M
Monera
Forum Okuru
Peygamberler Neden Gönderilmiştir?
peygamberler niçin gönderilmiştir peygamberler neden gönderilmiştir neden gönderildi peygamber niçin ne için
PEYGAMBERLER NEDEN GÖNDERİLMİŞTİR?
Her düşünce sistemi, sahip olduğu insan algısına göre, insanın nasıl yaşayacağı ve eğitileceğiyle ilgili bir görüşe sahiptir. Bu, onun eğitim zihniyetidir. İnsan anlayışlarındaki farklılıklara göre, insanı eğitmemiz ve dolayısıyla yaşam tarzlarımız da farklılaşır. Müslümanların eğitim telakkisi de, İslâm’ın insan anlayışından kaynaklanır. Eğitimle ilgili modellemelerini bugün genelde Batı’dan alan İslâm dünyasının, kendi düşünce temellerinden neşet eden bir eğitim teori ve pratiği oluşturmak için, kendi kavramlarını tahlil etmesi gerekir. Bu yönde bir gayretin yönlendirmesiyle bu yazıda, “peygamberlik” mefhumunun, insan anlayışı ve eğitim zihniyetimizin temelindeki merkezi konumuna dikkat çekeceğiz.
Peygamberlik, insan olmanın zorunlu bir koşuludur
Peygamberlerin niçin var olduğuyla ilgili söylenebilecek ilk neden, “Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak”tır. Peygamber, bir “elçi”dir; insanlara doğru yolu göstermek için Allah tarafından seçilmiş kişidir.
Bu temel hakikati tespit etmekle birlikte, “niçin peygamber vardır?” sorumuzun içinde halen yanıtlanmamış bir bölüm bulunmaktadır: peygamber gönderilmesine neden gerek duyulmuştur? Bu ikinci soruyu da kısaca , “insanın ihtiyacı olduğu için” diye yanıtlamak mümkündür. Ancak bu ihtiyaç, biri olmazsa diğerinin bir anlam ifade etmeyeceği tarzda bir zorunluluğu ifade etmektedir. İnsanın “ne tür bir varlık olduğu”, peygamberin de “niçin var olduğu” sorularının birbiriyle olan zorunlu ilişkisi, bizi şu hükme götürüyor:
Peygamberlik, insanın yeryüzündeki mevcudiyetine yönelik sistem içerisinde, bu sistemin önemli bir parçası olan bir mefhumdur. İnsanın varlık nedeni ve varoluş tarzı, “niçin peygamber vardır?” sorusunun yanıtını verir.
İnsanın varoluş tarzı ile peygamberin mevcudiyeti arasında zorunlu bir ilişkiden söz ettiğimizde, bu iki kavramdan yola çıkarak, “eğitim” kavramının temelindeki zihniyete de burada ulaşmış oluyoruz. Birbiriyle ilişkili bu kavramları biraz daha açarak bunların nasıl bir dünya görüşüne ve eğitim anlayışına işaret ettiği üzerinde duralım:
İnsanın varlık nedeni ve serüveni hakkında Kur'an-ı Kerîm’in sunduğu çerçeve özetle şöyledir: İnsan ‘kul’ olmak üzere vardır. Bu noktada aslında diğer varlıklar gibi olmakla birlikte, onlardan farklı yapısı nedeniyle, kulluğu da örneğin meleklerinkinden veya hayvanlarınkinden farklı tarzdadır. Allah, insan türünün ilk örneği olan Âdem’i özel bir yaratılışla varlık alanına çıkarılmıştır. Aslı topraktan olan, yeryüzünün gelecekteki bu hükümranına Allah ‘ruhum’ dediği varlık ilkesinden bir soluk üflemiş, ona isimlerin tamamını öğreterek bu isimlerin gösterdiği varlık şemasını kavratmış, nihayet meleklerin insana secde etmesini istemiştir. İlk insanın eşiyle birlikte cennetten çıkarılış öyküsü bir yandan insanın zaaflarına, öte yandan sonunda yeryüzünde halife kılınacak olan bu seçkin varlığın kaderine işaret etmektedir. Yeryüzünde halife olarak nitelenen insan, bu görevin gerektirdiği güçlerle donatılmıştır. İnsan, iyilik ve kötülüğü kavrayıp bunlardan birini seçme yeteneğine sahiptir. Olayları gözlemlemesi ve değerlendirmesi için ona göz, kulak ve kalp (akıl) verilmiştir. İnsanın imtihan varlığı olmasının bir gereği olarak nankörlük, geçici hazlara düşkünlük, cimrilik, umutsuzluk, unutkanlık, böbürlenme, acelecilik gibi zaafları da bulunmakta olup bu zaaflarını yenmeyi öğrenmelidir. Özünde en güzel şekilde yaratılan insan, bunu başaramadığı zaman, hayvanlardan da aşağı bir pozisyona düşebilir. Zıtlıkları içeren tüm bu özellikleriyle insan, diğer varlıkların alamayacağı bir şeyi, yani ‘emaneti’ yüklenen varlık olmuştur.
