Türkçenin Dünya Dillerine Etkisi
TÜRKÇENİN DÜNYA DİLLERİNE ETKİSİ TÜRKÇENİN DÜNYA DİLLERİNE ETKİSİ
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu
diller arası alışverişler, o dillerin konuşurlarının
türlü düzlemlerdeki karşılıklı ilişkilerinden ortaya
çıkar. Dillerin dünya üzerinde kapladığı coğrafya ile
bu coğrafyada yaşayanların ilişkiler süreci, yani
tarih, bu konunun ana eksenleridir; çünkü her kişi ya
da topluluk, kendisininkinden farklı coğrafyalarda
yaşayan ve farklı bilgilendirme yollarından geçmiş
başka kişi ya da topluluklardan yeni şeyler öğrenir ve
öğrendiklerinin adını da kendi diline taşır.
Bilgilenme, bir toplumun kendi yapıp etmeleri kadar
başka toplumlardan öğrendikleri veya
öğrenebildiklerine de bağlıdır. Günümüz insanının
bilgilerinin büyük kısmı, içinde yaşadığı toplumdan
çok, başka toplumlara aittir. Çağımız insanının birden
fazla yabancı dile gerek duyması da bu yüzdendir. Eski
devirlerde göçler, savaşlar, ticaret kervanları ve din
yayıcılarıyla taşınabilen bilgiler, bugün, çok kısa
bir sürede dünyanın her yerine ulaşabilmektedir.
Küreselleşmeyi bu anlamda, tekniğin dünyayı küçültmesi
anlamında anlamak gerekmektedir. Eski devirlerde
yalnızca yöneticilerini eğiten halklar, tek tanrılı
dinlerle birlikte eğitim-öğretim hizmetinin
demokratikleşmesiyle, cami avlularındaki medreseler
ile kilise avlularındaki manastırların bu
demokratikleşmenin başlangıç noktalarını
oluşturmasıyla hız kazanan bilgi birikimi, daha bu
çağlarda ulusal sınırlara sığmaz olmuştu. Dillerin
yazı ve ses kayıt cihazlarıyla kolayca başka yer ve
zamanlara taşınabilmesi, dünyayı, ‘çok gezenin çok
bildiği bir dünya’ olmaktan çıkarıp, ‘çok okuyan veya
çok dinleyenin çok bildiği bir dünya’ haline
getirmesi, bilgi birikiminin ve ulaşılan yeni
bilgilerin çok kısa bir sürede dünyayı kuşatabilmesi,
küreselleşmenin anlamı olmuştur.
Topluluklar arasındaki tarih ve coğrafya farklılığına
doğru orantılı olarak bağlı olan bu almalar, binlerce
yıl önce başladığı kabul edilen, henüz tamamlanmamış
ve hiç bir zaman da sona ermeyecek olan bir süreci,
“dil ailelerinin oluşma süreci”ni temsil ederler. Arka
planında, yakın zamana kadar bir hanedanlar tarihi
olan dünya tarihinin kavim bölünme ve birleşmelerinin
yattığı bu toplumlar arası ilişkiler süreci, yerli
yersiz, gönüllü gönülsüz, haklı haksız dil bölünme ve
birleşmeleri yaratır; her dil, bir başka dilden şu
veya bu ölçüde etkilenerek, tarih dediğimiz bu süreç,
böylece sürüp gider. Tarihçilerin en güvenilir
kaynakları olarak dil verileri, bize, tarihin bir
savaşlar tarihinden ibaret olmadığını, savaşların
birkaç saatlik, birkaç günlük işler olduğunu, asıl
tarihin, savaşlar da dahil, bir ilişkiler tarihi, bir
öğrenmeler ve öğretmeler süreci olduğunu
göstermektedir.
Türkçe, bugün yaşayan dillerin en yaşlılarından
biridir ve bu tarih derinliği yanında mekanca da geniş
bir coğrafyaya sahiptir. Türkçenin konuşucuları, bu
geniş tarih ve coğrafya diliminde birçok devlet
kurmuşlar, komşuluklarında yer alan kavimlerden birçok
bilgi öğrenmişler ve komşularına da birçok bilgi
öğretmişlerdir. Dolayısıyla, Türklerin komşularına
öğrettikleri ile komşularından öğrendikleri bilgilerin
adları, Türkçe ile ona komşu olarak yaşayan başka
diller arasında, oldukça zengin bir söz alış verişine
yol açmıştır.
Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu
diller arası alışverişler, Türkçe kadar komşusu
ulusların dillerini de ilgilendiren bir konudur.
Türkçe ve komşu diller konusunda, bugüne kadar yüzün
üzerinde kitap ve on binin üzerinde makalenin
yazılması, Türkçenin tarihçe derinliği ve coğrafyaca
genişliğinin bir sonucudur. Sayıları böylesine kabarık
olan bu kitap ve makaleler içinde, türkologlara ait
olanlar, pek sınırlı sayıdadır; çünkü dediğimiz gibi,
bu konu, türkologlar kadar sinolog, hungarolog,
islavist, arabist, vb. araştırmacıları da
ilgilendirmektedir.
“İlk çağlardan beri, gerek Avrupa gerekse Asya’daki
tarım kuşağında yaşayan ülkelerin tarih kayıtlarında
geçen ve hep kuzeyden geldiği söylenen kavimler
arasında değişik adlarla da olsa yer alan Türkler,
tarihin bildiği kadarıyla, sadece bozkır kuşağının tek
hakimi olmakla kalmamışlar, aynı zamanda, Çin, Kuzey
Hindistan ve Ortadoğu’yu içine alan tarım kuşağını da
yurt edinmişlerdi. Bu sebeple de bugün, nüfus
yoğunluğu Türkistan, Hazar çevresi ve Anadolu
ekseninde olmak üzere yaklaşık 6-7 milyon
kilometrekareyi kaplayan Türk dili, tarih içinde,
Sibirya’dan Doğu Avrupa’ya, Orta Asya’dan Orta
Akdeniz’e kadar yaklaşık 11 milyon kilometrekarelik
bir coğrafyaya yayılmıştır” .
