Rüyada sırtından vurulmak silahla vurulmak Ünlü Rüyalar

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan *MeleK*
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Rüyada sırtından vurulmak silahla vurulmak Ünlü Rüyalar
rüyada sırtından vurulmak rüyada silahla vurulmak alnından sırtından silahla başından

YAVUZ SULTAN SELİM


Bir gece yatağımda uyuyakalmışım. Sabah namazını kıldıktan sonra hizmetlerine koştum.
-Bu gece görünmedin, ne işteydin? diye sordular.
Birkaç gecedir uykusuz kaldığım için, bu gece gaflete geldiğimi ve hizmetlerinden mahrum olduğumu özürle beyan ettim.
-İmdi, ne düş gördünse beyan eyle, buyurdular.
-Arza kabil bir düş görmedim, diye cevap verdim. Tekrar buyurdular ki:
-Bu ne sözdür?
Bir geceyi tamamen uyku ile geçiresin de, bir vakıa görmeyesin. Herhalde görmüştür. Başka vadide biraz konuştuktan sonra tekrar bana dönerek:
-Abes söyleme. Herhalde bu gece bir vakıa görüşmüştür. Söyle gizleme! dedi.
Her ne kadar düşündümse de görmüş olabileceğim bir şey aklıma gelmedi. İşe yarar bir şey görmediğime yemin ettim.
Sultan, mübarek başlarını sallayarak hayret gösterdiler. Ben de "sebebi ne olabilir?" diye hayret ettim. Hemen sonra Kapuağası ' nın dairesine bir iş için beni gönderdiler. Oraya vardığımda gördüm ki Hazinerdar başı Mehmet Ağa, Kilercibaşı, Sarayağası ve Kapuağası Hasan Ağa adetleri üzerine otururlar. Ama kapuağası Hasan Ağa düşünceli ve şaşkın bir vaziyette başını öne eğmiş, gözleri yaşlı, olarak oturuyordu. Bu zat esasında, sessiz hallerine benzemiyordu. Bir kimsenin vefat etmiş olduğunu zannettim.
-Ağa hazretleri kalbiniz gamlı, gözünüz yaşlı görünür. Sebebi ne ola? dediğimde,
-Hayır bir şey yok, diye gizlemesi üzerine Hazinedarbaşı:
-Kardeş, Ağa'ya bu gece bir vakıa olmuş da o uykunun sarhoşluğundadır., dedi.
Bunun üzerine:
-Allah için haber verin, padişahımız elbette vakıa görmüşsündür, söyle diye bu benden anlatmamı istediler. Herhalde zorlama asılsız değildir. İyi armağandır anlatınız dedim. Rüyayı nakletmesi için ağayı sıkıştırdık. Ağa utanma hissi ağır basan bir şahıs olduğundan anlatmaktan kaçındı ve:
-Benim gibi yüzü kara günahkarın ne rüyası olur ki padişahın huzurunda anlatmaya değsin, kerem edin bana bu teklifte bulunmayın, dedi. Biz sıkıştırmaya, o da vazgeçirmek için yalvarmaya devam etti. Nihayet Mehmet Ağa:
-Nice söylemezsin, bize anlattığı da buna memur olduğunu naklettim. Gizlenmesi ihanet olmaz mı? deyince, Ağa sırrının mührünü açıp anlattı.
-Bu gece rüyamda gördüm ki, eşiğinde oturduğumuz bu kapıyı hızlı hızlı çaldılar. "Ne haber var" diye ileri baktım, vardım; kapı, dışarısı görünecek fakat bir adam sığmayacak kadar az açılmış. Taşlık, ucu sarkıtılmış sarıklı nurani kimselerle dolu, elleri bayraklı ve silahlı mükemmel şahıslar. Kapının dibinde, elleri sancaklı dört nurani kimse durur. Kapıyı vuranın elinde Padişah' ın Aksancağı var. Bana dedi ki :
-Bilir misiniz niye gelmişiz? Ben de :
-Buyurun, dedim. Dedi ki :
-Bu gördüğün kimseler Resulullah (s.a.v.)' ın ashabıdır. Bizi Hazret-i Resulullah Selim Han' a selam etti ve buyurdu ki : Kalkıp gelsin ki Haremeyn hizmeti ona buyruldu. Gördüğün dört kişiden, bu Ebu Bekr-i Sıddıyk, bu Ömerü'l Faruk, bu Osman-ı Zi'n-Nureyn' dir. Seninle konuşan ben ise, Ali bin Ebi Talib' im. Var, Selim Han' a söyle dedi ve nazarımdan galip oldular.
Ben dehşetle kendimden geçip tere batmış ve sabaha kadar baygın yatıp kalmışım. Oğlanlar, teheccüd zamanında mütad üzere kalkmadığımı hastalığa yormuşlar ve sabah namazı vakti geçeceği zaman gelip beni uyarmak için yapmışlar, görmüşler ki suya düşmüş gibi ıslak yatarım.
Elbise değiştirmek için yenilerini getirip o aralık, beni uyandırmışlar. Aklım başıma gelince, acele ile kalkıp namaza yetiştim. Ama tamamen sükunete eremedim. Ağa bunları anlatırken ağlıyordu.
Padişah' ın beni istediğini bildirdiler, derhal huzurlarına gittiğimde, o hizmeti sual etmeyip tekrar yeni rüyadan bahis açarak:
- Şu senin bu gece sabaha dek uyuyup bir vaka görmediğin bana tuhaf gelir. Hemen şöyle hayvan gibi yatıp uyudun mu?
Dedim ki:
-Padişahım, vakıayı bu Hasan kulunuz (Hasan Can) görmediyse bir Hasan kulunuz (Kapıağası Hasan Ağa) görmüş. Emriniz olursa arz edeyim.
Buyurdular ki :
-Söyle görelim... Ben de hadisenin tamamını naklettim. Ben anlattıkça mübarek çehreleri kızarmaya başladı ve vararak mübarek gözlerine yaş geldi. Bitirince buyurdular ki :
-Derd -mendin safa' yı meşrebi (Zavallının tıynetinde safiyet) varmış, sen onu bize methettikçe "Bir kimseyi ibadet eder görürsün hemen veli sanırsın" diye seni alaya alırdık, boşuna methetmezmişsin ... Ve devamla :
-Biz sana demez miyiz ki, biz bir tarafa memur olmadan (emir verilmeden) hareket etmemişizdir. Atalarımız vilayetden behre-mendler idi (velilikden nasip sahibiydiler) , kerametleri vardır. İçlerinde biz onlara benzemedik .. diyerek kendilerini küçük göstermeye çalıştılar.
Bu rüyadan sonra Arap Seferi hazırlıklarına başladılar...
 