İnsanın varlık tarzına dair bu noktada özellikle şu iki hususun altını çizmek gerekiyor:
İlk olarak, anlaşılan o ki insan seçim yapmak ve seçimleriyle kendini inşa etmek pozisyonundadır. Amacı ve varlık yapısı budur. Seçimlerinin sonucunu yüklenir. Seçimlerini ne yönde yapacağıyla ilgili bir rehbere olan ihtiyacı bundandır. Peygamber; insan seçim yapan ve sonuçlarını yüklenen bir varlık olduğu için vardır. Ve Allah bir peygamber göndermedikçe insanı sorumlu tutmayacağını bildirmiştir. İnsan, akıl ve kalbin yanı sıra bir nefse; irade ve hürriyetin yanı sıra birtakım zaaflara sahip olduğu ve bu hal üzere var kılındığı için, peygamber de vardır:
“Ona iki yolu gösterdik.” (Beled, 90/10)
“De ki, Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)
“Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151)
“Hiçbir ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.” (Fatır, 35/24)
İkinci olarak insan, bir şey bilmez olarak dünyaya gelir ve bir ortam içerisinde kendini bulur. Bu itibarla ne melekler, ne de hayvanlar gibi, tek bir hal üzeredir. İnsandaki özellikler kendinde bir imkân, bilkuvve bir durum olmakla birlikte, zaman ve mekâna bağlı olarak bilfiil hale gelir; dolayısıyla imkân olarak olgu öncesi, tahakkuk olarak olgu ile irtibatlıdır. Mesela her bir insan konuşabilir, bilebilir, umabilir, talep ve irade edebilir; ancak hangi dili konuşacağı, neleri bileceği, neleri talep ve irade edeceği, nelerden kaçacağı, insanın içine atıldığı dünya içinde anlamını ve hakikatini kazanacaktır (Görgün, 2003).
Dolayısıyla “insan” olabilmek ve yaratılış amacı doğrultusunda kendini gerçekleştirmenin mümkün olabilmesi, insanın yaşadığı çevre içinde mümkün olur. Hz. Âdem’in isimleri öğrenmesi, aslında bu ilk “çevre” ve ilk öğrenmedir. İnsan, isimleri öğrenmekle işler hale gelmiştir. Örneğin doğada yalnız başına hayvanlarla birlikte büyüyen insan yavrularının, hayvanlara benzer bir tavır içinde bulundukları bilinmektedir. Hz. Âdem’in durumu bundan farklıdır, ona Allah tarafından isimlerin öğretilmesi bu iletişime, kelimeler âlemine girmesini ifade eder. İnsan, kendi cinsinden olan bir grup içinde öğrenmekle insan olur.
Daha ilk yaratılışından beri yeryüzüne gelişinin öncesinde insan yalnız değildir; yalnız yaşamak için yaratılmamıştır. Diğer canlıların da yeryüzünde yalnız olmadıkları, sayıca çok oldukları söylenebilir. Ancak insanın yalnız olmayışı, onun doğasında bulunan ‘başkasında varoluş’ diyebileceğimiz bir durumun yansımasıdır. Örneğin, hayvanlar, bir sürü içinde dahi olsalar yalnızmış gibidirler, toplu yaşayış ancak bir içgüdü benzerliğidir. Aynı hal bitkilerde de görülür. Bir ormanın ağaçları bir çeşit zümre gibi görünse de, her ağacın kendi başına hayatı vardır. Karınca ve arıların yardımlaşmaya dayalı hayatı, onların içgüdüleri gereğince mekanik olarak birbirine benzer hareketleri yapmalarındandır. Ancak insan, yeryüzündeki varlığının başlamasıyla birlikte, insan olma varlığını başka insanlarla birlikte edinir. İnsanın kendisiyle ilgili şuuru, kendi başına değil başka şuurlarla birlikte gelişir (Ülken, 1967). Dolayısıyla insanın insanlığının, belirli bir çevre içinde belli olduğu söylenebilir. İnsan, hemcinslerinden oluşan bir çevre içerisinde kendisini bulur. Kendisindeki potansiyeller işler hale gelir.
