkları tekliflerin biri şuydu: "Bu davadan vazgeç, seni "Reis yapalım." Resulullah taktik gereği bunu yapabilir, gücü elinde topladıktan sonra da getirdiği dini benimsetebilirdi. Ama İslâm açık bir din olduğu için Resulullah bu yola başvurmadı; işkencelere rağmen hakkı söyledi. Daru'n Nedve'de bir yer kapma yerine Darul-Erkam'da kendi meclisini oluşturdu. O halde İslâm davetçileri kâfirlerin kontrolündeki bir harekete katılmamalı, kendi hareketlerinin programını kendileri oluşturmalıdırlar.

8) Müslümanların güçlü olanları Mekke'de güçsüzlerle tam bir dayanışma ortaya koymuş malını-mülkünü ortaya dökmüştü

Müslümanların güçlü olanları Mekke'de güçsüzlerle tam bir dayanışma ortaya koymuş malını-mülkünü ortaya dökmüştü. İslâm'a inananlar kardeş oldular; dünya nimetleri, zenginlikler belli ellerde, kasalarda toplanmadı. Tek gaye vardı; Allah'ın dini egemen olsun. O halde her dönemde bir davaya iman edenler kardeş olduklarının bilincinde olmalı, varlıkta ve yoklukta eşit olabilmeliler. Hedefe ulaşılana kadar dünyalıklardan vazgeçilebilmelidir.

9) Hz. Peygamber, Mekke'de hiç bir insana konumundan dolayı öncelik vermedi.

Hz. Peygamber, Mekke'de hiç bir insana konumundan dolayı öncelik vermedi

Köleleri de zengin efendileri de yanına aldı; çocukları da kadınları da. Ancak İslâm'ın güçlenmesi için ileri gelen eşrafın müslüman olması için de uğraştı, hatta dua etti. Peygamberimizin bu davranışından yola çıkarak şu hükme varılabilir: Davetçi toplumunun yetenekli, üst düzey insanlarını kendi davasına kazandırmak için öncelikler verebilir. Bu da onun müstekbirlere meylettiği anlamına gelmez.

10) Hz. Peygamber'e inanan müslümanlarla aileleri arasında büyük çatışmalar meydana geldi

Hz. Peygamber'e inanan müslümanlarla aileleri arasında büyük çatışmalar meydana geldi. Aile bağları yerine inanç bağı gözönünde bulunduruldu. Bu örneği benimseyen müslümanlar her zaman ve her yerde, inanç bağıyla asabiyet karşı karşıya kaldığı zaman tercihini inançtan yana koymalı varlıklı ailenin çocuğu olan Mus'ab b. Umeyr gibi gerektiğinde ailesini terkedebilmelidir.

Müslümanların bir kısmının işkence ortamından kurtulup daha iyi bir ortamda bulunmak için Habeşistan'a hicret etmesinden şu sonuç çıkarılabilir: Müslümanlar, gerektiğinde müslüman olmasa dahi adâletli, haksızlık yapmayan insan haklarına saygı duyan bir ülkeye iltica edebilirler. Bunu yapmaları o ülkeyi dost edindikleri anlamına gelmez.

11) Hz. Peygamber, Taif seferi dönüşünde Mekke'ye müşrik olan Mut'im'in himayesinde girdi.

Hz. Peygamber, Taif seferi dönüşünde Mekke'ye müşrik olan Mut'im'in himayesinde girdi. Bu da Hz. Peygamber'in müşriklerin emrine girdiğini göstermez. Hz. Peygamber, dininden hiç bir taviz vermediği halde Mut'im ona bir insan olarak sahip çıkmış, Peygamber'den dini ile ilgili bedel istememiştir. Bu sadece karşılıksız yapılan bir yardımdır. Bunun yanında Hz. Ebû Bekir'in benzer bir olayı vardır. İbn Daine Hz. Ebû Bekir'i himayesine alır. Ancak gizliden gizliye ibadetinde serbest olduğunu, ama açıktan açığa Kur'an okuyamayacağını söyler. O zaman Hz. Ebû Bekir onun himayesine ihtiyacı olmadığını, kendisine Allah'ın yeteceğini bildirir. Eğer Hz. Ebû Bekir olayında olduğu gibi müşrikler himaye karşılığında müslümanın inancından, ibadetlerinden vazgeçmesini isterlerse o zaman onların himayesi reddedilir. Günümüzde de kapalı yerlerde (mescitlerde, evlerde) Allah'a ibadeti serbest bırakan kâfirler İslâm'ın toplum hayatına girmesini engelliyorlar. Bunu yaptıklarından dolayı müslümanlarla onların arasında bir düşmanlığın olması gerekir.

MEKKE DÖNEMI, GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARININ DERS ALACAKLARI BIRÇOK ÖRNEKLE DOLUDUR.

Mekke döneminde inen Kur'an ayetleri daha ziyade inanç temellerini konu edinir. Mekke döneminde kâfirlerin baskısı altında ezilen, hiç bir güvencesi olmayan insanlara hukukî emirler verilmedi. Meselâ bir tesettür ayeti yoktu o dönemde. Çünkü müşriklerin insafına kalan zayıf müslüman hanımların tesettürleri çekip çıkarılabilir ve müslümanlar buna karşı birşey yapamazlardı. Allah müslümanlara uygulanma imkânı olan emirleri veriyordu. Namazı bile gizlice kılan müslümanlara Allah ezan okumalarını emretmedi. Mekke, imanın olgunlaşması, gerçekten inanan insanların ortaya çıkması için bir imtihan dönemiydi. Ama artık İslâm tamamlandı. Günümüzde de müslümanların baskı altında olduğu yerleri Mekke Dönemi ile kıyaslayarak İslâm'ın hukuki emirlerini yok saymak mümkün değildir. İslâm'ın ilk geliş dönemiyle bu dönem bir tutulmaz. Kur'an tamamlanmıştır; müslümanlara farz kılınan yükümlülükler kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecektir. Müslümanlara düşen, baskı altında ezildikleri Mekke Dönemini andıran zemin ve zamanlarda bütün güçleriyle İslâmı yaşamaya çalışmak ve bir an önce Medine Dönemini hazırlamaya çalışmaktır. Nefsine uyup, "Mekke döneminde yaşıyoruz" diyerek İslâmî yükümlülüklerden kaçmak çözüm değildir.
 
Ce: Islam Tarihimiz...

HABEŞİSTAN HİCRETİ


Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm'ın öngördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altınca yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan hicreti olarak adlandırılır.

Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10) buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret mükafatı ise daha büyüktür" (en-Nahl,16/41), ayeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.

Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazırlarken, diğer yandan da hristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince bilgilendirdi. Ayrıca, müminlere hristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri gerektiği öğretildi: "İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki; "Bize indirilene de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir, biz de O'na teslim olanlarız" (el-Ankebût, 29/46). Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler taşıyan şu ayetler geldi: " Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları cennette, altlarından ırmaklar akan yüksek odalara yerleştiririz; orada ebedî olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz; onları da, sizi de Allah besler. O işitendir, bilendir" (el-Ankebût, 29/56-60). Ankebût suresi, çoğu müfessire göre Habeşistan hicretinden çok sonra, Medine'ye hicretten hemen önce inmiştir. Ancak merhum Mevdûdî, yaptığı tahkikle surenin Habeşistan hicretinden önce indiği sonucuna varır. Ona göre önceki müfessirleri surenin hicretle ilgili ayetleri yanıltmış, yanlış değerlendirmelerine neden olmuştur. Daha önce merhum Derveze de aynı sonuca ulaşmış olmalı ki, Türkçe'ye "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı" adıyla çevrilen eserinde andığımız ayetlerin Habeşistan hicretinin gerçekleştirilmesine işaret eden bir anlam taşıdıklarını belirtir (II, 233).

Andığımız son ayetler indiği sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz. Peygamber, müminlerin Habeşistan'a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler, hicret yurdu olarak Habeşistan'ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza göstermeyen, adil bir insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir inanca (Hristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm'ın orada yayılma imkânının bulunmasının da seçimi etkilediği söylenebilir.

Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göçtü. Nübüvvetin beşinci yılının (614) Receb ayında gerçekleşen ilk bu hicrete en çok kabul gören rivayete göre onbiri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam onbeş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabîler de bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habeşistan'da son derece iyi karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra, müşriklerin müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle Habeşistan'dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, herbiri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler.

Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı. Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer olduğunu göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Ca'fer b. Ebî Tâlib'in önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın olmak üzere toplam 101 ya da 103 müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yeraldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası gitmişti.

İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan'ın İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yı Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların da yardımlarıyla. Necâşî'nin müslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir insan olan Necâşi'yi bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.

Elçiler Necâşî ile görüşerek muhacir müslümanların birtakım beyinsiz gençler olduklarını, kendi dinlerini terkettiklerini fakat hristiyan da olmayarak yeni bir din icad ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek müslümanları yanına çağırttı; elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir talebe hakları olmadığını göstermek amacıyla elçilerden; kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek istedikleri katiller olup olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne hakla iade talebinde bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki sözlerini tekrarlaması ve Necâşî'nin İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer ünlü konuşmasını yaptı.

Ca'fer b. Ebî Tâlib, İslâm öncesi durumları ile Hz. Peygamber ve İslâm hakkında kısaca bilgi verdiği bu konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar, biz, cahil bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi davranmaz, kötülük yapardık. İçimizden güçlü olanlar zayıf olanları yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğru sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O peygamber, bizim ve babalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan vesâireden yapılmış putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na ibadet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti. Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti. Biz ona inandık ve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah tarafından getirdiklerine göre kendisine tabi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet ettik. Onun bize haram kıldığı şeyi haram, helâl kıldığı şeyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi yüce Allah'a ibadetten vazgeçirerek putlara taptırmak, dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleyegeldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için türlü işkencelere uğrattılar. Onlar bize galebe çalıp zulüm ve tazyikleri altında ezmeye başladıkları, dinimizle aramıza girdikleri zaman, senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene can attık. Ey Hükümdar, bir, senin yanında hiçbir zulme ve haksızlığa uğramayacağımızı umuyoruz" (M. Asım Köksal, İslâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225).

Konuşmayı dikkatle dinleyen Necâşî, yanlarında Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadığım sordu. Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan Meryem Suresinin ilk otuzbeş ayetini okudu. Rivayetlere göre, ayetleri gözyaşları içinde dinleyen Necâşî, bunların Hz. Musa ve İsa'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan geldiğini tasdik ederek, elçilere müminleri teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın, müslümanların Hz. İsa hakkında çok kötü sözler kullandıklarını söyleyerek Necâşî'nin kararını değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu, resulu, ruhu ve O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bakire olan Meryem'e ilka ettiği kelimesidir" şeklindeki cevabıyla yalnızca Necâşî'nin bu konudaki gerçeği kavramasına yaradı.

Habeşistan muhacirleri uzun yıllar hayatlarını burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde başta Necâşî olmak üzere birçok kişinin müslüman olmasına vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Ca'fer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında Medine'ye gelerek müslümanlara katıldı.

HABEŞ ÜLKESINE ILK HICRETIN TARIHI VE ORAYA ILK HICRET EDENLER:

Nübüvvet'in beşinci yılında, Receb ayında

1) Hz. Osman b. Affan, b. Ebil'As, b. Ümeyye

2) Hz. Osman'ın zevcesi Hz. Rukayya bint-i Resulüllah

3) Ebu– Huzeyfe b. Utbe, b. Rebia, b. Abd. Şems

4) Ebu– Huzeyfe'nin zevcesi Sehle bint-i Suheyl, b. Amr

5) Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid, b. Esed

6) Mus'ab b. Umeyr, b. Haşim, b. Abd. Menaf, b. Abduddar

7) Abdurrahman b. Avf b. Abd. Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre

8) Ebu– Seleme b. Abdul'esed, b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum

9) Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b. Abdullah, b. ömer, b. Mahzum

10) Osman b. Mazun, b. Habib, b. Vehb, b. Huzafe, b. Cumah

11)Amir b. Rebia'el'Anzi

12)Amir b. Rebia'nın zevcesi Leyla bint-i Ebi Hasme

13) Eb– Sebre b. Ebu Rühm, b. Abdul'uzza'l'Amiri

14) Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü Külsum bint-i Suheyl b. Amr

I5) Hatıp b. Amr, b. Abd şems

16) Süheyl b . Beyza

17) Abdullah b. Mes'ud

Dinlerinden döndürülmekten korkup dini bir vazife olarak , Kimi, yalnız başına, kimi, zevcesiyle,birlikte, Habeş ülkesine hicret etmek üzere kimi, binitli, kimisi de, yaya olarak.Mekke'den, gizlice yola çıktılar. Bu, İslam'da, ilk hicret idi.





GARANİK HADİSESl VE İÇ YÜZÜ

Resulullah Aleyhisselamö bir gün Mekkede Kabe de Necm suresini okumağa başlayıp surenin ,son ve Secde ayeti olan 62. Ayetini okuduktan sonra, orada ,Secde etmiş,orada bulunan yanındaki arkasındaki herkes,Müslümanlar, Peygamberimize uyarak secde etmiş, cemeatten, secde etmeyen kimse kalmamıştır.Müşrikler, putlarının adını işittikleri için,putlarına, tazim maksadıyla secde etmişlerdi.Bu habesistandaki müslümanlara yanlis aksettirildi. Mekkeli Müsriklerin Müslüman olduklari zannedilerek bazi müslümanlar Habesistandan Mekkeye geri Dönmüslerdi
 
Ce: Islam Tarihimiz...

AKABE BEY'ATLARI


Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'den gelip ilk müslüman olanlarla 621-622 yıllarında Mekke'nin Akabe adı verilen mevkîinde yaptığı iki anlaşma ve ahidleşme.

Mekke'ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkiye verilen Akabe adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahidleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevkî hatıra gelmektedir.

İslâm'ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmağa çalışan Resulullah (s.a.s.) özellikle Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib (Medine)'den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm'a davet etti. Peygamberliğinin onbirinci yılında onun bu çağrısına adı geçen kabileden altı kişi icabet edip, büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib'teki diğer Arap kabilesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs'e bahsedip onları da İslâm'a davet edeceklerine ve gelecek yıl yine Hacc mevsiminde aynı yerde Resulullah'la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar

Medine'de yaşayan bu iki kabîlenin dışında ayrıca üç Yahûdi kabîlesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı. Yahûdiler ellerindeki Tevrat'a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahûdilerin bu sözleri Yesrib'li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Akabe'de görüşünce, yahûdilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk müslüman Yesribliler Resulullah'a iman ederek şöyle dediler: "Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri biraraya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz." Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygambere iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi. (İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.). İslâm'a gönül veren bu ilk Medineli müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten bir çok kimse bunların aracılığıyla İslâm'a girdi. Özellikle Resulullah'ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es'ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm'a davet ettiler. Gerçekten İslâm akîdesi Yesrib de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah'ın rahmeti sâyesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl yani peygamberliğin onikinci yılında yine Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li oniki kişi Akabe mevkiinde Resulullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey'atı adı verilen bu bey'atta bulunan sahâbelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatır:

"Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Resulullah'ı kendi nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun ona muhalefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah'a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Resulullah'a muhalefet etmeyeceğimize dair bey'at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının Allah'a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah'a kalacağına; Allah'ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Resulullah'ın bize bildirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz verdik."

Bu birinci Akabe Bey'atına katılan oniki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Resulullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey'atında bulunduğu ifade edilir.

Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm'ı öğretmek üzere Resulullah tarafından tayin edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kısa surede Medine-i Münevvere'de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus'ab b. Umeyr, Rasûlullah'ı Medine'deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm'ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle Yesrib'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm'a girmesiyle İslâm, Medine'de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi şehirlerine dâvet etmeye karar verdiler.

Birinci Akabe Bey'atından bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke'ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş müslüman vardı. Allah Resûlünün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm'ın tebliğinden ibaret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.

Rasûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya müslüman olmamış, yahut müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himaye ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:

- Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a.s.)'in aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdimizde izzet ve ikrâm içindedir. Fakat sizinle bir andlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.

Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu:

-Dediklerinizi dinledik. Ey Allah'ın resulü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.

Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler okuduktan sonra şöyle buyurdular:

"Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum"

Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma'rur oldu. O, şöyle dedi:

-Bey'at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır.

Bera'dan sonra söz alan Ebu'l Heysem de:

- Ya Resulallah, dedi. Bizim yahudilerle bir takım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah'ın inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?

Resulullah (s.a.s.) gülümsediler ve dediler ki:

"Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz" ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım. "

Resulullah (s.a.s.)'in bu sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi:

-Hazrecliler! Bu zata niçin bey'at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey'atla insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve ahirette rüsvay olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve ahiret hayrı bundadır.

Hepsi kabul ettiler ve sordular:

- Ey Allah'ın Resulü, buna karşılık bize ne va'd ediyorsunuz?

Resulullah:

"Cennet" dedi.

Bey'at kısa zamanda tamamlandı. Hepsi de darlıkta ve genişlikte her halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamaya söz verdiler.

Bey'attan sonra Resulullah (s.a.s.), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kişi olmak üzere on iki nakip seçtiler. Es'ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler. Bunun anlamı, oniki kabilenin İslâmiyeti kabul etmesiydi.

Bey'at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey'atın bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı:

- Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle döğüşmek için andlaşma yaptılar!..

Fakat müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi:

- Ya Resulallah, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız. Resulullah (s.a.s.) ise şöyle buyurdular:

"Hayır... Bize savaş izni daha verilmiş değildir. Şimdilik hepiniz yerlerinize dönünüz."

İslâm'a teslim olup Resulullah'a tam anlamıyla bey'at eden bu ilk müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe'deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey'attan haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mahiyetini araştırmağa başladılar. Fakat henüz müslüman olmamış olan Yesribliler'in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesrib'li müslümanlar şehri terk etmişlerdi .

İslâm Devleti'nin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey'atına, Resulullah'ın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tesbit edildiği ve kararların alındığı bir bey'at olmasından dolayı, "Bey'atü'l-Harb" adı verilir. İkinci Akabe bey'at'ının gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm Devleti'nin temeli atılmış oluyordu.
 
Ce: Islam Tarihimiz...

HİCRET


Bir yerden başka bir yere göç etmek.

Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının İslâm devletini kurmak üzere Mekke'den Medine'ye göç etmeleri.

Rasûlullah Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hacc mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.

"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.

Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamber'in geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle aralan açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü. kazıyacağız" diyorlardı.

Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hacc için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize söz verip bey'at ettiler.

Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.

Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakımı. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."

Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbımıza bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sadıkız".

Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler "bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.

Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."

Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diğer müslümanlar hicret ettiler.

Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.

Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.

Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.

Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde kalması emredildi.

Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmiştir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.

Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hıra mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.

Müşrikler hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.

Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.

Kureyşliler, Peygamberimizi bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.

Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.

Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.

Peygamberimizin Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın geldiğini onlara haber verdi.

Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetişti.

Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.

Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccaroğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.

Neccaroğulları Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Rasûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu.

Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı. (Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud Sünen, II, 579)

Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emr ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).

Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim demiştir.

Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der (İbn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).

Rasûlullah Medine'ye varınca mü'minlerin her biri kendi evinde ağırlamak istediler ve bu konuda yarışırcasına hareket ettiler. Rasûlullah'ı misafir edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardı. Efendimiz onlara "Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona emir buyurulmuştur" diyordu (Semhûdî-Vefâü'l-Vefâ, I,183).
 
Ce: Islam Tarihimiz...

TARIHTE HICRET: HZ. İBRAHIM (A.S)'IN HICRETI:

Hz. İbrahim, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir bir işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip almamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.

Hz. İbrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlarınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).

Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: "Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karşı yer de olsa Cennet'te İbrahim ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."

ASHAB-I KEHF'IN HICRETI:

Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı". Ashab-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulman ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.

"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık."

(Birbirlerine şöyle demişlerdi):

"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın " (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.

HABEŞISTAN'A HICRET:

İslâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.

Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama. en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmiş oluyordu...

HICRETIN HÜKMÜ:

Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder.

Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:

"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:

"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine İbn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).

Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamiyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.

Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (İbn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-İslam'a hicret etmekten alıkoymaz.

Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının,da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır (eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 29).

Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/100). Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.

Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.

İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyamete kadar kaimdir.

Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır (İbn Mace Keffâret).

Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.

Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:

"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır" (Ebû Davûd, Cihad).

Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-İslâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 29) der.

Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.

Peygamber Efendimiz, bazan büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında do muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacok, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır" (İbn Kesîr, Tefsîr, III, 329).

Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.

Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düşmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.

HICRET EDENLER VE ECIRLERI:

Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler vermektedir:

"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler" (el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/20).

"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razi olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (et-Tevbe, 9/100).

"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı" (en-Nahl, 16/41).

Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"

Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir:

"Ey inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin (el-Ankebût; 29/56).

Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında nazil olduğu bildirilmektedir.

Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerle" ( İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibadet ettikleri yerdir."

İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı, U.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V, 3790).
 
Ce: Islam Tarihimiz...

BEDİR GAZVESİ


İslâm devletinin Medine'de kurulmasından sonra müslümanlarla müşrikler arasında meydana gelen ilk savaş. Bu savaşa, yapıldığı kasabanın adıyla anılarak, Bedir Gazvesi denilmiştir.

Bedir kasabası Medine'nin 120 km. kadar güneybatısında ve Kızıl Deniz sahiline 20 km. uzaklıktadır. Bedir, Mekke'den gelip Medine'den geçerek Suriye'ye kadar uzanan yol üzerinde olup, Mekke-Medine arasındaki konak yerlerinden biri idi. Bedir halkı kasabalarına uğrayan ticaret kervanlarına verdikleri hizmetler karşılığında elde ettikleri kazançlarla geçinirlerdi. Ayrıca her yıl Zilkade ayında burada kurulan bir panayır kasaba halkına önemli gelir sağlardı. Bedir kasabasının İslâm savaş tarihinde önemli bir mevkii vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) müşriklerle çarpışmak üzere buraya üç defa gelmişti. Birincisine ilk Bedir Gazvesi adı verilir. Savaşa henüz izin verilmediği dönemlerde Mekkeli müşrikler müslümanlara saldırılarına devam ediyorlardı. Fakat hicretin altıncı ayından sonra cihat izni verilince artık müslümanlar kendilerini ve İslâm devletini koruma imkânı bulmuşlardı. Bir ara müşrikler o sırada henüz müslüman olmamış olan Kürz b. Câbir'in kumandası altında bir askerî birlik gönderip Medine'nin çevresine saldırtmışlardı. Kürz ve yanındaki müşrikler Medine'nin güneyinde Cemmâ denilen yere gelip müslümanların sürülerine saldırmış ve yağmalamışlardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) Medine'de Zeyd b. Hârise'yi devlet başkanlığına vekil tayin edip bir grup müslümanla Sefevan vadisine kadar ilerledi. Kürz ve adamlarını takip eden Hz. Peygamber, müşriklerin izlerine rastlamayıp Medine'ye geri döndü. Bu gazveye ilk Bedir Gazvesi adı verilir. Peygamber, hicretin ikinci yılında Rabîü'l-evvel (623 Eylül) ay'ı başlarında bu sefere çıkmıştı.

Müslümanların her şeylerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret etmeleri müşriklerin İslâm'a ve müslümanlara olan kinlerini dindirmemişti. Hatta müslümanların Medine'de devletlerini kurup yerleşmeleri Mekkeliler'e çok ağır gelmişti. Müşrikler İslâm'ın bu başarısını hazmedemeyip mutlaka durdurmak için yollar aramağa başladılar. Hicretten önce Abdullah b. Übey b. Selül adındaki kabîle reisi Medine'de taç giyip kral olmak üzere idi. Fakat akrabalarının ve destekçilerinin büyük bir kısmı müslüman olup Hz. Peygamber (s.a.s.)'i şehirlerine davet edince, artık burada bir Arap devleti değil İslâm devleti kurulmuştu. Bunu bir türlü içine sindiremeyen Abdullah b. Übey, etrafındaki bazı adamlarıyla birlikte İslâm'a girdiklerini söylemişlerse de asla içten iman etmemiş, münafıklıklarını sürdürmüşlerdi. Bunu fırsat bilen Mekkeli müşrikler eski dostları olan İbn Übey'e bir mektup yazarak şöyle demişlerdi: "Siz bizimkileri barındırdınız. Ya siz Muhammed'i öldürür veya yurdunuzdan çıkarırsınız; yahut biz hepimiz toptan gelip üzerinize saldırır erkeklerinizi öldürür kadınlarınızı esir alırız."

Hz. Peygamber ve arkadaşlarının Medine'ye gelmeleriyle krallığı engellenen Abdullah b. Übey, etrafındaki münafıklarla İslâm'ı içten yıkmağa çalışıyordu. Onun gayesi gayet açık idi. Krallık isteyen bir adam İslâm devletinde ve Peygamber'in başkanlığında barınamazdı. Münafıklar, dünya ve dünya çıkarlarının peşine takılmış müşriklerle işbirliği yaparak, İslâm'ın Medine'deki hâkimiyet ve devletini yıkmağa çalışıyordu.

Müslümanlar, müşriklerle münafıkların kurdukları bu işbirliğini haber aldılar. Mekkelilerin gönderdiği bu mektup onların ve Medine'deki münafıkların gayelerini gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

O bakımdan, müslümanlar çok dikkatli idiler. Bu düşmanlardan gelebilecek saldırıya hazırdılar. Resulullah ilk tedbir olarak, Medine-i Münevvere çevresine küçük müfrezeler gönderdi. Bu müfrezeler, Kureyş'in ticaret kervanına engel oluyor ve Medine çevresindeki kabîlelerle barış anlaşmaları yapıp, Medine-i Münevvere'nin güvenliğini sağlıyordu.

Hamza b. Abdülmuttalib, Ubeyde b. Hâris ve Sa'ad İbn Ebi Vakkas (r. an.) gibi ileri gelen sahabiler, bu müfrezelerin başında görev yapmışlardı. Bunlar kan dökmemeğe dikkat ediyorlardı. Yalnız Abdullah b. Cahş (r.a.) müfrezesi Bedir'den önce düşmanla çarpışan ilk İslâm seriyyesidir. Bu hadisenin savaşılması haram aylardan Recep ayının son gecesinde olması, müşriklerin dedikodusuna sebep oldu. Bu olay üzerine, haram aylarda savaşmak hakkında aâyetler nazil oldu. Bu ayetlerde, müslümanlara, cihat izninin verileceğine dair müjdeler vardı. Ve hemen ardından da savaşa izin veren ayetler geldi.

"Kendileriyle savaşılan (mü'min)lere izin verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir. Ve Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeğe kadirdir. " (el-Hacc, 22/39).

"Ey inananlar, korunma tedbirleri alın; bölük bölük veya hep birlikte savaşa gidin." (en-Nisâ, 4/71).

"(Yeryüzünde) hiçbir kötülük kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya
 
Ce: Islam Tarihimiz...

BEDİR GAZVESİ DEVAM...
"(Yeryüzünde) hiçbir kötülük kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak Allah, ne yaptıklarını görmektedir. " (el-Enfâl, 8/39)

Bu ayetler, müslümanları, müşriklerden yıllarca gördükleri işkencelere karşı intikam almaya teşvik ediyor; zalimlerden, Allah'ın hâkimiyetini gasba yeltenmiş müstekbirlerden bu hâkimiyetin alınarak Allah'a iade edilmesini ve hükmün Allah'a ait olduğunun onlara gösterilmesini istiyordu. Bunun için de müslümanların gerekli tedbirler alarak ve korunarak savaşmalarını istiyordu. Bu ayetlerdeki istek elbette Cenâb-ı Hakk'a aitti. Eğer insanlara ve Resule ait olsaydı zaten onlar yıllarca önce savaşmak ve zulme isyan etmek istemişlerdi. Ancak, zulme isyan Allah'ın ölçülerine ve rızasına uygun yapılmalı ve bir zulüm kaldırılırken yerine başka bir zulüm ikame edilmemeliydi. İşte Medine'deki İslâm toplumu bunu anlıyordu. Müslümanlar işte bunun için müşriklerle savaşmayı göze almışlardı.

Mekkeli müşrikler defalarca müslümanları tehdit edip, onlara Medine-i Münevvere yakınlarına kadar gönderdikleri çapulcu birlikleri eliyle zararlar veriyorlardı. Son zamanlarda Ebû Süfyân'ın da ortaklığıyla oluşturulan bir kervan Suriye'den mallar getirecek ve bununla müslümanlara son ve kesin darbe indirilecekti. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s.), durumu ashabıyla istişare etti. Bu kervanın Mekke'ye ulaşmasına engel olunması kararı alındı. Bu kararın uygulanması aşamasına gelindiğinde Ebu Süfyan durumdan haberdar oldu ve Damdam b. Amr el-Gifârî'yi Mekke'ye göndererek Kureyş'ten yardım istedi.

Ebu Cehil bu fırsatı kaçırmak istemediğinden Kâbe'ye koştu. Müşrikleri müslümanlara karşı savaşa teşvik etti. Tellâllar çıkararak Mekke sokaklarında bağırttı. Eli silâh tutan herkes bu müşrik ve putperest orduya katıldı. Hatta Resulullah'ın müşrik olan amcası Ebu Leheb, kendisi gidemeyecek kadar hasta olduğu için yerine ücretle bir kiralık asker gönderdi.

Resulullah hicretin ikinci yılı Ramazan ayının sekizinci günü Abdullah İbn Ümmü Mektum'u Medine'de kalan yaşlı ve hastalara namaz kıldırmak üzere görevlendirdi. Yahudilerin karışıklık çıkarmasından şüphelendikleri için Ebu Lübabe'yi de Medine'de yönetimin başında vekil bıraktı.

Müslüman ordusunun sayısı üçyüzbeş kişi idi. Bunların seksenüçü Muhacirlerden, altmışbiri Evs'den, geri kalanları da Hazrec kabilesinden idiler. Muhacirlerden yalnızca Osman b. Affân (r.a.), hanımı Resulullah'ın kızı Rukiye ağır hasta olduğu için Medine'de kalmıştı. Kendisi de ayrıca rahatsızdı.

Müslümanların yalnız üç atları ve yetmiş develeri vardı. Bineklerine sırayla binmek zorundaydılar. Zefiran denilen yere geldiklerinde, Mekkeli müşriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarını öğrendiler. Biraz duraklayıp tereddüt ettiler. Çünkü onların büyük hazırlıklarla gelen Mekke ordusuna karşı koyacak kadar askerleri yoktu. Buna hazırlıklı da değillerdi. Resulullah ashabıyla yeniden istişare etti. Kervanın peşine mi düşülmeliydi; yoksa müşrik ordusuna karşı mı durulmalıydı. Allah Resulu ve Muhâcirler ordunun karşısına çıkılması taraftarıydılar. Ensâr ise, Akabe beyatında verdikleri sözle Medine' de Rasûlullah'ı koruyacaklardı. Şimdi ise Medine dışında idiler. Rasûlullah (s.a.s.) onlara reylerini sordu. Ensardan Sa'd b. Muaz şöyle dedi:

"Ya Resulullah, biz sana inandık. Allah tarafından getirdiklerinin hak olduğunu tasdik ettik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için artık denize girersen, seninle beraber biz de gireriz. Hiç birimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı durmaktan çekinmeyiz. Muharebeden geri dönmeyiz. Sabrederiz ve sadakatten ayrılmayız. Bizden memnun kalacağın işler nasip etmesini Allah' tan dilerim. Hemen Allah'ın bereketini dileyerek istediğiniz tarafa yürüyünüz."

Resulullah (s.a.s.), ashabının bu birlik ve beraberliğine çok sevindi. Allah'a hamd ile, müşriklerle karşılaşmak üzere Bedir kuyuları mevkiine doğru yola koyuldu.

Ebu Süfyan, müslümanların Bedir'e gelmekte olduğunu öğrenince kervanın yönünü değiştirdi. Deniz tarafından Mekke'ye yollandı. Müslümanlar Bedir'e gelince, kervan çoktan uzaklaşmıştı.

İslâm ordusu, kumluk bir araziye konakladı. Müşrikler ise Bedir kuyularını tutmuşlardı. Gece yağan yağmur, hem araziyi pekiştirdi, hem de müslümanların su ihtiyacını giderdi. Bu Allah Teâlâ'nın onlara bir yardımıydı.

Daha sonra, buraları çok iyi tanıyan Habbâb b. Munzir'in teklifiyle ordunun karargâhı değiştirilip Bedir köyünün en sonundaki kuyunun yararına geçildi. Resulullah (s.a.s.) elini kana bulamak istemediğinden kendisine ordunun gerisinde bir çadır kuruldu. Çadırının kapısında Sad b. Muaz nöbet tutuyordu.

Mekkeli müşrikler zırhlar içinde idi. Sayıları bin kişiye yakındı. Bunun yüz kadarı süvari yedi yüzü develi ve geri kalanı piyade idi. Bu sayı İslâm ordusunun üç katı idi.

Ordular ibret alınacak bir dağılım sergiliyordu. Tarih hiç bir zaman bu derece anlamlı bir savaşa tanık olmamıştı. Bir tarafta Müminlerin dostu Ebu Bekr (r.a.), diğer tarafta müşrik saflarında yer alan oğlu Abdurrahman; bir tarafta müşrik ordusu komutanı, Utbe b. Rabia, karşısında oğlu Huzeyfe bulunuyordu. Resulullah'ın amcası Abbas ile Hazreti Zeyneb'in eşi ve Resulullah'ın damadı Ebu'l As, müşriklerin arasındaydı. Akîl ise kardeşi Hz. Ali'ye karşı müşrik ordusunda yer almaktaydı.

Bu sırada Ebû Süfyan'ın kervanının Mekke'ye ulaştığı haberi geldi. Ebu Süfyan müşriklere bir haber göndererek, "Siz kervanınızı korumak için harekete geçtiniz. Artık savaşmadan geri dönünüz" dedi. Ancak geri dönmek için arzulu olanlar olduysa da savaşma kararı alanlar çoğunluktaydı. Ebû Cehil, "Müslümanları öldürmeye bile lüzum yoktur. Ellerini bağlayıp onları tekrar Mekke'ye götüreceğiz ve böylece İslâm da bitecek" diyordu.

Bu ordu, İslâm'ın tek ordusuydu. Eğer bu ordu ezilecek ve silinecek olursa Allah'ın hükmünü hâkim kılacak bir başka topluluk kalmayacaktı. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın, vadettiğin yardımını bugün lutfet. Ya Rab, bu bir avuç mücahid yok olursa, bir muvahhidler bu gün telef olursa, yeryüzünde sana ibadet eden kalmayacak!" diye dua ve niyazlarına devam etti. Bu sırada da şu mealdeki vahiy gelmişti:

"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır. " (el-Kalem, 68/45).

Resulullah (s.a.s.) kan dökülmesini istemediğinden Ömer b. el-Hattab'ı elçi olarak müşriklere gönderdi. Onlar savaş konusunda kararlı olduklarından Resulullah'ın bu şerefli elçisinin tekliflerini dinlemediler. Kur'an bir başka ayetiyle müminleri desteklemekte ve Mekkeli müşriklerin cezalandırılmasını talep etmektedir:

"Onlar, (insanları, Rasülü ve mü'minleri) Mescid-i Haram'dan geri çevirdikleri ve onun velisi, bakıcısı ve koruyucusu olmadıkları halde Allah onlara neden azap etmesin? Onun velileri sadece muttakîlerdir. Fakat çokları bunu bilmez. " (el-Enfal, 8/34).

Bu harpten itibaren, Kur'an-ı Kerîm'de, girişilen bütün savaşlarda müslümanların yanıbaşında çok sayıda meleğin savaşa katıldığından bahsedilir. Ancak Bedir savaşı ötekilerden bir farklılık gösterir.

"O zaman sen müminlere.' Rabbinizin size indirilmiş üç bin meleği ile yardım etmesi, size yetmez mi?' diyordun , "Evet, sabreder, (Allah' dan) korkarsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz, size nişanlı beş bin melek ile yardım eder", Allah, bunu size sırf müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yaptı.

Yardım, daima galip ve hikmet sahibi Allah katındadır. " (Âli İmrân, 3/124-126).

17 Ramazan (13 Mart 624) Cuma günü sabahleyin her iki ordu Bedir kuyularına doğru ilerledi. Müslümanlar bu kuyuların başına kâfirlerden önce ulaşmışlardı. Müşriklerin tarafındaki kuyular tamamen kapatılıp tutulduysa da Hz. Peygamber (s.a.s.) düşmanın kendi tarafındaki bir kuyudan su almalarına müsaade etmiştir. Cahiliye adetlerine göre savaşı iyice kızıştırıp heyecan doğurmak için gruplar öne adam çıkararak birbirlerine meydan okurlardı. Müşrikler tarafından Esved adındaki şahıs ortaya çıkıp er istemiş, buna karşı Hz. Hamza çıkarak onu derhal öldürüvermişti. Bunun üzerine Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabîa, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ortaya atıldılar. Bunların karşısına Medineli gençlerden üç kişi çıkınca, kim olduklarını sormuş ve onlara: "Siz bizim dengimiz ve muhatabımız değilsiniz, bizim kavmimiz ve kabilemizden adamlar çıksın" demişlerdi.

Kureyş kâfirlerinin bu istekleri üzerine Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde b. Hâris çıktılar. Hz. Hamza ile Hz. Ali hasımlarını derhal öldürdüler. Ubeyde ise hasmını yaralamış kendisi de yaralanmıştı. Onun yardımına koşan Hz. Hamza ve Hz. Ali (r.a.) derhal Utbe'yi öldürüp yaralı arkadaşlarını müslümanların karargâhına taşımışlardı. Bu mubarezelerin sonunda taraflar birbirlerine saldırıya geçtiler. İkindiye doğru müslümanlar tarihin kaydettiği büyük zaferlerden birini gerçekleştirmişlerdi. Savaş sona ermişti. Müslümanların, İslâm'ın ve özellikle Hz. Peygamber'in en büyük düşmanı Ebu Cehil başta olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden çok kimse hayatını kaybetmişti. Müşriklerden tam yetmiş kişi öldürülmüştü. Müslümanlar ise on dört şehid vermişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarını kıldırdıktan sonra Allah yolunda canlarını veren bu ilk şehitleri toprağa verdi. Müslümanlar Kureyş'in ölülerini de yerde bırakmayıp açtıkları bir çukura gömdüler.

Mekkeli müşriklerden bir miktar esir alındı. Ama henüz Cenâb-ı Allah esirler hakkında hükmünü bildirmemişti. Peygamberimiz bu esirlerle ilgili olarak ashabıyla istişarede bulundu. Ashabtan bazıları bunların derhal öldürülmesini teklif ederken, en yakın müslüman akrabalarının bunu infaz etmelerini tavsiye etmişlerdi. Buna karşılık başta Hz. Ebu Bekir olmak üzere bazı sahabeler de bu esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif ettiler. Rasûlullah bu ikinci teklifi uygun buldu. Fidye ödeyemeyenlerden okuma yazma bilenlerin müslümanların çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğretmeleri istendi. Esirler müslümanlar arasında dağıtıldı.

Hz. Peygamber onlara iyi muamele edilmesini istedi. Esirlerden elbisesiz kalmış olanlara giyecekler verildi. Bu esirler müslümanlarla birlikte ve onlarla eşit şartlar altında yemeğe oturuyorlardı. Esir alınanlardan sadece ikisi idama mahkûm edilmiştir. Çünkü bunlar Mekke'de inananlara yapmış oldukları zulümden dolayı idamı haketmişlerdi. Rasûlullah'ın, bu ilk askerî karşılaşmada gösterdiği bu insânî tutum ve davranış daha sonraki olaylarda da değişmemiştir.

Mekke müşriklerinin ileri gelenleri ve başkanları, Bedir'de öldürülmüştü. Ebû Süfyan ise büyük ticaret kervanının başında olduğu halde kaçıp kurtulmuş ve bundan böyle Mekke' nin başkanı olmuştu. Oğlu, kayınpederi ve kayınbiraderi Bedir savaşında öldürülen Ebu Süfyan, bunların intikamını alıncaya kadar hanımına yaklaşmayacağına, saç ve sakalını kestirmeyeceğine yemin etti. Bunun yanında karısı Hind de kendi akrabalarını öldürenleri bulup onların ciğerlerini yiyeceğine and içmişti.

Bedir zaferi, siyasi-dini yapıdaki İslâm devlet ve camiasının daha da sağlam temeller üzerine oturmasını sağladı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Bedir' de savaş başlayacağı sırada, secdeye kapanıp Allah'a yönelerek O'na, yardımını esirgememesi için dua ettiğinde o günkü durumu en güzel bir şekilde dile getiriyordu:

"Ey Allah'ım! Şayet şu küçücük ordu eriyip giderse sana (yeryüzünde) artık ibadet edecek kimse kalmayacaktır... "
 
Ce: Islam Tarihimiz...

KAYNUKAOĞULLARI VE MEDİNEDEN SÜRÜLMELERİ


Kaynukaoğullari Medine (Yesrib)de yaşamış bir Yahudi kabilesidir. Yahudiler (Eskiden büyük Arap mabedinin yeri olan) Siondan Hristiyanlar tarafından kovulduktan sonra, yeryüzünün çeşitli yerlerine az veya çok büyük cemaatlar halinde dağılmışlardı. Ancak Arap yarımadasına ne zaman geldikleri, cemaatlerinin burada ne zaman oluştuğu bilinmiyor. Ancak İslam'ın yayılışından önce Arabistan'ın her tarafında Yahudiler vardı. Ferdî ve pek az sayıda olduğu gibi sağlam cemaatler halinde, Eyle (Akabe Körfezi)'den Yemen'in veya Uman'ın uçlarına kadar, Medine'den Bahreyn'e kadar; Meknâ'da Vadiül-Kura'da, Teymâ'da, Fedek'te, Tâif'te kısacası bütün şehirlerde, aynı şekilde panayırlarda ve kervanlarda onlara rastlanır (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi Çev. Salih Tuğ I, 393, 394).

Mekke'de hemen hemen hiç Yahudi yoktu. Ancak onlar, bölgenin yıllık panayırlarında, özellikle Ukaz'da bulunurlardı. Ukaz'da hem ticaret eşyası satarak, hem de kendilerini gizli şeyleri bilen veya istikbâlden haber veren kâhin olarak tanıtmak suretiyle iyi para kazanmasını bilirlerdi. Ehl-i Kitab olarak, câhil bedevîler üzerinde özel bir prestij icra ediyorlardı (M. Hamidullah, a.g.e., I, 394).

Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği zaman, halkın hemen hemen yarısı Yahudi idi. Ancak Yahudilerin bu bölgeye gelişi hakkında açık bir bilgi yoktur. İslâmiyet ortaya çıktığı sırada, büyük çapta Araplaşmış görünüyorlardı; Arapça konuşuyorlar, çocuklarına Arap isimleri veriyorlar, kabileleri bile Arap isimleriyle çağrılıyordu (M. Hamîdullah, a.g.e., I, 405).

Komşuları müşrik Araplar gibi Yahudiler de kabile halinde yaşıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından oluşturulan Medine İslâm devleti anayasasında dokuz Yahudi kabilesinde söz ediliyor (Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd.). Fakat tarihçiler bunları üç grupta topluyor. Kaynuka oğulları işte bu üç kabileden biridir. Diğerleri; Nadîr ve Kurayzaoğullarıdır (M. Hamîdullah, a.g.e., I, 405).

Kaynuka; kuyumcu anlamına gelmektedir. Gerçekten de onlar İslâmiyet'in başlangıcında bu mesleği yapıyorlardı. Ayrıca umûmî ticaretle de meşgul oluyorlardı. "Sûk beni Kaynuka=Benî Kaynuka Çarşısı'nda hatıraları kalmıştır (M. Hamidullah, a.g.e. I, 405).

Rasûlullah (s.a.s), Medine'ye gelir gelmez yaptığı en önemli işlerin başında bir anayasa hazırlamak gelir. Bu anayasada Yahudilerle olan karşılıklı hak ve ödevler belirtilmiştir ki bunlardan biri, hariçten gelecek saldırılara karşı bütün cemaatların Medine'yi savunmalarıdır (Salih Tuğ, a.g.e., aynı yer).

Bundan sonra Peygamber (s.a.s), Yahudileri İslâm'a davet etmiş, kendisini bir Allah elçisi, bir peygamber olarak Kur'an-ı tebliğ etmiştir. Bazıları Müslüman olmuş bazıları çekinmiş, kimileri de İslâmiyet'le alay etmişler, hatta Peygamber (s.a.s.)'e karşı harbedenlere aktif bir şekilde yardım etmişlerdir.

Bedir savaşında Müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetler büsbütün bozuldu. Yahudiler hep birden peygambere karşı düşmanca bir tavır takındılar. Böylece İslâm için büyük bir tehlike arzetmeye başladılar.

Rasûlullah (s.a.s.), bir seferinde Kaynuka oğulları yahudilerinin pazarına giderek onları toplamış ve şu şekilde hitabetmiş:

"Ey Yahudi cemaati! Kureyşlilerin başına gelen felâketin sizin başınıza da gelmemesi için Allah'tan korkunuz ve İslâmiyeti kabul ediniz. Zira biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu kitabınızda buluyorsunuz ve sizi davet etmiştir." Yahudiler ona şu cevabı vermişler: "Ya Muhammed! Sen ancak kendi kavmini tanıdın; askerlik ve savaş sanatını bilmeyen bir kavimle karşılaşman seni aldatmasın, tesâdüfen sen onları bozguna uğrattın. Vallahi şayet biz seninle savaşırsak, yiğit olduğumuzu anlarsın" (İbn İshak, Sîre, Neşr. M. Hamidullah, Konya 1401/1981, s.294; et-Taberi, Tarîhür-Rusül vel-Mülûk, Neşr. Degoeje, III, 1360).

Bu konuşmalardan sonra, Müslümanlarla Kaynuka oğulları arasındaki ilişkiler daha da bozuldu ve nihayet bir Yahudinin, Müslüman bir kadına karşı çirkince davranışı, bardağı taşıran son damla oldu. Kaynakların nakline göre olay şöyle cereyan etmiştir:

Bir Arap kadını bazı şeyler satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına giderek eşyasını satar sonra bir kuyumcu dükkanına oturur. Orada bulunan Yahudiler, kadından yüzünü açmasını isterler. O buna yanaşmayınca kuyumcu, kadının eteğini arkasından beline iliştirir, kadın ayağa kalkınca avret mahalli görülür, onlar da buna gülüşürler. Kadın feryad etmeye başlayınca Müslümanlardan biri kılıcını çekerek Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp onu öldürür. Yahudiler de toplanıp Müslümanı şehid ederler. Şehid edilen müslümanın ailesi imdat ister. Bu durum Müslümanları çok öfkelendirir (İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Nşr. M. es-Sekâ, İ. el-Ebyârî, A.Hafız Çelebi, Lübnan 1391/1971, III, 51).

Kaynuka oğulları, Peygamber (s.a.s)'le savaştıkları zaman onların işlerini Abdullah b. Übeyy b. Selûl üstlenmiş ve önlerine düşmüştü. Onların Abdullah ile anlaşmaları olduğu gibi Hazrec oğullarından Ubâde İbn esSâmit ile de ittifakları vardı. Ubâde, onların Hz. Peygamberle olan antlaşmalarını bozduklarını duyunca Peygamber (s.a.s)'e gelerek O'nun huzurunda, Kaynuka oğulları ile olan ittifakını reddetti. Onlarla ittifaktan Allah'a ve Resûlüne sığındı ve; "Ya Rasûlallah! Ben, Allah'ı, Resûlünü ve mü'minleri dost biliyorum; bu kâfirlerle ittifak yapmaktan ve onlarla dostluktan Allah'a ve Resûlüne sığınırım" dedi (İbn İshak, a.g.e., 295).

Mâide Sûresindeki kıssa, Ubâde ve Abdullah b. Übeyy hakkında nazil oldu:

"Ey İman edenler! Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Allah zalimleri doğru yola eriştirmez" (el-Mâide, 5/51; İbn İshak, a.g.e., 295).

Ubâde Kaynuka oğulları ile olan ittifakını, muhtemelen bu âyetin nüzûlünden sonra bozmuştur.

Kaynuka oğulları; Rasûlüllah (s.a.s) ile aralarındaki antlaşmayı bozan, Bedirle Uhud arasında O'nunla savaşan ilk Yahudilerdi. Rasûlullah (s.a.s.), onları muhasara etti. Onbeş günlük bir kuşatmadan sonra Rasûlüllah'ın hükmüne razı olarak savaşsız teslim oldular. Hz. Peygamber, erkeklerin ellerinin bağlanmasını emretti. Fakat münafıkların başı Abdullah b. Übeyy Hz. peygamber'e gelerek:

"Ey Muhammed! Müttefiklerime iyilik et" dedi. Resûlullah ağırdan alınca İbn Selûl tekrar; "İyilik et" dedi. Resûlullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine İbn Selûl, elini Hz. Peygamber'in zırhının yakasından içeri soktu. Resûlullah kızarak: "Yazıklar olsun sana! Bırak beni!" dedi. İbn Selûl: "Hayır vallahi dostlarıma iyilik etmedikçe seni bırakmam. Onlar, beni altından ve mal-mülkten mahrum ettiler sen ise bir sabah vakti onları biçiyorsun. Allah'a yemin ederim ki ben, bir takım musibetler gelmesinden korkuyorum" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s): "Onlar senindir" buyurdu ve "Çözünüz onları, Allah onlarla birlikte ona da lanet etsin" dedi. Serbest bırakılınca sürgün edilmelerini emir buyurdu (İbn İshak, a.g.e. 295; Taberî, a.g.e. III, 1360 vd.).

Allah, Resûlüne ve Müslümanlara onların mallarını ganimet olarak ihsan etti. Onların arazileri yoktu, kuyumculukla uğraşıyorlardı. Resûlullah (s.a.s), onların birçok silahlarını ve kuyumculuk aletlerini aldı. Onları, tüm çoluk çocuklarıyla birlikte Medine'den çıkarmaya Ubâde İbn es-Sâmit memur edilmişti. O da, onları Dibâb'a kadar götürdü (Taberî, a.g.e., III, 1362).

Kaynuka Yahudileri, Ubâde İbn es-Sâmit'e, "Ey Velid'in babası! Evs ve Hazrecle aramızda ittifak vardı. Biz senin müttefikin idik, sen bize ne diye böyle yaptın?" dediler. Ubâde İbn es-Sâmit de onlara: "Siz harb açtınız" dedi. Abdullah İbn Übeyy de; "Sen müttefiklerinden uzaklaştın da bundan eline ne geçti?" dedi. Ubâde; "Hubâb'ın babası! Kalbler değişti, İslâmiyet ahidleri yok etti" dedi.

Kaynuka oğulları Vâdiül-Kura'ya gelip bir müddet kaldıktan sonra Azruat'a gidip orada yerleştiler
 
Ce: Islam Tarihimiz...

UHUD SAVAŞI


(H. 3/M. 625)

Hicret'in üçüncü yılında Uhud dağı civarında müşriklerle yapılan savaş.

Uhud savaşından önce Kureyş'in öfkesi kabarmış, kin ve intikam duyguları artmıştı. Bedir'de yakınlarını kaybeden Utbe kızı Hind ".. Muhammed'le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed'le savaş yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!" diyordu. Ebu Süfyan ve başkaları da buna benzer şekilde and vermişlerdi. Ebu Süfyan'ın yürüttüğü kervanın malları Daru'n-nedve'de topluca durmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenleri, herkese katılma payını verdikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verdiler. Onlara göre Müslümanlar Kureyş büyüklerini öldürmüşlerdi, onların intikamını almak gerekliydi. Bedir'de yakınları öldürtücüler karalar giyinmiş vaziyette kabileler arasında dolaşıyor, şairler mersiyeler söyleyerek Araplar savaşâ teşvik ediyorlardı.

Putperest Kureyşliler Mekke dışındaki Arap kabilelerinin de katılmasıyla 3000 kişilik bir askerî kuvvet hazırladılar. Bu kuvvette 700 zırhlı, 200 atlı süvari, 3000 deve vardı. Aralarında, başta Ebu Süfyan'ın karısı Hind olduğu halde 14 tane de kadın vardı. Bedir'de babasını ve öteki yakınlarından bazılarını kaybetmiş olan Hind'in kalbini iğrenç bir intikam duygusu bürümüştü. Amcası Abbas (r.a) Hz. Muhammed (s.a.s)'i çok severdi. Bu sebeple bir mektup yazarak Kureyş'in savaş hazırlıklarını yeğenine bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s) amcasından gelen mektubu okuttu ve mektupta bildirilen haberi gizli tutarak keşifçiler gönderdi. Keşifçilerin getirdiği haberler mektupta amcasının bildirdiklerine aynen uyuyordu. Düşman büyük bir ordu hazırlamıştı ve Medine'ye doğru ilerliyordu.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) bir savaş meclisi kurarak meseleyi ayrıntılı olarak ashabıyla görüştü. Resulullah (s.a.s) düşmanı şehrin dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi. Fakat özellikle Bedir savaşına katılan gaziler hakkında nazil olan övücü ayetlerin etkisinde kalan gençler, düşmanın dışarıda karşılanmasından yana idiler. Düşmanla bir meydan savaşı yapmak istiyorlardı:

Resulullah (s.a.s) ashabın isteklerini kırmayarak düşmanı karşılamak üzere kılıcını kuşandı, zırhını giydi. Münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül şehrin içinde kalınarak savunma yapılmadığını bahane ederek 300 kişilik kuvvetini geri çekti. Gayesi savaşmak değildi. Müslümanları düşman karşısında güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun mevcudu 1000'den 700'e düşmüş bulunuyordu.

İslâm Ordusunun Harp Alanına Hareketi

Düşman, Medine'nin yegane açık sahası olan kısımdan içeriye sızarak karargâhını Uhud dağının Medine'ye bakan eteklerinde kurmuştu. Resulullah (s.a.s) 700 Müslümanla Cumartesi sabahı Uhud dağına ulaştı. Sırtını dağa vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu. Düşmanın düşüncesi Müslüman ordusunu mağlub ettikten sonra şehri yağmalamaktı. Bunun için Medine'nin yakınında Uhud önleri savaş sahası seçilmişti.

Resulullah (s.a.s) Bedir'de olduğu gibi bu savaşta da İslâm ordusunu savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi, düşmanın sızabileceği, kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla korudu ve özellikle ordunun sol tarafındaki dağın vadisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr kumandası altında elli kişilik, okçu birliğini bıraktı ve "Düşman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrılmayınız. " diye tembihte bulundu.

11 Şevval 3 (27 Mart 625) Cumartesi günü savaş teke tek vuruşmalarla başladı; Hz. Ali, Hz. Hamza ve öteki İslâm savaşçıları hasımlarını öldürdüler. Sonra savaş kızıştı. Resulullah (s.a.s) almış olduğu askerî tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar galip geldiler
 
Ce: Islam Tarihimiz...

HZ. HAMZA'NIN ŞEHID EDILMESI
Resulullah (s.a.s)'in amcası Hz. Hamza kükremiş bir arslan gibi düşmana kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını kırıp geçiriyordu. Diğer Müslümanlar da ellerinden gelen çâbayı gösteriyorlardı. Düşmanlar da olanca gayretleriyle kılıca sarılmalarına rağmen bozguna uğramaktan kendilerini kurtaramadılar. Tef çalarak askerlere moral veren düşman kadınları bile korku içinde dağ yamacına tırmanmaya, kaçmaya başladı. Bununla beraber henüz kesin netice alınmış değildi; düşmanın hızlı bir şekilde takibi ve dönmeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu. Halbuki bu inceliği ve harp usulünün bu yönünü bir an unutarak gaflete düşen ve dünyalığa meyleden Müslümanlar kılıçlarını bırakıp ganimet toplamaya koyulmuşlardı. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli okçu da kumandanlarının ısrarlarına rağmen Resulullah (s.a.s)'in kesin emrini unutarak "Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim" diyerek yerlerinden ayrıldılar, ganimet toplamaya giriştiler.

İşte bu sırada böyle bir anı gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı Halid b. Velid az sayıdaki İslâm okçusunun kaldığı geçidi rahatça ele geçirerek İslâm ordusunu arkasından vurmaya başladı. Bunu gören müşrikler geri döndüler ve yeniden hızlı bir saldırıya giriştiler. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar, üstünlüğü sağlamışken dünyalığa dalmaları ve Peygamber'in emrini çiğnemeleri yüzünden zor durumlara düştüler. İşte bu safhada Hazma (r.a) Ebu Süfyan'ın karısı Hind'in kölesi Vahşi tarafından mızrakla vurularak şehid edildi. Resulullah (s.a.s)'in Hicretten evvel Medine'ye tayüz ettiği ilk öğretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) de bu esnada şehid düşenler arasındaydı. Mus'ab (r.a) sima itibariyle Resulullah'a benzediğinden şehit düştüğünde, onu şehit eden kimse Resulullah (s.a.s)'i öldürdüğünü haykırıyordu. Bu durum Müslümanların daha da dağılmasına sebep oldu. Ancak kısa zaman sonra Resulullah (s.a.s)'in sağ olduğu anlaşıldı. Uhud dağının hemen eteklerinde bulunan Resulullah(s.a.s)'in çevresi büyük çarpışmalara sahne oldu. Müslümanlar onun etrafında dönüyorlar gerektiğinde kollarını, bacaklarını kalkan yerine kullanıyorlardı, Hz. Talha bu yolda kolunu kaybetmişti. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)'a ise Resulullah ok veriyor ve: "Anam babam fedâ ol sun, at yâ Sa'd" diyor; oklarının isabet etmesi için Allah'a dua ediyordu. Müşrikler Resulullah (s.a.s)'ı öldürmek için hücum ettikçe Müslümanlar onun çevresinde giderek çoğalmışlar ve çetin bir savunma hattı kurmuşlardı. Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda kaldı ve böylece savaş üçüncü safhada denk bir duruma geldi. Ebu Süfyan karşı dağa, Resulullah (s.a.s)'da Uhud'a doğru tırmandı ve bugün hâlâ ziyaret edilen mağarada dinlendi. Resulullah (s.a.s)'ın dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Kızı Fatma onu tedavi etti. Ebu Süfyan ile Hz. Ömer'in karşılıklı konuşması da bu esnada cereyan etmişti.

Kureyşli müşrikler bu savaşta o kadar vahşiyane şeyler yapmışlardı ki, belki tarihte benzerine az rastlanırdı. Müslümanlar bu savaşta 70 şehid vermişlerdi. Düşmanlar özellikle de müşrik kadınlar şehid Müslümanların burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı. Ebu Süfyan'ın karısı Hind ve öteki bazı müşrik kadınları Müslüman şehidlerin organlarından yaptıkları gerdanlıkları boyunlarına takmışlardı. Ayrıca Hind, Hz. Hamza'nın ciğerini çıkartarak ağzında çiğnemek iğrençliğini gösterebilmişti.

Uhud'tan ayrılan Ebu Süfyan bir süre sonra geri dönerek Medine'ye saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak isteğine kapılmıştı. Esasen böyle bir durumu, Resulullah (s.a.s) tahmin etmiş, 70 şehid ve yaralıya rağmen savaşın hemen ertesi Pazar günü düşmanı takibe karar vermişti. Resulullah (s.a.s) 70 kişilik süvari birliği ile 8 km. Kadar müşrikleri takibetti. Sonra konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş yaktırarak düşmana savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Müslüman olmadığı halde Müslümanların dostlarından olan Huzaa kabilesinden Mabed-i Huzâî, Resulullah (s.a.s)'i gördükten sonra Ebu Süfyan'a giderek onun arkadaşlarıyla birlikte savaş için geldiklerini söylemiş, Ebû Süfyan da yeni bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke'ye gitmiş ve Medine'ye saldırmaktan vazgeçmişti. Böylece Müslümanlar, bu savaşta birinci safhada üstünlük sağlamışlar, gaflet ve dikkatsizlik neticesinde ikinci safhada ilahî bir imtihana uğratılarak mağlubiyet acısı kendilerine tattırılmış, fakat üçüncü safhada durum denkleşmişken Resulullah (s.a.s)'in cesaretle takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve üstünlük tekrar Müslümanlara geçmişti.

SAVAŞTAN BAZI İLGINÇ TABLOLAR

Enes b. Mâlik diyor ki: Amcam Enes b. Nadr'ı Uhud meydanında öldürülmüş olarak bulduk; üzerinde 80 kadar kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler işkence yapmış olduklarından, kimse onu tanıyamadı, yalnız kız kardeşi parmaklarından tanıdı. Biz şu ayetin amcam ve benzeri hakkında inmiş olduğunu sanıyoruz: Müminlerden bir çok kimseler Allah'a vermiş oldukları sözlerini yerine getirdiler" (el-Ahzâb, 33/23).

Hz. Hamza'nın kız kardeşi, Müslümanların bozguna uğradığı haberini alınca Medine'den savaş alanına gelmişti. Bunu farkeden Resulullah (s.a.s) Hz. Zübeyr'e, Hamza'nın cesedinin parçalanmış vaziyette ona gösterilmemesini tenbih etmişti. Bunu hisseden Safiyye, "Kardeşimin şehid olduğunu biliyorum. Allah yolunda böyle fedakarlıklar her zaman gerekir" demiş ve parça parça edilmiş kardeşinin cesedini görünce de, Hepimiz Allah'ın mülküyüz ve O'na döneceğiz"demek suretiyle büyük bir teslimiyet örneği gösterebilmiştir.

Ensar'dan bir kadın da savaşta babasını, kardeşini ve kocasını kaybetmişti., Bunları haber aldıkça hep Hz. Muhammed (s.a.s)'in sağ olup olmadığını soruyordu. Onun sağ olduğunu öğrenince; "Sen sağ olduktan sonra her felâket hiç gelir!" demişti.

İslâm şehidleri ikişer ikişer toprağa verildiler. Tablo göz yaşartıcı idi.

Hz. Hamza (r.a) kaftanı ile toprağa veriliyordu. Hz. Peygamber'in hicretten önce Medinelilere İslâmî öğretmesi için tayin ettiği ilk öğretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) toprağa verilirken üzerindeki elbise kısa gelmişti. Göğüs tarafına örtülünce alt kısmı, alt kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta kalıyordu. Resulullah (s.a.s) örtünün alt kısmına örtülmesini üst kısmına da izhir denilen kokulu otlardan konulmasını emir buyurmuştu.

RESULULLAH (S.A.S) UHUD ŞEHIDLERI HAKKINDA ŞÖYLE BUYURMUŞTUR:

"Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca Allah Teâlâ onların ruhlarını bir takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar Cennet ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde asılı bulunan altın kandillere konup tünerler. Şehid ruhları artık böyle mesut bir hayata erişince; bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de cihatdan çekinmesinler demişlerdi"
 
Geri
Üst