Ce: Ünlü Rüyalar

Atatürk'ün Rüyaları



Annesinin ölümüyle ilgili gördüğü rüya

Trenle çıktığı yurt gezilerinden birinde uyumaktaydı. Gördüğü kabus gibi rüya yüzünden kan ter içinde uyanır. Bir sigara yakar ve zile basarak kompartımanındaki hizmetine bakan Ali Çavuşu çağırıp:
"Gördüğüm rüya canımı sıktı" der. Ali çavuş :
"Hayırdır paşam" deyince Atatürk de rüyasını anlatır:
"Pek hayır olacağa benzemiyor... Kırlık bir yerdeymişiz. Her taraf yeşillik Birden bire bir sel geliyor, annemi alıp götürüyor. Endişe ediyorum. Yaverlere söyle, İzmir'e telgraf çekip annemin sağlık durumunu sorsunlar...
" Ve acı haber, kısa bir süre sonra yaveri Salih'in yolladığı şifreli telgraf ile gelir. Atatürk telgrafın şifreli olduğunu görünce hemen " Annem öldü değil mi " der. Annesinin cenaze törenine katılamaz ve yurt gezilerini kesmeden vatan hizmetine devam eder.



Salih Bozok'un intihar edeceğini rüyasında gördü.

Salih Bozok Atatürk'ün yaverliğini yapmış, Atatürk'e candan bağlı adeta Atatürk'ün sırdaşı denebilecek yakınlıkta biriydi. Atatürk sağlığında onunla ilgili gördüğü rüyasını Salih Bozok'a anlatmıştı:
"Büyük bir otelin salonunda oturuyormuşuz. Yanımda sende varmışsın. Salonun bir köşesinde bilardo masası varmış. Masanın başında, arkası bize dönük olan bir zat oturuyor. Tam bu sırada odanın kapısı açıldı ve iri yarı 30 kadar adam içeri girdiler. Bunlardan biri eline bilardo masasından bir ıstaka alarak masanın önünde oturan benim teşhis edemediğim zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başladı.
Omzuna vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve "Bana niye vuruyorsun" diye hiddetle haykırmaktayken, sen bana göz ucu ile ne yapmak lazım gibisinden baktın. Ben sana sakın kıpırdama manasına gelen bir işaretle sükunete davet ettim. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımızda tehditkar bir vaziyet aldı.
Bu sefer Salih sen yine müdahale etmek istedin. Ben sana sus işareti verdikten sonra, o azılı adama dönerek
"Sen kimsin ne istiyorsun" diye sordum.
Adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkartarak iki kurşun sıktı. Biri bana, öteki sana. Sonra adam bize "Kalkın dans edelim" emrini verdi. İkimizde kalkıp onun huzurunda dans ettik."
Bilindiği gibi Atatürk'ün ölümünden sonra Salih Bozok tabancasıyla intihar etmiş ancak kurtarılmıştır.



Atatürk'ün gördüğü son rüya

26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmıştı. Prof. Afet İnan, olayı şöyle anlatıyor:
O geceyi rahatsız geçirdi. İlk komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında :
"Demek ölüm böyle olacak" diyerek uzun bir rüya gördüğünü anlattı.
Salih'e söyle, ikimiz de kuyuya düştük, fakat o kurtuldu" dedi.
Atatürk'ün burada "kuyuya düşme" sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisinin de söylediği gibi ölümünün habercisiydi. Salih Bozok'un kuyudan kurtulması ise, Atatürk'ün vefat ettiği gün, buna çok üzülen Salih Bozok'un intihar etmesi sonucu kurtarılmasını simgeliyordu...
Bu Atatürk'ün gerçekleşen son rüyasıydı...
 