“Peygamber” kavramı bu noktada sistem içinde yerini almaktadır. Peygamber, insanın kendiliğinden olmayışı, kendi başına kalmayışı demektir. Peygamber, insan olmak için gerekli olan “çevre”dir. Âdem’e isimler öğretilmemişken, ne ve kim olduğuna dair hiçbir fikre, etrafındakilere dair hiç bir adlandırma işlevine malik değilken yeryüzüne öylece gönderildiğini bir düşünün. Bu durumda meleklerin, insanın yaratılacağını duyduklarında verdikleri ilk tepki olan “yeryüzünde kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın” hükmü doğru olurdu. Fakat Allah, gerek isimleri öğretmek, gerekse peygamberler göndermekle, bu varlığın bambaşka bir şey olduğunun ortaya çıkmasını murat etmiştir.
Dolayısıyla peygamber, insan gerçek anlamda ‘insan’ olabilsin diye vardır. İnsanın yeryüzündeki varlığına dair sistem içerisinden peygamber kavramını çıkardığımızda, insan, şimdi olduğumuz insan olmayacaktır. Bulunduğumuz noktada, peygamberlik müessesesinin mevcudiyet ve gereğine ilişkin (yapılabilecek) bir şüphe ve sorgulama da zeminini kaybedecektir. Zira, bu sorgulama ve düşünme işlemini yapabilecek kapasiteyi dahi, peygamberin varlığı ile insana sunulan yaşam tarzına, yani, kendi başına bırakılmamışlığa borçluyuz.
Peygamber kavramından eğitim zihniyetine
Ancak bir arada bulunduklarında anlamlı bir bütün oluşturan ‘insanlık’ ile ‘peygamberlik’ mefhumları arasındaki zorunlu ilişki, “eğitim”
PEYGAMBERLER NEDEN GÖNDERİLMİŞTİR?
Her düşünce sistemi, sahip olduğu insan algısına göre, insanın nasıl yaşayacağı ve eğitileceğiyle ilgili bir görüşe sahiptir. Bu, onun eğitim zihniyetidir. İnsan anlayışlarındaki farklılıklara göre, insanı eğitmemiz ve dolayısıyla yaşam tarzlarımız da farklılaşır. Müslümanların eğitim telakkisi de, İslâm’ın insan anlayışından kaynaklanır. Eğitimle ilgili modellemelerini bugün genelde Batı’dan alan İslâm dünyasının, kendi düşünce temellerinden neşet eden bir eğitim teori ve pratiği oluşturmak için, kendi kavramlarını tahlil etmesi gerekir. Bu yönde bir gayretin yönlendirmesiyle bu yazıda, “peygamberlik” mefhumunun, insan anlayışı ve eğitim zihniyetimizin temelindeki merkezi konumuna dikkat çekeceğiz.
Peygamberlik, insan olmanın zorunlu bir koşuludur
Peygamberlerin niçin var olduğuyla ilgili söylenebilecek ilk neden, “Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak”tır. Peygamber, bir “elçi”dir; insanlara doğru yolu göstermek için Allah tarafından seçilmiş kişidir.
Bu temel hakikati tespit etmekle birlikte, “niçin peygamber vardır?” sorumuzun içinde halen yanıtlanmamış bir bölüm bulunmaktadır: peygamber gönderilmesine neden gerek duyulmuştur? Bu ikinci soruyu da kısaca , “insanın ihtiyacı olduğu için” diye yanıtlamak mümkündür. Ancak bu ihtiyaç, biri olmazsa diğerinin bir anlam ifade etmeyeceği tarzda bir zorunluluğu ifade etmektedir. İnsanın “ne tür bir varlık olduğu”, peygamberin de “niçin var olduğu” sorularının birbiriyle olan zorunlu ilişkisi, bizi şu hükme götürüyor:
Peygamberlik, insanın yeryüzündeki mevcudiyetine yönelik sistem içerisinde, bu sistemin önemli bir parçası olan bir mefhumdur. İnsanın varlık nedeni ve varoluş tarzı, “niçin peygamber vardır?” sorusunun yanıtını verir.