Bu yazımızda, Türklerin ve dolayısıyla Türkçenin bu
geniş coğrafyasında yaşanmış ve yaşanmakta olan
komşuluk ilişkilerine bağlı olarak, Çince, Farsça,
Urduca, Arapça, Rusça, Ukranca, Ermenice, Macarca,
Fince, Romence, Bulgarca, Sırp-Hırvatça, Çekçe,
İtalyanca, Arnavutça, Yunanca, Lehçe, Fransızca,
Almanca, İngilizce vs. gibi dillerle Türkçenin
ilişkilerinden söz edeceğiz”
Türkçe ile komşu diller arasındaki alış verişler,
Türkler ile komşu uluslar arasındaki bilgi
alışverişini gösterir. Komşulardan birinin diğerinden
öğrendiği her bilgi, genellikle, komşunun dilindeki
adıyla tanındı. Kısacası, Türkçe ile Türkçeye komşu
olarak yaşamış ve yaşamakta olan diller arası
ilişkilerin tespiti demek, bir ölçüde, Türklerle
komşuları arasındaki ilişkilerin tespiti, Türklerin
komşularına öğrettikleri ile komşularının Türklere
öğrettiklerinin belirlenmesi demektir.
Şimdi Türkçenin komşularıyla ilişkilerini ve bu
ilişkiler konusunda yapılan çalışmaları kısaca gözden
geçirelim. Bilindiği gibi özel adların her türü, tarih
ve coğrafyanın, yani ansiklopedilerin malı olan dil
birimleridir ve anlam boşalmasına uğradıkları için dil
ve düşünce dünyasının üyeleri olmaktan uzaktırlar.
Biz, burada, Türkçenin derin tarih ve geniş
coğrafyasından miras kalan her türlü özel adı bir
kıyıya bırakarak, Türkçe ile komşu diller arasında,
birinden diğerine bilgi taşımış, gittiği dilin anlam
örgüsünde kendisine yer bulmuş sözlük birimlerinden
söz edeceğiz. ve Türkçenin bu dillerle olan gramer
ilişkilerinden, bu konularda yapılmış çalışmalardan
söz edeceğiz.
1. Türkçe-Çince İlişkileri
Bugünden binlerce yıl öncelere uzanan Türk-Çin
ilişkilerinin ilk devirleri tamamen karanlıktır. Çin
kaynaklarında “sien-pi, tu-yü hun, hiung-nu, ti, tik,
tinglin, t'ie-le” gibi adlarla zikredilen kuzey
kavimlerinin Türklüklerini tarihçiler
tartışadursunlar, Türkçede, “Türk” adının ilk defa
kullanıldığı Kök Türkler devrinden günümüze kadar
süren Türk-Çin ilişkilerinin bile hayli derin olduğu
bilinmektedir. Ticaretten savaşa, aynı devletin
vatandaşlığından dindaşlığa kadar her türlü komşuluk
ilişkilerini yaşamış olan bu iki ulus, günümüz
dünyasının en eski komşularıdır. Çağlar boyu süren bu
komşuluk, bu iç içelik, mutlaka, bu ulusların
dillerine de yansımıştır.
Türkçe ve diğer Altay dilleri ile Çince üzerindeki
çalışmalar, bugün için çok yetersizdir. Henüz Altay
dillerinin ve Çincenin tarihî sözlükleri hazırlanmamış
ve bütün bu dillerdeki kelime kök ve aileleri tespit
edilmemiştir. Dolayısıyla, bugün, ancak Çin
kaynaklarında geçen "Çin transkripsiyonlu Türkçe
kelimeler"den bahsedebiliyoruz veya Türkçede ailesini
yahut Altay dillerindeki paralellerini tespit
edemediğimiz herhangi bir kelimeyi Çince (veya Farsça,
Tohorca, Sanskritçe, Tibetçe, vs.) kabul etmekten daha
ileri bir çalışma yapamıyoruz.
Çinliler, şu anki bilgilerimize göre, Türklerden çok
daha önce yazıyı kullanmağa başlamışlardır. Onların
bilhassa Türkçenin yazıya geçirilmiş en eski
örneklerinin bulunduğu 8. yüzyıldan daha önceki yazılı
eserleri, Türkçeye ve diğer Altay dillerine ait
değerli bir malzeme yığınını barındırırlar. Şimdiye
kadar değerlendirilemeyen bu malzeme, 8. yüzyıl öncesi
Türk tarihi ve Türk dili tarihi açısından çok
önemlidir; fakat bu malzeme yığınının
değerlendirilmesi güçlüklerle doludur. Bu güçlükler,
1941'de, L. Ligeti'nin “Çin Transkripsiyonlu Barbar
Glosarları Meselesi” adlı yazısında ele alınmıştır.
Ligeti, bu yazısında, sinologların Altay dillerinin
meseleleriyle ilgilenmediklerinden, Altay dillerini
bilenlerin ve bu yolda araştırma yapanların da
Çincenin bilmeceleri karşısında kılavuzsuz
çırpındıklarından şikayet eder. Bunlara ek olarak,
Çincenin tarihinde (bilhassa kelime sonu seslerinde)
hem ses hem imlâ bakımından büyük değişiklikler
olduğunu vurgulayıp Türkçe-Çince ilişkisini
araştırmada yardımlarına muhtaç olduğumuz Çin
transkripsiyonlu metinlerin çözümü ile uğraşacakların
Çin ve Altay dillerinin tarihlerini bilmeleri
gerektiğini belirtir.
Ligeti, adı geçen yazısında, Türkçedeki Çince veya
Çincedeki Türkçe unsurlar yerine, ancak "Çin
Transkripsiyonlu Türkçe kelimeler" üzerinde durmuştur.
Bu konuyla Ligeti'den önce birkaç bilgin daha
uğraşmış; fakat Altay dillerini de bilen ve bu yolda
en çok çalışan o olmuştur. Tekrar edelim: Bu
çalışmalarda söz konusu edilen şey, bu dillerin
birbirlerinden aldıkları unsurlardan çok, Çin
yazısıyla yazılmış Türkçe kelime ve metinler olmuştur.
Ne yazık ki bu konuda da fazla bir yol alınmış
değildir. Bu çalışmalar, daha, Çin transkripsiyonlu
Türkçe kelimelerin aslî şekillerinin tespitini
sağlayacak seviyeye ulaşmamıştır. Nitekim Çincenin ve
Türkçenin tarihî gelişmelerini çok iyi bilen ve
Karlgren'in sözlüğünü kullanan bazı türkologlar
tarafından bu konuda yapılan yanlışları düzeltmeğe
çalışan Ligeti bile Hunların meşhur hükümdarının adını
Bagator yerine hep Çin transkripsiyonuna bağlı
kalarak Mao-tun şeklinde kaydetmiştir. Aslında,
Ligeti'den önce başlayan bu yanlış değerlendirme,
"bagator < Moğ. baga 'küçük,~Tü. baga 'genç'
Moğ.~ufak ; az' + Tü. tor 'kale; kale beyi'
kur-a 'kale, şehir'" adı yerine Mao-tun şeklinde aslî
olmayan bir şahıs adının literatüre girmesine, bizde
de Mete gibi bir hayalet sözün doğmasına yol
~açmıştır. Yapısı son derece açık olan ve tor
or (~çor-a, > kurgan~Mac. úr “bey”)
gibi dal kökleri bulunan bu kelimeyi G. Clauson'un
alıntı kelime olarak değerlendirmesini ise anlamak
mümkün değildir.
1.1. Türkçedeki Çince Unsurlar:
Türkçedeki Çince unsurlar üzerinde henüz monografik
bir çalışma yapılmamıştır. Bu yolda şimdiye kadar
yapılan tek şey, Çin yazısıyla yazılı Türkçe kelime ve
cümleler, şahıs ve yer adları, kısacası Çin
harfleriyle transkripsiyonlanmış Türkçe ile ilgilenmek
olmuştur. Türkçeye geçmiş, herhangi bir bölgede,
herhangi bir devirde Türkçenin malı olmuş, Türk
düşüncesinin yapı taşlarından biri haline gelmiş Çince
unsurlar, bilimin ölçüleri içinde araştırılmamıştır.
Bu konuda elimizde bulunan, ancak, çeşitli sözlük
yazarlarının Türkçedeki varlığını açıklayamadıkları
bazı kelimeleri özel bir çaba harcamaksızın Çinceye
yakıştırmalarından ibarettir. Meselâ, M. Räsänen,
sözlüğünde 147 kelimeyi Çince kaynaklı göstermiştir;
fakat ne bu sözlükte Çince asıllı gösterilen
kelimelerin hepsinin Çince oldukları, ne de bu 147
sayısı kesindir. Ahmet Caferoğlu’nun Eski Uygur
Sözlüğü’nde ise Çince kaynaklı gösterilen 70 söz
vardır . Çinlilerin, Türklerin en az iki bin yıllık
komşuları olduklarını düşünürsek, bu sayının daha da
arttırılma imkanı kendiliğinden doğar. Hatta söz
almanın ötesinde, söz dizimi düzleminde gerçekleşmiş
etkileşmelerden bile şüphelenmemiz gerekmektedir.
Türkçe ile Farsça, Rusça, Bulgarca ve bütün Balkan
dilleri arasındaki ilişkiye benzer veya ondan da güçlü
ve köklü bir ilişki gerçekleşmiş olmalıdır. Bilindiği
gibi, Türkçeyi gözardı ederek, bu dillerin ne
sözlükleri ne de gramerleri yazılabilir. Çince için
de durum pek farklı olmasa gerektir; nitekim Çince,
bugün çok heceli dillere oldukça yaklaşmıştır.
Yeni devirlerin Çincesinden Türkçeye geçmiş unsurları
işleyen bir çalışma, 1970 yılında, Moskova'da
yayımlandı. Tabiî ki diller arasındaki alıntıların
tespiti, yazının yaygınlık kazandığı yeni devirler söz
konusu olduğunda, eski devirlerle kıyaslanamayacak
kadar kolaydır. Nitekim daha ilk çalışma olmasına
rağmen, bugünkü Uygur Türklerinin dilinde 1873 Çince
kelime ve şekil tespit edilmiştir. Bu çalışma,
dediğimiz gibi Moskova'da, 1970 yılında Rahimoviç
tarafından “Çağdaş Uygur Dilinin Çince Unsurları”
adıyla yayımlandı.
1.2. Çincedeki Türkçe Unsurlar:
‘Çincedeki Türkçe unsurlar’ sözü bile, zor
söylenebilecek bir sözdür. Böyle bir şeyden söz etmek
bile, açıklayamadıkları her sözü Çinceden alınmış bir
söz gibi sunmağa çalışan ve Çince bilmedikleri halde,
bu işten büyük bir zevk alan meslektaşlarımızı çileden
çıkaracaktır . Bu meslektaşlarımızın Çince kaynaklı
ilan ettikleri sözleri, “Çağdaş Çincenin Sözlüğü” ile
Liu Zhengyan, Gao Mingkai, Mai Yongqian, Shi Youwei
gibi Çinli dilciler tarafından hazırlanan ve
varyantlarıyla birlikte, çeşitli dillerden Çinceye
giren 10,000 kelimelik "Çincedeki Alıntılar Sözlüğü"
adlı eserlerin Türkçe kaynaklı göstermeleri, oldukça
düşündürücüdür. Bunun, tabii ki bazı sebepleri vardır.
Bu sebeplerin en önemlisi, elimizdeki yazılı en eski
Türkçe belge ile Çinçenin ilk yazıya geçirildiği devir
arasında bin yıllık bir sürenin bulunuşudur. Bir başka
sebep, yazının dilden daha elle tutulur bir yapı
olarak dilin yerini almasıdır.
Eski dilleri bugün için ancak yazı ile izleyebiliyor
olsak da, etimoloji çalışmaları yapanların elinde,
köklerin dal biçimleri, eski bilgi-yeni bilgi
ilişkisine dayalı anlam örgüsü, vb. başka belgeler de
vardır . Bu belgeler, en az yazılı belgeler kadar
güvenilir kaynaklardır. Burada iki konu bilhassa çok
önemlidir. Birinci konu, dillerin ses yapıları ve
bugünkü türetme mekanizmalarını geliştirmeden önceki
yeni bilgileri adlandırma yoludur. Diller, kendilerini
sınıflandırmada bir ölçek olarak kullandığımız bugünkü
türetme mekanizmalarını geliştirmeden önce, yeni
bilgileri, değişik ses farlılıklarıyla oluşmuş dal
köklerle adlandırmışlardır ve bu kök dallanması,
dillerin yazı ile buluşmasından çok önce
gerçekleşmiştir . İkinci konu ise, dillerin anlam
yapılarıdır. Burada mutlaka önceki ve sonraki bilgi
ilişkisi aranmalıdır. İnsan zihninde bir önceki bilgi
ile ilişkilendirilmemiş hiçbir yeni bilgi olamaz; her
yeni bilgi, önceki bilgilerimizden birinin komşusudur.
Bir dilin belli bir zaman ve mekan diliminde kurulan
bu ilişki, bir başka yer ve zaman diliminde kurulmamış
veya unutulmuş olabileceği için, tarihi boyunca
dillerdeki ses ve anlam değişmelerini incelemeyi ana
görevi edinmiş olan dilcilik, eş zamanlı ve eş mekanlı
çalışmalara gerek duymaktadır. Bilindiği gibi diller
biçim ve anlam yapılarından oluşmaktadır ve her iki
yapı da değişkendir. Bireysel olan ses yapıları, anlam
yapılarına göre çok hızlı bir değişkenlik içindedir.
Gerek dal köklerin yaşama alanı bulabilmeleri, gerek
bütün dillerde ortak olan düzensiz ses değiştirme
yollarıyla ortaya çıkan biçimler ve gerekse türetme
mekanizmalarının çalıştırılmasıyla, yani düzenli ses
değiştirme yollarıyla elde edilen yeni biçimler, anlam
dallanmalarının bir sonucudur. Bütünüyle sosyal olan
dillerin anlam yapıları, yani önceki ve sonraki
bilgilerden oluşan anlam örgüleri veya ‘dil içi dünya
görüşleri’, etimoloji çalışmalarının en sağlam
belgeleridir ve etimoloji çalışmalarının ana amacı da,
dillerde ortak olan düzenli ve düzensiz türetmeleri
izlemek değil, dillerdeki eski-yeni bilgi ilişkilerini
araştırmak, bu ilişkilere dayanarak o dilleri
konuşanların bilgilenme yollarını birleştirebilmek,
zihin haritasını çizebilmektir.
Yukarıda, ses değişmelerinin ve ses olaylarının,
genellikle, bütün dillerde ortak olduğunu, anlam
değişmelerinde, birinci-ikinci anlam, yani önceki ve
sonraki bilgi ilişkilerinde büyük farklılıkların
yaşandığını söylemiştik. Bu farklılıklara rağmen,
çeşitli dillerdeki birinci anlam-ikinci anlam, yani
önceki ve sonraki bilgi ilişkisinin zaman zaman
çakıştığını hayretle görürüz. Bu durum, dillerin
ortaya çıkışları konusunda veya bilhassa onların
yazının birleştirici ve tutucu işlevinden
yararlanamadıkları sözlü devirlerinde olup bitenleri,
bu yazı öncesi devir insanlarının dil ve düşünce
dünyasını yakalamakta, etimoloji çalışmalarına büyük
ip uçları sunar .
Böyle yapmazsak, dil ile yazının buluşmasının insan
dilinin oluşum süreci içinde oldukça yeni bir olay
olduğu ve diller yazı ile buluştuklarında, kök dal
biçimlerinin çoktan oluşup komşu bilgileri
adlandırmada kullanıldıklarını göremezsek, yubu-n-
~ çim- ~ çubuk ~ çub ~
suvar-, vb. sözlere rağmen ‘su (~çimgen <sub)
sözü Çincedir’ diye veya Türkçe konuşan insanların,
yazı yazma bilgisini “yontmak, kazmak, kazımak”
bilgisine dayanarak adlandırdıklarını gözardı edersek,
yani Türkçe konuşanların eski bilgi-yeni bilgi
yar-~ilişkisini görmezlikten gelirsek, yaz-
~ yır ~ kaz- ~ çız- ~
~yır(t)- yara, vb. ilişkisini ihmal edersek,
biti- ilişkisini görmezsek, ‘biti-~bıç-/biç-
fiili Çince piet’ten gelir’ diye yüz yıldır süren ve
bestesiyle güftesi birbirini tutmayan şarkıları söyler
dururuz
Prof. Dr. Günay KARAAĞAÇ
Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu
diller arası alışverişler, o dillerin konuşurlarının
türlü düzlemlerdeki karşılıklı ilişkilerinden ortaya
çıkar. Dillerin dünya üzerinde kapladığı coğrafya ile
bu coğrafyada yaşayanların ilişkiler süreci, yani
tarih, bu konunun ana eksenleridir; çünkü her kişi ya
da topluluk, kendisininkinden farklı coğrafyalarda
yaşayan ve farklı bilgilendirme yollarından geçmiş
başka kişi ya da topluluklardan yeni şeyler öğrenir ve
öğrendiklerinin adını da kendi diline taşır.
