Sefalet nefes alıp veriyordu, uzun bir kuyrukta.
Çadırın içine doluşmuş kalabalığın içine karışmakla, bir tas çorba almak arasında uzun bir yol vardı aslında.
Yaşlı kadınlara baktım en çok.
İki gözleri iki kırık misket.
Bir sürgünden dönmüş gibiydiler ya da yağmalanmış bir savaştan arta kalmış gibi.
Çadırın içindeki kamera, belediye başkanlarının gururuydu da bu sefalet aslında kimlerin eseriydi!
***
Biri
"Allah razı olsun" dedi yemeğini alırken, herkes duydu.
Bir diğeri,
"Bizden çaldıklarının zırnıklarıyla bizleri doyuruyorlar" diye kendi kendisine söylendi.
Benden başkası duymadı.
Onun kullandığı cümlenin öznesi isyandı, ana fikri hırsızlık.
Yoksulluk altın çağını yaşıyordu da zenginlik el değiştirmişti, dil değiştirmişti.
Dini bütün söylemlere yelken açılmasından sonra, bu tür görüntülerin artması, nasıl da yaman bir çelişkiydi aslında.
***
İftar çadırının içinde kısa bir tur attım.
Konuşmadan birbirini seyrediyordu insanlar.
Yüzlerinin rengi kaybolmuştu çoğunun.
Kiminin gözü açtı, elleri arsız.
Bir yanım,
"Ne olacak bu insanların hali?" diye iç çekti.
Öte yandan,
"Hepiniz desteklediniz bu düzeni" diye haykırmak geçti içimden. İsyanımı kendime sakladım.
***
Birden, gazetelerin eski nüshaları geçti gözümün önünden.
Namuslu insanların saflarında yürüyen gazeteciliği hatırladım.
Sürünerek değil, dimdik ayakta yaşayan insanlığa uzandı hafızam.
Geçmişe öykünmek, hiçbir şeyi geri getiremezdi biliyordum.
Bu yaratılan düzen, daha uzun bir süre bizimle birlikte kalacaktı.
Onu da biliyordum.
Çıkıp gittim, sefaletin çadırından.
***
Yıllardır
gelişmekte olan ülke diye bahsediliyor bizden.
Gelişeceğimiz falan yok.
Aslında
çürümekte olan ülkeyiz biz.
Bu konuda yeterince güçlü kanıtlarım var.
Allah da şahit...
Kullar da...
(H.Y.)