İnsanın varoluş tarzı ile peygamberin mevcudiyeti arasında zorunlu bir ilişkiden söz ettiğimizde, bu iki kavramdan yola çıkarak, “eğitim” kavramının temelindeki zihniyete de burada ulaşmış oluyoruz. Birbiriyle ilişkili bu kavramları biraz daha açarak bunların nasıl bir dünya görüşüne ve eğitim anlayışına işaret ettiği üzerinde duralım:
İnsanın varlık nedeni ve serüveni hakkında Kur'an-ı Kerîm’in sunduğu çerçeve özetle şöyledir: İnsan ‘kul’ olmak üzere vardır. Bu noktada aslında diğer varlıklar gibi olmakla birlikte, onlardan farklı yapısı nedeniyle, kulluğu da örneğin meleklerinkinden veya hayvanlarınkinden farklı tarzdadır. Allah, insan türünün ilk örneği olan Âdem’i özel bir yaratılışla varlık alanına çıkarılmıştır. Aslı topraktan olan, yeryüzünün gelecekteki bu hükümranına Allah ‘ruhum’ dediği varlık ilkesinden bir soluk üflemiş, ona isimlerin tamamını öğreterek bu isimlerin gösterdiği varlık şemasını kavratmış, nihayet meleklerin insana secde etmesini istemiştir. İlk insanın eşiyle birlikte cennetten çıkarılış öyküsü bir yandan insanın zaaflarına, öte yandan sonunda yeryüzünde halife kılınacak olan bu seçkin varlığın kaderine işaret etmektedir. Yeryüzünde halife olarak nitelenen insan, bu görevin gerektirdiği güçlerle donatılmıştır. İnsan, iyilik ve kötülüğü kavrayıp bunlardan birini seçme yeteneğine sahiptir. Olayları gözlemlemesi ve değerlendirmesi için ona göz, kulak ve kalp (akıl) verilmiştir. İnsanın imtihan varlığı olmasının bir gereği olarak nankörlük, geçici hazlara düşkünlük, cimrilik, umutsuzluk, unutkanlık, böbürlenme, acelecilik gibi zaafları da bulunmakta olup bu zaaflarını yenmeyi öğrenmelidir. Özünde en güzel şekilde yaratılan insan, bunu başaramadığı zaman, hayvanlardan da aşağı bir pozisyona düşebilir. Zıtlıkları içeren tüm bu özellikleriyle insan, diğer varlıkların alamayacağı bir şeyi, yani ‘emaneti’ yüklenen varlık olmuştur.
İnsanın varlık tarzına dair bu noktada özellikle şu iki hususun altını çizmek gerekiyor:
İlk olarak, anlaşılan o ki insan seçim yapmak ve seçimleriyle kendini inşa etmek pozisyonundadır. Amacı ve varlık yapısı budur. Seçimlerinin sonucunu yüklenir. Seçimlerini ne yönde yapacağıyla ilgili bir rehbere olan ihtiyacı bundandır. Peygamber; insan seçim yapan ve sonuçlarını yüklenen bir varlık olduğu için vardır. Ve Allah bir peygamber göndermedikçe insanı sorumlu tutmayacağını bildirmiştir. İnsan, akıl ve kalbin yanı sıra bir nefse; irade ve hürriyetin yanı sıra birtakım zaaflara sahip olduğu ve bu hal üzere var kılındığı için, peygamber de vardır:
“Ona iki yolu gösterdik.” (Beled, 90/10)
“De ki, Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)
“Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151)
“Hiçbir ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.” (Fatır, 35/24)
İkinci olarak insan, bir şey bilmez olarak dünyaya gelir ve bir ortam içerisinde kendini bulur. Bu itibarla ne melekler, ne de hayvanlar gibi, tek bir hal üzeredir. İnsandaki özellikler kendinde bir imkân, bilkuvve bir durum olmakla birlikte, zaman ve mekâna bağlı olarak bilfiil hale gelir; dolayısıyla imkân olarak olgu öncesi, tahakkuk olarak olgu ile irtibatlıdır. Mesela her bir insan konuşabilir, bilebilir, umabilir, talep ve irade edebilir; ancak hangi dili konuşacağı, neleri bileceği, neleri talep ve irade edeceği, nelerden kaçacağı, insanın içine atıldığı dünya içinde anlamını ve hakikatini kazanacaktır (Görgün, 2003).