Bilgilenme, bir toplumun kendi yapıp etmeleri kadar
başka toplumlardan öğrendikleri veya
öğrenebildiklerine de bağlıdır. Günümüz insanının
bilgilerinin büyük kısmı, içinde yaşadığı toplumdan
çok, başka toplumlara aittir. Çağımız insanının birden
fazla yabancı dile gerek duyması da bu yüzdendir. Eski
devirlerde göçler, savaşlar, ticaret kervanları ve din
yayıcılarıyla taşınabilen bilgiler, bugün, çok kısa
bir sürede dünyanın her yerine ulaşabilmektedir.
Küreselleşmeyi bu anlamda, tekniğin dünyayı küçültmesi
anlamında anlamak gerekmektedir. Eski devirlerde
yalnızca yöneticilerini eğiten halklar, tek tanrılı
dinlerle birlikte eğitim-öğretim hizmetinin
demokratikleşmesiyle, cami avlularındaki medreseler
ile kilise avlularındaki manastırların bu
demokratikleşmenin başlangıç noktalarını
oluşturmasıyla hız kazanan bilgi birikimi, daha bu
çağlarda ulusal sınırlara sığmaz olmuştu. Dillerin
yazı ve ses kayıt cihazlarıyla kolayca başka yer ve
zamanlara taşınabilmesi, dünyayı, ‘çok gezenin çok
bildiği bir dünya’ olmaktan çıkarıp, ‘çok okuyan veya
çok dinleyenin çok bildiği bir dünya’ haline
getirmesi, bilgi birikiminin ve ulaşılan yeni
bilgilerin çok kısa bir sürede dünyayı kuşatabilmesi,
küreselleşmenin anlamı olmuştur.
Topluluklar arasındaki tarih ve coğrafya farklılığına
doğru orantılı olarak bağlı olan bu almalar, binlerce
yıl önce başladığı kabul edilen, henüz tamamlanmamış
ve hiç bir zaman da sona ermeyecek olan bir süreci,
“dil ailelerinin oluşma süreci”ni temsil ederler. Arka
planında, yakın zamana kadar bir hanedanlar tarihi
olan dünya tarihinin kavim bölünme ve birleşmelerinin
yattığı bu toplumlar arası ilişkiler süreci, yerli
yersiz, gönüllü gönülsüz, haklı haksız dil bölünme ve
birleşmeleri yaratır; her dil, bir başka dilden şu
veya bu ölçüde etkilenerek, tarih dediğimiz bu süreç,
böylece sürüp gider. Tarihçilerin en güvenilir
kaynakları olarak dil verileri, bize, tarihin bir
savaşlar tarihinden ibaret olmadığını, savaşların
birkaç saatlik, birkaç günlük işler olduğunu, asıl
tarihin, savaşlar da dahil, bir ilişkiler tarihi, bir
öğrenmeler ve öğretmeler süreci olduğunu
göstermektedir.
Türkçe, bugün yaşayan dillerin en yaşlılarından
biridir ve bu tarih derinliği yanında mekanca da geniş
bir coğrafyaya sahiptir. Türkçenin konuşucuları, bu
geniş tarih ve coğrafya diliminde birçok devlet
kurmuşlar, komşuluklarında yer alan kavimlerden birçok
bilgi öğrenmişler ve komşularına da birçok bilgi
öğretmişlerdir. Dolayısıyla, Türklerin komşularına
öğrettikleri ile komşularından öğrendikleri bilgilerin
adları, Türkçe ile ona komşu olarak yaşayan başka
diller arasında, oldukça zengin bir söz alış verişine
yol açmıştır.
Öğrenme ve öğretmeler sürecinin bir sonucu olan bu
diller arası alışverişler, Türkçe kadar komşusu
ulusların dillerini de ilgilendiren bir konudur.
Türkçe ve komşu diller konusunda, bugüne kadar yüzün
üzerinde kitap ve on binin üzerinde makalenin
yazılması, Türkçenin tarihçe derinliği ve coğrafyaca
genişliğinin bir sonucudur. Sayıları böylesine kabarık
olan bu kitap ve makaleler içinde, türkologlara ait
olanlar, pek sınırlı sayıdadır; çünkü dediğimiz gibi,
bu konu, türkologlar kadar sinolog, hungarolog,
islavist, arabist, vb. araştırmacıları da
ilgilendirmektedir.
“İlk çağlardan beri, gerek Avrupa gerekse Asya’daki
tarım kuşağında yaşayan ülkelerin tarih kayıtlarında
geçen ve hep kuzeyden geldiği söylenen kavimler
arasında değişik adlarla da olsa yer alan Türkler,
tarihin bildiği kadarıyla, sadece bozkır kuşağının tek
hakimi olmakla kalmamışlar, aynı zamanda, Çin, Kuzey
Hindistan ve Ortadoğu’yu içine alan tarım kuşağını da
yurt edinmişlerdi. Bu sebeple de bugün, nüfus
yoğunluğu Türkistan, Hazar çevresi ve Anadolu
ekseninde olmak üzere yaklaşık 6-7 milyon
kilometrekareyi kaplayan Türk dili, tarih içinde,
Sibirya’dan Doğu Avrupa’ya, Orta Asya’dan Orta
Akdeniz’e kadar yaklaşık 11 milyon kilometrekarelik
bir coğrafyaya yayılmıştır” .
Bu yazımızda, Türklerin ve dolayısıyla Türkçenin bu
geniş coğrafyasında yaşanmış ve yaşanmakta olan
komşuluk ilişkilerine bağlı olarak, Çince, Farsça,
Urduca, Arapça, Rusça, Ukranca, Ermenice, Macarca,
Fince, Romence, Bulgarca, Sırp-Hırvatça, Çekçe,
İtalyanca, Arnavutça, Yunanca, Lehçe, Fransızca,
Almanca, İngilizce vs. gibi dillerle Türkçenin
ilişkilerinden söz edeceğiz”
Türkçe ile komşu diller arasındaki alış verişler,
Türkler ile komşu uluslar arasındaki bilgi
alışverişini gösterir. Komşulardan birinin diğerinden
öğrendiği her bilgi, genellikle, komşunun dilindeki
adıyla tanındı. Kısacası, Türkçe ile Türkçeye komşu
olarak yaşamış ve yaşamakta olan diller arası
ilişkilerin tespiti demek, bir ölçüde, Türklerle
komşuları arasındaki ilişkilerin tespiti, Türklerin
komşularına öğrettikleri ile komşularının Türklere
öğrettiklerinin belirlenmesi demektir.
Şimdi Türkçenin komşularıyla ilişkilerini ve bu
ilişkiler konusunda yapılan çalışmaları kısaca gözden
geçirelim. Bilindiği gibi özel adların her türü, tarih
ve coğrafyanın, yani ansiklopedilerin malı olan dil
birimleridir ve anlam boşalmasına uğradıkları için dil
ve düşünce dünyasının üyeleri olmaktan uzaktırlar.
Biz, burada, Türkçenin derin tarih ve geniş
coğrafyasından miras kalan her türlü özel adı bir
kıyıya bırakarak, Türkçe ile komşu diller arasında,
birinden diğerine bilgi taşımış, gittiği dilin anlam
örgüsünde kendisine yer bulmuş sözlük birimlerinden
söz edeceğiz. ve Türkçenin bu dillerle olan gramer
ilişkilerinden, bu konularda yapılmış çalışmalardan
söz edeceğiz.
1. Türkçe-Çince İlişkileri
Bugünden binlerce yıl öncelere uzanan Türk-Çin
ilişkilerinin ilk devirleri tamamen karanlıktır. Çin
kaynaklarında “sien-pi, tu-yü hun, hiung-nu, ti, tik,
tinglin, t'ie-le” gibi adlarla zikredilen kuzey
kavimlerinin Türklüklerini tarihçiler
tartışadursunlar, Türkçede, “Türk” adının ilk defa
kullanıldığı Kök Türkler devrinden günümüze kadar
süren Türk-Çin ilişkilerinin bile hayli derin olduğu
bilinmektedir. Ticaretten savaşa, aynı devletin
vatandaşlığından dindaşlığa kadar her türlü komşuluk
ilişkilerini yaşamış olan bu iki ulus, günümüz
dünyasının en eski komşularıdır. Çağlar boyu süren bu
komşuluk, bu iç içelik, mutlaka, bu ulusların
dillerine de yansımıştır.
Türkçe ve diğer Altay dilleri ile Çince üzerindeki
çalışmalar, bugün için çok yetersizdir. Henüz Altay
dillerinin ve Çincenin tarihî sözlükleri hazırlanmamış
ve bütün bu dillerdeki kelime kök ve aileleri tespit
edilmemiştir. Dolayısıyla, bugün, ancak Çin
kaynaklarında geçen "Çin transkripsiyonlu Türkçe
kelimeler"den bahsedebiliyoruz veya Türkçede ailesini
yahut Altay dillerindeki paralellerini tespit
edemediğimiz herhangi bir kelimeyi Çince (veya Farsça,
Tohorca, Sanskritçe, Tibetçe, vs.) kabul etmekten daha
ileri bir çalışma yapamıyoruz.
Çinliler, şu anki bilgilerimize göre, Türklerden çok
daha önce yazıyı kullanmağa başlamışlardır. Onların
bilhassa Türkçenin yazıya geçirilmiş en eski
örneklerinin bulunduğu 8. yüzyıldan daha önceki yazılı
eserleri, Türkçeye ve diğer Altay dillerine ait
değerli bir malzeme yığınını barındırırlar. Şimdiye
kadar değerlendirilemeyen bu malzeme, 8. yüzyıl öncesi
Türk tarihi ve Türk dili tarihi açısından çok
önemlidir; fakat bu malzeme yığınının
değerlendirilmesi güçlüklerle doludur. Bu güçlükler,
1941'de, L. Ligeti'nin “Çin Transkripsiyonlu Barbar
Glosarları Meselesi” adlı yazısında ele alınmıştır.
Ligeti, bu yazısında, sinologların Altay dillerinin
meseleleriyle ilgilenmediklerinden, Altay dillerini
bilenlerin ve bu yolda araştırma yapanların da
Çincenin bilmeceleri karşısında kılavuzsuz
çırpındıklarından şikayet eder. Bunlara ek olarak,
Çincenin tarihinde (bilhassa kelime sonu seslerinde)
hem ses hem imlâ bakımından büyük değişiklikler
olduğunu vurgulayıp Türkçe-Çince ilişkisini
araştırmada yardımlarına muhtaç olduğumuz Çin
transkripsiyonlu metinlerin çözümü ile uğraşacakların
Çin ve Altay dillerinin tarihlerini bilmeleri
gerektiğini belirtir.
Ligeti, adı geçen yazısında, Türkçedeki Çince veya
Çincedeki Türkçe unsurlar yerine, ancak "Çin
Transkripsiyonlu Türkçe kelimeler" üzerinde durmuştur.
Bu konuyla Ligeti'den önce birkaç bilgin daha
uğraşmış; fakat Altay dillerini de bilen ve bu yolda
en çok çalışan o olmuştur. Tekrar edelim: Bu
çalışmalarda söz konusu edilen şey, bu dillerin
birbirlerinden aldıkları unsurlardan çok, Çin
yazısıyla yazılmış Türkçe kelime ve metinler olmuştur.
Ne yazık ki bu konuda da fazla bir yol alınmış
değildir. Bu çalışmalar, daha, Çin transkripsiyonlu
Türkçe kelimelerin aslî şekillerinin tespitini
sağlayacak seviyeye ulaşmamıştır. Nitekim Çincenin ve
Türkçenin tarihî gelişmelerini çok iyi bilen ve
Karlgren'in sözlüğünü kullanan bazı türkologlar
tarafından bu konuda yapılan yanlışları düzeltmeğe
çalışan Ligeti bile Hunların meşhur hükümdarının adını
Bagator yerine hep Çin transkripsiyonuna bağlı
kalarak Mao-tun şeklinde kaydetmiştir. Aslında,
Ligeti'den önce başlayan bu yanlış değerlendirme,
"bagator < Moğ. baga 'küçük,~Tü. baga 'genç'
Moğ.~ufak ; az' + Tü. tor 'kale; kale beyi'
kur-a 'kale, şehir'" adı yerine Mao-tun şeklinde aslî
olmayan bir şahıs adının literatüre girmesine, bizde
de Mete gibi bir hayalet sözün doğmasına yol
~açmıştır. Yapısı son derece açık olan ve tor
or (~çor-a, > kurgan~Mac. úr “bey”)
gibi dal kökleri bulunan bu kelimeyi G. Clauson'un
alıntı kelime olarak değerlendirmesini ise anlamak
mümkün değildir.
1.1. Türkçedeki Çince Unsurlar:
Türkçedeki Çince unsurlar üzerinde henüz monografik
bir çalışma yapılmamıştır. Bu yolda şimdiye kadar
yapılan tek şey, Çin yazısıyla yazılı Türkçe kelime ve
cümleler, şahıs ve yer adları, kısacası Çin
harfleriyle transkripsiyonlanmış Türkçe ile ilgilenmek
olmuştur. Türkçeye geçmiş, herhangi bir bölgede,
herhangi bir devirde Türkçenin malı olmuş, Türk
düşüncesinin yapı taşlarından biri haline gelmiş Çince
unsurlar, bilimin ölçüleri içinde araştırılmamıştır.
Bu konuda elimizde bulunan, ancak, çeşitli sözlük
yazarlarının Türkçedeki varlığını açıklayamadıkları
bazı kelimeleri özel bir çaba harcamaksızın Çinceye
yakıştırmalarından ibarettir. Meselâ, M. Räsänen,
sözlüğünde 147 kelimeyi Çince kaynaklı göstermiştir;
fakat ne bu sözlükte Çince asıllı gösterilen
kelimelerin hepsinin Çince oldukları, ne de bu 147
sayısı kesindir. Ahmet Caferoğlu’nun Eski Uygur
Sözlüğü’nde ise Çince kaynaklı gösterilen 70 söz
vardır . Çinlilerin, Türklerin en az iki bin yıllık
komşuları olduklarını düşünürsek, bu sayının daha da
arttırılma imkanı kendiliğinden doğar. Hatta söz
almanın ötesinde, söz dizimi düzleminde gerçekleşmiş
etkileşmelerden bile şüphelenmemiz gerekmektedir.
Türkçe ile Farsça, Rusça, Bulgarca ve bütün Balkan
dilleri arasındaki ilişkiye benzer veya ondan da güçlü
ve köklü bir ilişki gerçekleşmiş olmalıdır. Bilindiği
gibi, Türkçeyi gözardı ederek, bu dillerin ne
sözlükleri ne de gramerleri yazılabilir. Çince için
de durum pek farklı olmasa gerektir; nitekim Çince,
bugün çok heceli dillere oldukça yaklaşmıştır.
Yeni devirlerin Çincesinden Türkçeye geçmiş unsurları
işleyen bir çalışma, 1970 yılında, Moskova'da
yayımlandı. Tabiî ki diller arasındaki alıntıların
tespiti, yazının yaygınlık kazandığı yeni devirler söz
konusu olduğunda, eski devirlerle kıyaslanamayacak
kadar kolaydır. Nitekim daha ilk çalışma olmasına
rağmen, bugünkü Uygur Türklerinin dilinde 1873 Çince
kelime ve şekil tespit edilmiştir. Bu çalışma,
dediğimiz gibi Moskova'da, 1970 yılında Rahimoviç
tarafından “Çağdaş Uygur Dilinin Çince Unsurları”
adıyla yayımlandı.
1.2. Çincedeki Türkçe Unsurlar:
‘Çincedeki Türkçe unsurlar’ sözü bile, zor
söylenebilecek bir sözdür. Böyle bir şeyden söz etmek
bile, açıklayamadıkları her sözü Çinceden alınmış bir
söz gibi sunmağa çalışan ve Çince bilmedikleri halde,
bu işten büyük bir zevk alan meslektaşlarımızı çileden
çıkaracaktır . Bu meslektaşlarımızın Çince kaynaklı
ilan ettikleri sözleri, “Çağdaş Çincenin Sözlüğü” ile
Liu Zhengyan, Gao Mingkai, Mai Yongqian, Shi Youwei
gibi Çinli dilciler tarafından hazırlanan ve
varyantlarıyla birlikte, çeşitli dillerden Çinceye
giren 10,000 kelimelik "Çincedeki Alıntılar Sözlüğü"
adlı eserlerin Türkçe kaynaklı göstermeleri, oldukça
düşündürücüdür. Bunun, tabii ki bazı sebepleri vardır.
Bu sebeplerin en önemlisi, elimizdeki yazılı en eski
Türkçe belge ile Çinçenin ilk yazıya geçirildiği devir
arasında bin yıllık bir sürenin bulunuşudur. Bir başka
sebep, yazının dilden daha elle tutulur bir yapı
olarak dilin yerini almasıdır.
Eski dilleri bugün için ancak yazı ile izleyebiliyor
olsak da, etimoloji çalışmaları yapanların elinde,
köklerin dal biçimleri, eski bilgi-yeni bilgi
ilişkisine dayalı anlam örgüsü, vb. başka belgeler de
vardır . Bu belgeler, en az yazılı belgeler kadar
güvenilir kaynaklardır. Burada iki konu bilhassa çok
önemlidir. Birinci konu, dillerin ses yapıları ve
bugünkü türetme mekanizmalarını geliştirmeden önceki
yeni bilgileri adlandırma yoludur. Diller, kendilerini
sınıflandırmada bir ölçek olarak kullandığımız bugünkü
türetme mekanizmalarını geliştirmeden önce, yeni
bilgileri, değişik ses farlılıklarıyla oluşmuş dal
köklerle adlandırmışlardır ve bu kök dallanması,
dillerin yazı ile buluşmasından çok önce
gerçekleşmiştir . İkinci konu ise, dillerin anlam
yapılarıdır. Burada mutlaka önceki ve sonraki bilgi
ilişkisi aranmalıdır. İnsan zihninde bir önceki bilgi
ile ilişkilendirilmemiş hiçbir yeni bilgi olamaz; her
yeni bilgi, önceki bilgilerimizden birinin komşusudur.
Bir dilin belli bir zaman ve mekan diliminde kurulan
bu ilişki, bir başka yer ve zaman diliminde kurulmamış
veya unutulmuş olabileceği için, tarihi boyunca
dillerdeki ses ve anlam değişmelerini incelemeyi ana
görevi edinmiş olan dilcilik, eş zamanlı ve eş mekanlı
çalışmalara gerek duymaktadır. Bilindiği gibi diller
biçim ve anlam yapılarından oluşmaktadır ve her iki
yapı da değişkendir. Bireysel olan ses yapıları, anlam
yapılarına göre çok hızlı bir değişkenlik içindedir.
Gerek dal köklerin yaşama alanı bulabilmeleri, gerek
bütün dillerde ortak olan düzensiz ses değiştirme
yollarıyla ortaya çıkan biçimler ve gerekse türetme
mekanizmalarının çalıştırılmasıyla, yani düzenli ses
değiştirme yollarıyla elde edilen yeni biçimler, anlam
dallanmalarının bir sonucudur. Bütünüyle sosyal olan
dillerin anlam yapıları, yani önceki ve sonraki
bilgilerden oluşan anlam örgüleri veya ‘dil içi dünya
görüşleri’, etimoloji çalışmalarının en sağlam
belgeleridir ve etimoloji çalışmalarının ana amacı da,
dillerde ortak olan düzenli ve düzensiz türetmeleri
izlemek değil, dillerdeki eski-yeni bilgi ilişkilerini
araştırmak, bu ilişkilere dayanarak o dilleri
konuşanların bilgilenme yollarını birleştirebilmek,
zihin haritasını çizebilmektir.
Yukarıda, ses değişmelerinin ve ses olaylarının,
genellikle, bütün dillerde ortak olduğunu, anlam
değişmelerinde, birinci-ikinci anlam, yani önceki ve
sonraki bilgi ilişkilerinde büyük farklılıkların
yaşandığını söylemiştik. Bu farklılıklara rağmen,
çeşitli dillerdeki birinci anlam-ikinci anlam, yani
önceki ve sonraki bilgi ilişkisinin zaman zaman
çakıştığını hayretle görürüz. Bu durum, dillerin
ortaya çıkışları konusunda veya bilhassa onların
yazının birleştirici ve tutucu işlevinden
yararlanamadıkları sözlü devirlerinde olup bitenleri,
bu yazı öncesi devir insanlarının dil ve düşünce
dünyasını yakalamakta, etimoloji çalışmalarına büyük
ip uçları sunar .
Böyle yapmazsak, dil ile yazının buluşmasının insan
dilinin oluşum süreci içinde oldukça yeni bir olay
olduğu ve diller yazı ile buluştuklarında, kök dal
biçimlerinin çoktan oluşup komşu bilgileri
adlandırmada kullanıldıklarını göremezsek, yubu-n-
~ çim- ~ çubuk ~ çub ~
suvar-, vb. sözlere rağmen ‘su (~çimgen <sub)
sözü Çincedir’ diye veya Türkçe konuşan insanların,
yazı yazma bilgisini “yontmak, kazmak, kazımak”
bilgisine dayanarak adlandırdıklarını gözardı edersek,
yani Türkçe konuşanların eski bilgi-yeni bilgi
yar-~ilişkisini görmezlikten gelirsek, yaz-
~ yır ~ kaz- ~ çız- ~
~yır(t)- yara, vb. ilişkisini ihmal edersek,
biti- ilişkisini görmezsek, ‘biti-~bıç-/biç-
fiili Çince piet’ten gelir’ diye yüz yıldır süren ve
bestesiyle güftesi birbirini tutmayan şarkıları söyler
dururuz