Ce: Ünlü Rüyalar

EVLİYA ÇELEBİ


Hikmet-i Huda, seyahat ile bir çok yerleri görmeye sebep olan ben hakir ve fakir, daima kusuru çok olan seyyah, insan oğlunun kölesi siyasız evliya Derviş oğlu Mehmet Zilli daima Allah'dan yardım isteyip, Fürka-ı Kerim suresi ve Yüce Kur'an' in ayetleri bereketleri ile bütün gönlümle Cenab-ı Hak' dan duada bulunarak, doğum yerimiz olan İstanbul' da evimde, yuvarlak yastığıma uyumak için yaslanmıştım.
1040 senesi Muharrem ayının Aşure gecesinde (20 Ağustos 1630), yarı uyku halinde iken, gördüm ki:
Yetmiş iskelesi yakınında Ahi Çelebi Camii ki helal para ile inşa olunmuş olup, duası kabul olan eski bir camidir.
Uykumda kendimi o camide gördüm. Derhal caminin kapısı açıldı. Nurlu caminin içi baştan başa silahlı asker ve nurlu cemaat ile dolu idi. Sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra salavat-ı şerife okumaya başladılar.
Ben hakir ise minber dibinde oturuyordum. Bu nur yüzlü cemaati hayranlıkla seyrediyordum. Hemen yanımda oturan cana bakıp :
- Sultanım ! Sizler kimlerdensiniz? İsminizi lütfediniz" dedim. Onlar ;
Aşere-i Mübeşşere' den kemankeşlerin piri Sa'd İbn Ebi Vakkas' ım" deyince, hemen mübarek ellerini öptüm.
-Ey sultanım! Bu sağ tarafta nura bürünmüş sevimli cemaat kimlerdir? " dedim.
Onlar bütün peygamberlerin ruhlarıdır. Geri safhadakiler evliyaların ve asfiyanın ruhlarıdır. Bunlar da sahabe-i kiram'ın, muhacirinin, ensar, sufe ehli ve Kerbela şehidlerindendir.
Mihrabın sağındakiler Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer' dir. Mihrabın solundakiler Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali' dir.
Mihrabın önündeki Hazret-i Veysel Karani' dir. Camiinin solunda, duvar dibindeki siyah örtülü kimse senin pirin Hazret-i Peygamber' in müezzini Bilal-i Habeşi' dir.
Bu ayakta duran, cemaat saf saf süzene koyan kısa boylu adam Amr-i Ayyar' dır. İşte bu kızıl renkli elbiseler giyip sancakla gelen askerler Hazret-i Hamza ve bütün şehidlerin ruhlarıdır. " diye cami içinde bulunan bütün cemaati birer birer bana anlattı. Onların hangisine baktıysam ellerimi göğsüme koyup iyice baktım ve baktıkça can buldum.
"Ey sultanım! Bu cemaatin bu camide toplanmalarının sebebi nedir?" diye sordum. Bana:
- Azak taraflarında İslam askerlerinden Tatar askerleri sıkıntıya düşmüşlerdir. Hazret-i Peygamber' in himayesinde olanlar İstanbul' a gelip, buradan Tatar Hanı' na yardıma gideriz. Şimdi Hazret-i Risalet dahi İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin, on iki imam ve bizden başka aşere-i mübeşşere ile gelecekler.
Sabah namazının sünneti kılınacak. Sonra sana "kamet getir" diye işaret buyururlar. Sende yüksek sesle kamet getir. Selamdan sonra Ayetel Kürsi'yi oku. Bilal (Sübhanallah) desin. Sen (Elhamdülillah), Bilal (Allahu Ekber) desin, sen (Amin) de. Sonra bütün cemaat hep birden tevhid ederiz. Sonra sen (Ve salli ala cemiül enbiya-i vel mürsalin vel hamdülillahi Rabü'l-alemin) deyip kalk.
Hemen, mihrabda, Hazreti Peygamber otururken mübarek elini öp. (Şefaat ya Resülallah) de. Yardım iste, diyerek, Sa'd İbni Ebi Vakkas, yanımda oturup bana öğretti.
Onu gördüm ki, camii kapısından bir nur-u mübin parladı. Cami içi nur dolu iken, nur üstüne nur oldu. Bütün sahabe-i kiram, nebi'ler ve evliyaların ruhları ayakta hazır durdular. Saadetle Hazret-i Peygamber, yeşil sancağı dibinde, yüzünde örtüsü ile , elinde asası ve belinde kılıcı ile, sağında İmam-ı Hasan ve solunda İmam-ı Hüseyin olduğu halde göründü. Mübarek sağ ayaklarını (Bismillah) diyerek cami içine koydu. Mübarek yüzünden örtüsünü açtı ve:
-Esselamü aleyk ya ümmeti" diye selam verdiler. Bütün camide bulunanlar hep bir ağızdan
-Ve aleykümü's-selam Ya Resulallah ve Ya Seyyide'l-ümen" diye selam aldılar. Hazret-i Peygamber, hemen mihraba geçip, sabah namazının iki rekat sünnetini kıldılar. Bana bir korku ve vücuduma titreme geldi. Hazret-i Peygamberin bütün görünüşüne baktım. Hilye-i Hakani'de anlatıldığı şekilde idi. Yüzündeki örtü al şal idi. Mübarek sarığı on iki kolanlı ve beyaz şaş idi. Hırka-i şerifleri sırayı yakın deve yönündendi. Boynunda sarı renkli sof şalı vardı. Mübarek ayaklarına renkli çizmeler giymişti. Mübarek başlarındaki sarığı üzerinde bir misvak sokulmuştu. Selam verdikten sonra, bana bakıp sağ ile dizine vurup:
"Kamet Getir" dediler. Ben hemen Sa'd İbni Ebi Vakkas'ın öğrettiği gibi segah makamında kamet getirip tekbir ettim.
Hazret-i Peygamber de segah makamında hazin bir sesle Fatiha-i Şerif'i ve arkasından (Ve Vehebna) aşr-i şerifini okudu. Böylece bütün cemaate imamlık etti.
Selam verdikten sonra ben (Ayete'l -Kürsi)' yi okudum. Sonra Bilal ile sırayla müezzinlik yaptık. Duadan sonra bir sultani tevhid oldu ki, Allah aşkı ile kendimden geçip güya uykudan uyanır gibi oldum.
Uykumu kısacası, Sa'd İbn-i Ebi Vakkas'ın öğretmesiyle görevi tamamladım. Hazret-i Peygamber, mihrab' da yanık bir sesle uzzal makamında bir Yasin-i şerif üç İza Cae suresi ve Muvazzeteyn süresini tamamen okudu. Bilal Fatiha dedi. Hazret-i Peygamber mihrabda ayak üzere duruken, Sa'd İbni Ebi Vakkas hazretleri beni elimden tutup Hazret-i Peygamberlerin huzuruna götürdü. Hz. Peygambere "sadık aşıkın, müştak ümmetin Ebliya kulun, şefaatini riva eder" dedi. Bana da :
Mübarek ellerini öp!" dedi. Ben o an ağlamaklı oldum. Hz. Peygamberin mübarek ellerine müstahça dudaklarımı kondurdum. Onun görünüşünden (Şefaat ya Resulallah !) diyeceğime, hemen (Seyahat Ya Resulallah) demişim. Hz. Peygamber hemen tebessüm edip (Şefaati, seyahat ve ziyareti sıhhat ve selametle kolay eyle Ya Rabbi) diyerek (Fatiha dediler. Bütün sahabe-i kiram Fatiha yı okudular. Ben bütün orada bulunanların mübarek ellerini öperek, hayır dualarını alıp giderdim.
Kiminin mübarek eli mis gibi, kiminin anber, kiminin menekşe ve kiminin karanfil gibi kokuyordu. Amma bilhassa Hz. Peygamber' in kokusu zağferan ve kırmızı gül gibi kokuyordu. Sağ elini öptüğümde sanki pamuk gibi kemiksiz bir et idi. Bu şekilde bütün cemaatin ellerini öptüm. Hz. Peygamber, sonra yine Fatiha dedi. Bütün eshab-ı güzin yüksek sesle Sebü'l-mesani yi okudular. Hz peygamber mihrabdan
"-Esselamu aleyküm ey kardeşler!" deyip camiden çıkıp gittiler.
Hemen Sa'd hazretleri belinden ok muhafazasını çıkarıp benim belime kuşattı ve tekbir getirip:
-Yürü ok ve yay ile gaza eyle. Allah'ın muhafazasında ve emanetinde ol. Sana müjdeler olsun ki, bu toplulukta ne kadar ruhlar ile görüşüp mübarek ellerini öptünse, onların hepsini ziyaret etmen nasip olup, dünyayı gezer ve insanlar içinde tek olursun.
Ama, gezip gördüğün ülkeleri, kaleleri, beldeleri, nedir eserleri, her ülkenin güzel işlerini, yiyecek ve içeceklerini, toprakların eylem ve boylam derecelerini yazıp, güzel bir eser meydana getir ve ahiret oğlum ol.
Hak yolunu elden bırakma. Gönül huzursuzluğundan uzak ol. Ekmek ve tuz hakkını gözet. Sadık dost ol. Yaramazlarla yar olma. İyilerden iyilik öğren." diyerek nasihatte bulundu ve alnından öpüp; Ahi Çelebi Camii' nden çıkıp gittiler.
Ben şaşkın bir halde rahat uykudan uyandım. "Acaba, bu benim halim midir, yoksa olan bir şeymidir, yoksa güzel bir rüyamıdır?" düşünerek, içime bir rahatlık gelip, gönlüme neşe doldu. Sonra sabahleyin temiz bir abdest alıp, sabah namazını kıldım. İstanbul'dan Kasımpaşa tarafına geçtim.
Rüya tabircisi İbrahim Efendiye gittim. Rüyamı tabir ettirdim. Bana " Cihanı süsleyen bir dünya gezip dolaşan bir seyyah olup, işin iyi bir sonuçla tamama erip, Hz. Peygamber' in şefaati ile cennete girersin" diyerek müjde verip (El- Fatiha) dedi.
Oradan Kasımpaşa Mevlevi hanesi Şeyhi Abdullah dede' ye gittim. Ellerini öpüp rüyamı ona da tabir ettirdim.
Bana "On iki imamın ellerinden öpmüşsün, dünya da himmet sahibi olursun. Aşere-i Mübeşşerenin ellerinden öpmüşsün cennete girersin. Dört halifenin ellerinden öpmüşsün, dünya da bütün padişahların şerefli sohbetlerine katılıp, sevdikleri kimselerden olursun. Mademki Hazret-i Peygamber'in temiz yüzlerini görüp mübarek ellerini öpüp, hayır duasını almışsın, iki cihanda da saadette erersin.
- Yürü, işin rasgele. El Fatiha" diyerek hayırlı duada bulundu.
 
Ce: Ünlü Rüyalar

FORSA


Akdeniz'in esatir yuvası nihayetsiz ufuklarına bakan küçük tepe, mini mini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçi yoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgarlarıyla sarhoş olan martılar, çılgın naralarla havayı çınlatıyorlardı. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki zeytinlik, ta vadiye kadar iniyordu.
Bağın ortasındaki viran kulübenin kapısız methalinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.
-Hayırdır inşallah! dedi.
Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını iki ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş sanılacaktı. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Tekrar başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı. Fakat görünürde bir şey yoktu.
Bu, her gece uykusunda kendini kurtarmak için birçok gemilerin pupa yelken geldiğini gören zavallı, eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı kırk seneden ziyade geçmişti . Otuz yaşında dinç, levent, kuvvetli bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü.
Yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi sene, iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi senenin yazları, kışları, rüzgarları, fırtınaları, güneşleri, onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürürdü, kırıldı. Yirmi sene içinde birkaç defa, halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Fakat onun çelikten daha sert adaleli bacaklarına bir şey olmadı.
Yalnız abdest alamadığı için üzülürdü. Daima güneşin doğduğu tarafı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vaktini gizli, gizli, işaretle eda ederdi. Elli yaşına gelince korsanlar onu "artık iyi kürek çekemez!" diye çıkarıp bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On sene kuru ekmekle onun yanında çalıştı.
Allah'a çok şükrediyordu.
"Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, elli yıl esirlikten sonra da memleketime kavuşacağıma öyle inanırım" derdi.
En şanlı, en meşhur Türk gemicilerindendi. Daha yirmi yaşındayken Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar, kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ücra adalardan cizyeler ( vergiler) almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle bertaraf etmişti.
O vakitler Türkeli'nde namı dillere destandı. Padişah bile kendisini saraya çağırtmış, maceralarını dinlemişti. Çünkü Hızır (as)'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Hedefleri tamimiyle başka bir cihandı.
Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, senesi bir büyük günle iki büyük geceden ibaret olan başka cihandan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, esir dolu vatana dönerken, kenarsız denizin ortasında evlenmiş, oğlu Turgut Çanakkale'yi geçerken doğmuştu.
Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu karlardan beyaz karısı acaba hala sağ mıydı? Kırk senedir, yalnız taht şehrinin, İstanbul'un minareli ufku hayalinden hiç silinmemişti."
Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde azat etti. Bu azat etmek değil, sokağa, açlığa, perişanlığa atmaktı. İhtiyar esir, bu viran bağın içindeki harap kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, ihtiyarlığına acıyanların verdiği ekmek parçalarını toplayıp dönüyordu. On sene daha geçti. Artık hiç kuvveti kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık kendisini istemiyordu.
Nereye gidecekti? Fakat işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeğe başlamıştı. Kırk senelik bir rüya...
Türklerin Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı.
Evet, mutlaka geleceklerdi. Buna o kadar emindi ki... -Kırk sene görülen bir rüya yalan olmaz! diyordu.
Kulübe duvarın dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir ümit tufanı gibi her tarafı parlatıyordu. Martıların:
- Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmağa geliyorlar ! Gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı.
Duvar taşlarının arasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan esvabının içine kaçıyorlar, gür beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı.
İhtiyar esir , rüyasında ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin aksiyle parlıyordu.
- Bizimkiler ! Bizimkiler!
diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Hakikaten kalenin karşısına bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı... Gözlerine inanamadı.
"Acaba rüyam devam mı ediyor?" şüphesine düştü.
Fakat uyanıkken rüya görülür müydü? Kanaat getirmek için elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma, burnun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı.
Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Kenara çıkan bölükler, ellerinde al bayrak. kalenin etrafına doğru ilerliyorlardı. Kırk senelik bir beklemenin son azmiyle davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü.
Kenara doğru koştu. Koştu. Koştu. Karaya çıkan asker, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğunu görünce:
- Dur! Diye bağırdılar.
İhtiyar durmadı; bağırdı.
- Ben Türküm, oğullar, ben Türküm! -
... Askerler onun yaklaşmasını beklediler .İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline bakanların hepsi müteessir olmuştu. Biraz heyecanı sükun bulunca ona sordular:
- Kaç yıldır esirsin ?
- Kırk! -Nerelisin ?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet...
- İhtiyarın etrafındaki askerler birbirine karıştı. Bir çığlık koptu.
- "Beye haber verin ! Beye haber verin !" diye bağrışıyorlardı.
İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun menkıbelerini bilmeyen, şöhretini duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten kırk senedir hasret kaldığı vatandaşlarını görmekten, şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler.
Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
- Haydi. Bey'in yanına ! dediler.
Kendini kadırgaya getiren askerlerle beraber büyük geminin kıçına doğru yürüdü...Kara palabıyıklı, sırmalı esvabının üzerine demir, çelik zırhlar giymiş, iri bir adamın karşısına durdu.
- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet, dedi
- Hızır Aleyhisselamın geçtiği yerlerden geçen sen misin?
- Benim.
- Doğru mu söylüyorsun?
- Ne yalan söyleyeceğim?
- Aç bakayım sağ kolunu !
İhtiyar, kaftanının altından kolunu çıkardı. Sıvadı Bey'e uzattı. Pazusunda haç şeklinde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı aya süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.
- Ben senin oğlunum ! dedi.
- Turgut musun?
- Evet.
İhtiyar esir sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu ona:
- Ben karaya cenk için çıkıyordum. Sen gemide rahat kal, dedi. Eski kahraman kabul etmedi:
- Hayır. Bende beraber cenge çıkacağım.
- Çok ihtiyarsın baba .
- Fakat kalbim kuvvetlidir.
- Rahat et! Bizi seyret!
- Kırk senedir dövüşe hasretim. Oğlu:
- Vurulursun! Vatana hasret gidersin! diye onu gemide bırakmak istedi. Kara Memiş, o vakit birdenbire gençleşmiş bir kaplan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan sancağı göstererek:
- Şehit olursam bunu üzerime örtün!
- Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? Dedi.
 
Ce: Ünlü Rüyalar

MÜSTAKBEL KATİL



Pierre Lucas arkadaşı ile alay etti. Henri Mignot, ciddi bir tavırla cevap verdi:
-Bu rüya başkaydı katledilmek üzere olduğuna inanıyorum. Sabırsızlanan Pierre:
-Seni istirahat etmek için Alsace'a çağırdım. Halbuki seni, hiç bir zaman bu kadar dertli gördüğümü hatırlamıyorum, diye söylendi. Henri:
-Dertli olmakta haklıyım, diye ısrar etti. Bu eve ilk defa geliyorum. Fakat rüyamda gördüğüm için her köşesini daha buraya gelmeden evvel, tanıyordum. Mesela başucundaki masada bir bardak su ile bir tabanca bulunduğu doğru değil mi? Pierre hayret içinde:
-Evet nasılda bildin ? diye haykırdı.
-Rüyamda görmüştüm.
-Peki, nasıl öldürüleceğim ?
-Uyurken bıçaklanacaksın !
-Şu halde tetikte uyurum. Gel, bu saçmaları unutalım da biraz dolaşalım. İki erkek, beraberce evden çıktılar. Bahçede, çiçeklerle meşgul yaşlıca bir adam, onlar geçerken hürmetle şapkasının çıkardı. Henri Mgnot dona kalmıştı.
-Rüyamda seni öldüren adam buydu ! diye bağırdı. Pierre katıla katıla gülmeye başladı:
-İhtiyar Paul'ü katil mi zannettin? Ayol 20 yıldır yanımızda. Hepimize candan bağlı. Henri ısrar etti:
-Katilin bu olduğuna eminim. Onu başından sav. Fakat Pierre Lucas arkadaşının çılgınca ısrarlarına kapılacak adam değildi. Henri iki hafta müddetle, Pierre'e boş yere ihtarlarda bulundu.
Telgraf Pierre'den di:"Sırf içinin rahat etmesi için bahçıvanı kovdum" diyordu. Henri'nin içi hakikaten rahat etmişti. O gece haftalardan beri ilk defa sakin bir uyku uyudu. Sabahleyin de neşe ile kahvaltı sofrasının başına geçti. Fakat gazeteyi eline alınca, dona kaldı. Baş sayfanın bir köşesinde büyük puntolarla şu yazılıydı: "Bay Pierre Lucas, bugün Alsece'deki evinde bıçaklanarak öldürülmüştür.
Maktulün sadık bahçıvanı Paul Remaunte, cinayeti işleyenin kendisi olduğunu itiraf etmiştir. Katil 20 yıllık hizmetten sonra, hiç bir sebep gösterilmeden kovulmasına içerlediği için, eski efendisini öldürdüğünü söylemiştir.
 
Ce: Ünlü Rüyalar

AKSENOV



Vladimir şehrinde Aksenov adlı genç bir tüccar yaşıyordu. Bu tüccarın iki dükkanı ile bir evi vardı.
Aksenov, yakışıklı, kumral kıvırcık saçlı, pek şen, sesi pek güzel bir adamdı. Gençliğinde çok içer, sarhoş olunca da taşkınlık ederdi, ama evlenince sarhoşluğu bıraktı, yalnız arada bir içtiği olurdu.
Bir yaz günü, Aksenov, Nijniy panayırına gitmek için hazırlandı. Ailesi ile vedalaşırken karısı:

-Ne olur İvan Dimitrieviç bugün gitme, dedi. Kötü bir rüya gördüm dedi. Aksenov güldü:
-Panayırda kafayı çekerim diye mi korkuyorsun yoksa? dedi.
-Neye korktuğumu bende bilmiyorum, ama fena gördüm; sözde şehirden yeni gelmişsin, şapkanı çıkardın, baktım, saçların bembeyaz olmuş. Aksenov güldü:
-Beyaz saç zenginliktir; bak gör, alışverişte kazanınca sana ne hediyeler getireceğim.
Sonra ailesiyle vedalaşıp yola çıktı. Yolu yarılayınca bir tanıdık tüccara rastladı, geceyi geçirmek üzere bir yerde durdular. Beraber çay içtiler, sonra yan yana olan odalarına çekilip yattılar.
Aksenov çok uyumayı sevmezdi; gece yarısı uyandı, serinlikte daha kolay yol almak için arabacıyı uyandırdı. Atları koşmasını söyledi. Sonra kerpiç kulübeye girdi, hancı ile hesabı görüp yola çıktı.
Kırk verst kadar yol aldıktan sonra, atlara yem vermek için durdu, hanın sofasında dinlendi, öğleye doğru merdiven başına çıktı, semaveri hazırlamalarını söyledi, eline kitarasını alıp çalmaya başladı.
Birden çıngıraklı bir arabanın hana yaklaştığı görüldü. Arabadan iki askerle bir memur çıktı, memur, Aksenov'un yanına yaklaşıp:
Kimsin? Nerelisin? diye sordu. Aksenov, kim olduğunu söyledi, sonra dönüp "Bir çay içmez misiniz ? "dedi. Ama memur:
Dün geceyi nerede geçirdin? Yalnız mı idin, yoksa bir tüccarla beraber mi? Sabahleyin tüccarı gördün mü? Handan niye bu kadar erken çıktın? " diye boyuna soruyordu. Aksenov, böyle sorguya çekilmesine şaştı kaldı; her şeyi olduğu gibi anlattı, sonra
"Ne diye beni böyle sorguya çekiyorsunuz? dedi. Ben ne hırsızım, ne haydut. Kendi işime gidiyorum. Beni sorguya çekecek ne var. " O zaman memur, askerleri çağırdı.
- Ben ilçe kaymakamıyım, dedi. Soruyorum, çünkü geceyi kendisiyle aynı handa geçirdiğin tüccar, boğazlanmış. Göster eşyalarını, sizde üstünü arayın. Hana girdiler, çantasını, torbasını aldılar, çözüp aramaya başladılar. Birden kaymakam, torbadan küçük bir bıçak çıkardı.
-Bu bıçak kimin ? diye haykırdı: Aksenov, baktı bıçak kanlı; kendi torbasından çıkmıştı, bunu düşününce korktu.
-Bıçak üzerindeki bu kan ne? Aksenov, karşılık vermek istiyor, ama ağzını açıp tek bir kelime söyleyemiyordu.
-Ben bilmiyorum... ben... bıçağı... ben... benim değil... O zaman kaymakam dedi ki: Sabahleyin, tüccar yatağında boğazlanmış olarak bulundu. Senden başka bu işi yapacak kimse yok. Han, içeriden kilitli imiş, içeride senden başka da kimse yokmuş. İşte kanlı bıçak da senin torbanda çıktı, hem yüzünden de belli oluyor. Söyle tüccarı nasıl öldürdün, ne kadar parasını aldın ?
Aksenov böyle bir şey yapmadığına yemin ediyordu, birlikte çay içtikten sonra bir daha tüccarı görmemişti, yanındaki 8000 ruble, kendi parası idi. Bıçak onun değildi. Ama sesi kısılıyordu, benzi kül gibi idi, gerçekten suçlu imiş gibi korkudan bütün vücudu tir tir titriyordu. Kaymakam, askerleri çağırdı, onu bağlayıp arabaya bindirmelerini emretti.
Aksenov, elleri ayakları bağlanıp arabaya bindirilince istavroz çıkardı, ağladı. Eşyalarını paralarını topladılar, kendisini yakın şehirdeki cezaevine yolladılar. Nasıl bir adam olduğunu sorup öğrenmek için Vladimir şehrine birini gönderdiler. Bütün tüccarlarla şehir halkı, Aksenov'un gençliğini içkiyle, eğlenceyle geçirdiğini, ama iyi bir adam olduğuna tanıklık ettiler.
20000 rublesini almakla suçlandırıp mahkum ettiler. Karısı, kocası için üzülüyor, ne düşüneceğini bilemiyordu. Çocuklarının hepsi de küçüktü, hatta bir tanesi henüz memedeydi. Kadın her şeyini toplayıp kocasının hapis yattığı şehre gitti. İlk önce içeri bırakmadılar, sonra amirlere yalvardı, onu kocasının yanına götürdüler.
Kendisini, hırsızlarla bir arada hapishane elbiseleriyle, zincirleriyle görünce bayılıp yere yıkıldı, uzun zaman kendine gelemedi. Sonra çocuklarını etrafına sıraladı, kocası ile yan yana oturdu, evde olup bitenleri birbir anlatmaya onunu başına gelenleri de uzun uzun sormaya başladı.
Kocası her şeyi anlattı.
Kadın: Şimdi ne yapmalı ? dedi:
Erkek: Çar'a yalvar, dedi. Suçsuz bir insan böyle yok olup gitmemeli.
Kadın, bağışlanması için Çar'a bir dilekçe sunduğunu, ama karşılık gelmediğini söyledi. Aksenov, bir şey söylemedi, sadece başını önüne eğdi.
Karısı dedi ki: Tevekkeli değil, o zaman rüyamda saçlarının bembeyaz olduğunu görmemiştim. Bak, işte kederden bembeyaz olmuş artık. O zaman yola çıkmayacaktın.
Sonra erkeğinin saçlarını düzeltmeğe başladı:
Vanya, canım dostum, dedi. Karına doğruyu söyle, bu işi yapmadın değil mi?
Aksenov: "Demek sen de benimle böyle bir şey yapabileceğimi düşündün!" dedi ellerini yüzüne koyarak ağladı.
Sonra bir asker geldi, kadınla çocukların dışarı çıkmaları gerektiğini söyledi. Aksenov, ailesiyle son olarak vedalaştı.
Karısı çıkınca Aksenov ne konuştuklarını aklından geçirmeğe başladı. Karısının bile öyle düşündüğünü, tüccarı sen mi öldürdün, diye sorduğunu hatırlayınca kendi kendine: "Görülüyor ki, Allah'dan başka, kimse gerçeği bilemiyordu, yalnız O'na yalvarmak lazım, yalnız ondan beklemek lazım." dedi.
O günden sonra dilekçe vermekten vazgeçti, başkasına ümit bağlamaktan vazgeçti, sadece Allah'a yalvarıyordu. Aksenov'u önce kırbaçlanmaya, sonra da Sibirya'da kürek cezası çekmeye mahkum ettiler.
Aksenov, Sibirya'da 26 yıl sürgün hayatı yaşadı. Saçları kar gibi bembeyaz oldu, sakalı uzadı, bembeyaz, ince uzun aşağı doğru sarkıyordu. Şen tabiatından eser kalmadı. Beli büküldü, sessiz sessiz dolaşır, az konuşur, hiç gülmez, boyuna Allah'a yalvarırdı.
Cezaevinde ayakkabı dikmeyi öğrendi, kazandığı paralarla bir Kutsal Takvim aldı, içeride ışık olduğu zaman okurdu, Tatil günlerinde de cezaevi kilisesine gidip Havariler'i okuyor, kilise korosunda ilahi söylüyordu, sesi hala güzeldi. İdare, uysal bir adam olduğu için Aksenov'u severdi, mahpus arkadaşları da ona saygı gösterirler "dede", "Allah adamı" derlerdi. İdare ile bazı işleri olunca arkadaşları hep Aksenov'u ricaya gönderirler, mahpuslar kavga edince, haklıyı haksızı ayırması için her zaman ona başvururlardı.
Evinden hiç mektup almıyor karısı ile çocuklarının sağ olup olmadıklarını bilmiyordu.
Bir gün sürgüne yeni mahpuslar getirdiler. Akşamleyin bütün eski mahpuslar yeni gelenlerin etrafını aldılar, hangi köyden, hangi şehirden olduklarını, kimin ne kadar ceza giydiğini sormaya başladılar. Aksenov da yeni gelenlerin kerevetlerine oturdu, başını önüne eğmiş, anlatılanları dinliyordu.
Mahpuslardan biri uzun boylu sapasağlam, altmış yaşlarında, tıraşlı beyaz sakallı bir ihtiyardı. Hikayesini şöyle anlattı.
- Ben arkadaşlar, buraya bir hiç yüzünden düştüm. Arabacının kızağından bir atı çözdüm. Hayvanı çalmışsın diye yakaladılar. Ben gideceğim yere daha çabuk varmak için atı saldım dedim. Sonra arabacı da dostum. Uygunsuz bir şey yok, dedim. Onlar hayır, çalmışsın, dediler. Neyi çaldığımı, nerede çaldığımı bile bildikleri yok. Daha çok eskiden beni buraya düşürecek işler oldu, ama ele geçiremediler, şimdi ise kanuna aykırı olarak getirdiler.
Şimdi: "Yalan söylüyorsun, Sibirya'ya gitmişsin, yalnız uzun zaman misafir kalmışsın" diyecekler...
Mahpuslardan biri sordu: Sen nerelisin?
Biz Vladimir'deniz. Şehrin yerlisiyiz, esnaf takımındanız. Adım Makar, baba adım Semeneviç.
Aksenov, başını kaldırıp sordu: Peki Semeniç, Vladimir şehrinde tüccar Aksenov'lardan söz edildiğini hiç duydun mu?
Duymaz olur muyum hiç? Zengin tüccarlar; yazık ki babaları Sibirya'da. Öyle anlaşılıyor ki, o da bizim gibi günahkarlardan. Ya sen dede, buraya nasıl düştün?
Aksenov, kendi kara yazısından konuşmayı sevmezdi; içini çekti:
Günahlarım yüzünden yirmi altı yıldır kürek cezası çekiyorum işte, dedi.
Makar Semenov: Ne gibi günahlar işledin? dedi.
Aksenov: "Herhalde hak etmiş olacağım." dedi, daha fazla söylemek istemiyordu; ama cezaevindeki öbür arkadaşları, Aksenov"un Sibirya'ya nasıl düştüğünü anlattılar. Yolda nasıl birinin bir tüccarı öldürdüğünü, bıçağı nasıl Aksenov'un torbasına attığını, bunun için nasıl onu mahkum ettiklerini anlattılar.
Makar Semenov, bu sözleri işitince Aksenov'a bakıp ellerini dizlerine çarptı:
Olur şey değil, olur şey değil! dedi. İhtiyarlamışsın dede.
Ona neye böyle şaşıp kaldığını, Aksenov'u daha önce nerede gördüğünü sordular, ama Makar Semenov, karşılık vermiyordu, sadece:
Şaşılacak şey çocuklar dedi. Bak nerede karşılaştık birbirimizle. Bu sözleri işitince, birden Aksenov'un aklına belki bu adam tüccarı öldüreni bilir, düşüncesi geldi.
Semenov, dedi, bu işi eskiden mi işittin, yoksa beni eskiden bir yerde görmüşlüğün var mı?
Makar Semenov: İşitmez olur muyum? Yerin kulağı var. Ama bu iş, çok eskiden olmuştu. İşittiklerimi unutmuşum, dedi.
Aksenov sordu:
Belki tüccarı kimin öldürdüğünü de işitmişsindir?
Makar Semenov, güldü: Bıçak kimin torbasından çıktı ise herhalde o öldürmüştür. Biri bıçağı senin torbana atmış da olsa mademki yakayı ele vermemiş, hırsız o değil demektir. Hem bıçağı senin torbana nasıl sokarlar? Torba başının altında imiş. Pekala duyardın.
Aksenov, bu sözleri işitince tüccarı öldürenin bu adam olduğunu düşündü. Kalktı oradan uzaklaştı. Bütün gece gözüne uyku girmedi. Müthiş içi sıkıldı; gözleri önüne neler gelmiyordu.
Kah karısını, en son, panayıra kendisini uğurladığı zamanki hali ile görüyordu. Onu canlı gibi görüyordu. Sonra çocukları, o zamanki halleriyle gözlerinin önüne geldiler, hepsi de minimini, birinin üstünde kısa paltosu, öbürünün önlüğü vardı. Kendisi de o zamanki gibi görüyordu; neşeli genç bir adamdı, yakalandığı hanın çardağında nasıl oturduğunu, nasıl kitara çaldığını, o zaman ne kadar sevinçli olduğunu hatırlıyordu. Kendisine dayak attıkları ceza meydanını, celladı, etrafta toplanan halkı, zincirleri, mahpusları, bütün yirmi altı yıllık mahpus hayatını hatırladı, ihtiyarlığını hatırladı.
Aleksey'in üstüne öyle bir sıkıntı çöktü ki, aklından kendi kendini öldürmek geçiyordu. "Hep şu cani yüzünden" diye düşündü. Makar Semenov'a karşı öyle bir hınç besliyordu ki, kendi felaketi pahasına da olsa, içinde intikam almak isteği uyanıyordu. Bütün gece dualar okudu, ama bir türlü kendini yatıştıramadı. Gündüzleri Makar Semenov'un yanına gitmiyor, hiç yüzüne bakmıyordu. Böylece iki hafta geçmişti. Bir gece cezaevi içinde dolaşmaya başladı, bir kerevet altında toprak atıldığını gördü. durup baktı. birden Makar Semenov, kerevet altından çıktı, korku ile Aksenov'a baktı. Aksenov, görmemezlikten gelerek geçip gitmek istiyordu; ama Makar elini yakaladı.
Duvarlar altından nasıl bir geçit kazdığını, her gün çizme konçlarına koyup toprağı dışarı taşıdığını, işe çıkarlarken de sokağa serptiğini anlattı: Yalnız moruk, ağzını sıkı tut, dedi, seni de alırım. Ama söylersen bana müthiş bir dayak atarlar, ben de senin yanına bırakmam, öldürürüm seni.
Aksenov, kendisine kıyan bu adamı görünce baştan aşağı kinle ürperdi. Ben buradan ne diye çıkayım, sen de beni öldüremezsin, çünkü beni çoktan öldürdü. Seni haber verir miyim, vermez miyim, bilmem. Allah nasıl dilerse öyle olur. Ertesi gün mahpusları işe çıkardıkları zaman askerler, Makar Semenov'un yere toprak serptiğini fark ettiler, cezaevi içinde araştırma yaptılar, deliği buldular, müdür cezaevine geldi:"deliği kim kazdı?" diye herkesi sorguya çekmeğe başladı.
Suçu kimse üstüne almıyordu. Bilenler Makar Semenov'u ele vermiyorlardı. Çünkü öldüresiye döveceklerini biliyorlardı. O zaman müdür, Aksenov'a döndü. Aksenov'un doğru bir adam olduğunu biliyordu: İhtiyar, dedi, sen doğru adamsın, Tanrı adına söyle, kim yaptı bu işi? Makar Semenov, sanki hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi duruyor, hep müdüre bakıyor, Aksenov'a hiç bakmıyordu. Aksenov'un elleri dudakları titriyordu, ama uzun zaman ağzını açıp bir şey söyleyemedi.
Şöyle düşünüyordu: "Onu ele versem mi acaba? Beni mahvetti, ne diye onu bağışlayacak mışım? Bana çektirdiği için o da çeksin. Gerçeği söylersem, onu müthiş döverler. Ne diye boşu boşuna onu düşüneyim. Peki ama elime ne geçecek, içim daha mı rahat edecek?" Müdür tekrar: E, ihtiyar, dedi, hadi doğruyu söyle: deliği kim kazdı? Aksenov, Makar Semenov'a baktı: Söyleyemem, sayın bayım dedi, Allah söylememi emretmiyor. Ben de söylemeyeceğim. İstediğinizi yapın, irade sizin.
Ertesi gün, Aksenov, geceleyin kerevetine yattı, henüz dalmıştı ki, birinin yaklaşıp ayak ucuna oturduğunu işitti. Karanlıkta baktı, Makar'ı tanıdı.
Aksenov: Daha ne istiyorsun benden? dedi. Burada işin ne?
Makar Semenov, susuyordu. Aksenov, biraz doğruldu. Ne istiyorsun? dedi. Hadi git. Yoksa askeri çağırırım.
Makar Semenov, Aksenov'un üzerine doğru eğildi, fısıltı ile: İvan Dimitriç, dedi. Beni affet.
Aksenov: Ne diye af diliyorsun? Tüccarı ben öldürdüm, bıçağı torbana ben soktum. Seni de öldürmek istiyordum, ama avludan sesler geldi; bıçağı torbana soktum, pencereden atlayıp kaçtım.
Aksenov susuyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Makar Semenov, kerevetten kaydı, yerlere kadar eğildi: İvan Dimitriç, dedi; affet beni, Allah aşkına affet! Tüccarı öldürdüğümü açıklayacağım, seni bağışlayacaklar. Evine döneceksin.
Aksenov: Senin için söylemek kolay, ama bir de bana sor! Nereye giderim şimdi? Karım ölmüş, çocuklarım beni unutmuşlardır; gidecek bir yerim yok...
Makar Semenov, yerden kalkmıyor, başını yere vuruyor: İvan Dimitriç, affet, diyordu. Şimdi gözlerine bakmak, ban yediğim kırbaçlardan daha ağır geliyor... Sen yine bana acıdın, beni ele vermedin. Allah aşkına beni bağışla, pişmanlık getiren caniyi bağışla!... dedi, hıçkırıklarla ağlamağa başladı: Allah seni affetsin, belki ben senden yüz kat daha kötüyümdür! Birdenbire içi açıldı. Evi barkı için tasalanmaktan vazgeçti, cezaevinden bir yere gitmek istemiyordu, sadece son saatini düşünüyordu.
Makar Semenov, Aksenov'u dinlemedi, suçlu olduğunu açığa vurdu. Evine dönme müsaadesi çıktığı zaman Aksenov, artık ölmüştü.
 
Ce: Ünlü Rüyalar

Şair Nabi


Şair Nabi, zamanın paşalarından birinin iltifatına mazhar olur ve beraberce hacca giderler. O devirlerde hacca deve ile gidilir. Develerin sırtına yüklenen mahmil ismi verilen, iki kişinin rahatça yolculuk edebileceği bir semer vardır.
Nabi ile Paşa da böyle bir deve de yolculuk ederler. Nihayet bir seher vaktinde Medine topraklarına girerler. Nabi, Peygamberin kabrini ziyaret edeceğim diye heyecanlanır, mahmilin öbür tarafında ise Paşa yatmış uyuyor. Bu durum Nabi' yi müteessir eder.
"İki cihan güneşi bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?" diye düşünür ve bu heyecanla dudaklarından şu mısralar dökülür.
Sakın terk-i edebten kuy-ı mahbub-ı hudadır bu Nazargahı ilahidir, makamı Mustafa' dır bu...
Nabi farkında olmayarak bu mısraları birkaç kere tekrarlar. Her tekrar edişte sesi biraz yükselir. Ve nihayet öbür tarafta uyumakta olan Padişah uyanır.
-Nabi ne oldu, ne söylüyorsun, der. Nabi de :
- Efendim, Peygamberimizin kabr-i sadetlerinin bulunduğu Medine şehrine geldik de, bazı şeyler hatırladım, bunları söyledim. Paşa da Nabi' nin heyecanına katılır. Abdest alıp yay olarak Medine sokaklarında Ravza-i Mutahhara'ya doğru yürürler. Bu esnada kulaklarına bir ses gelir. Durup dinlerler.
Gelen ses Mescid-i Nebevi'nin minarelerinden yükseliyor. Sesi dikkatle dinleyince, biraz evvel Nabi' nin söylediği mısraların müezzin tarafından okunduğu anlaşılır. İyice duygulanırlar. Paşa Nabi'ye şöyle seslenir.
-Nabi bu hal nedir? Nabi de:
-Bilmiyorum, der.
Her ikisi de sükût ederler ve beraberce minarenin kapısına girerler. Müezzin minareden inmesini beklerler. Müezzin inince:
-O söylediklerin ne idi, onları ne için söyledin, sebebi nedir, diye sorarlar. Fakat müezzin bir türlü söylemez. Ne kadar ısrar ederse de ,
"Söylemem, kafamı kesseniz de söylemem!" deyince:
-Ama, der Nabi, Bunları biraz önce ben söyledim. Sana kim söyledi. Bu sefer müezzinin tavrı ve şekli değişir heyecanla:
-Senin ismin Nabi mi? der. Evet cevabını alınca müezzin Nabi'nin ellerine, Nabi de müezzinin boynuna sarılır. Bu dehşetli manzarayı seyreden Paşa, dayanamayıp:
-Nereden bildin bunun isminin Nabi olduğunu, Allah aşkına söyle, der. Müezzin rüyasını anlatır.
-Efendim, akşam abdestli olarak yatmıştım. Biraz evvel Peygamberimizi rüyamda gördüm.
Ya müezzin kalk yatma. Benim aşıklarımdan biri benim kabrimi ziyarete geliyor. Şu cümlelerle minareden onu istikbal et, dedi.
Ben de hemen kalktım. Abdest aldım. Peygamberimizin iltifatına mazhar olan aşık kimdir diye düşünerek minareye koştum.
 
Geri
Üst