Dolayısıyla “insan” olabilmek ve yaratılış amacı doğrultusunda kendini gerçekleştirmenin mümkün olabilmesi, insanın yaşadığı çevre içinde mümkün olur. Hz. Âdem’in isimleri öğrenmesi, aslında bu ilk “çevre” ve ilk öğrenmedir. İnsan, isimleri öğrenmekle işler hale gelmiştir. Örneğin doğada yalnız başına hayvanlarla birlikte büyüyen insan yavrularının, hayvanlara benzer bir tavır içinde bulundukları bilinmektedir. Hz. Âdem’in durumu bundan farklıdır, ona Allah tarafından isimlerin öğretilmesi bu iletişime, kelimeler âlemine girmesini ifade eder. İnsan, kendi cinsinden olan bir grup içinde öğrenmekle insan olur.
Daha ilk yaratılışından beri yeryüzüne gelişinin öncesinde insan yalnız değildir; yalnız yaşamak için yaratılmamıştır. Diğer canlıların da yeryüzünde yalnız olmadıkları, sayıca çok oldukları söylenebilir. Ancak insanın yalnız olmayışı, onun doğasında bulunan ‘başkasında varoluş’ diyebileceğimiz bir durumun yansımasıdır. Örneğin, hayvanlar, bir sürü içinde dahi olsalar yalnızmış gibidirler, toplu yaşayış ancak bir içgüdü benzerliğidir. Aynı hal bitkilerde de görülür. Bir ormanın ağaçları bir çeşit zümre gibi görünse de, her ağacın kendi başına hayatı vardır. Karınca ve arıların yardımlaşmaya dayalı hayatı, onların içgüdüleri gereğince mekanik olarak birbirine benzer hareketleri yapmalarındandır. Ancak insan, yeryüzündeki varlığının başlamasıyla birlikte, insan olma varlığını başka insanlarla birlikte edinir. İnsanın kendisiyle ilgili şuuru, kendi başına değil başka şuurlarla birlikte gelişir (Ülken, 1967). Dolayısıyla insanın insanlığının, belirli bir çevre içinde belli olduğu söylenebilir. İnsan, hemcinslerinden oluşan bir çevre içerisinde kendisini bulur. Kendisindeki potansiyeller işler hale gelir.
“Peygamber” kavramı bu noktada sistem içinde yerini almaktadır. Peygamber, insanın kendiliğinden olmayışı, kendi başına kalmayışı demektir. Peygamber, insan olmak için gerekli olan “çevre”dir. Âdem’e isimler öğretilmemişken, ne ve kim olduğuna dair hiçbir fikre, etrafındakilere dair hiç bir adlandırma işlevine malik değilken yeryüzüne öylece gönderildiğini bir düşünün. Bu durumda meleklerin, insanın yaratılacağını duyduklarında verdikleri ilk tepki olan “yeryüzünde kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın” hükmü doğru olurdu. Fakat Allah, gerek isimleri öğretmek, gerekse peygamberler göndermekle, bu varlığın bambaşka bir şey olduğunun ortaya çıkmasını murat etmiştir.
Dolayısıyla peygamber, insan gerçek anlamda ‘insan’ olabilsin diye vardır. İnsanın yeryüzündeki varlığına dair sistem içerisinden peygamber kavramını çıkardığımızda, insan, şimdi olduğumuz insan olmayacaktır. Bulunduğumuz noktada, peygamberlik müessesesinin mevcudiyet ve gereğine ilişkin (yapılabilecek) bir şüphe ve sorgulama da zeminini kaybedecektir. Zira, bu sorgulama ve düşünme işlemini yapabilecek kapasiteyi dahi, peygamberin varlığı ile insana sunulan yaşam tarzına, yani, kendi başına bırakılmamışlığa borçluyuz.
Peygamber kavramından eğitim zihniyetine
Ancak bir arada bulunduklarında anlamlı bir bütün oluşturan ‘insanlık’ ile ‘peygamberlik’ mefhumları arasındaki zorunlu ilişki, “eğitim”
Son düzenleme: