Orhan Peker Hakkında
orhan pekerin hayatı orhan peker hayatı peker eserleri in eserleri in
"Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk, biraz adam, biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın, öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti"
Yine aynı çocuktu "Bu dünya bir hoş dünya, Bu dünya sarhoş dünya" diyerek yaşamı "ti"ye alan. "Realist yanım bir yana, hala o hassas, çocuk tarafım eskisi gibi. Şu yolculukları ciddiye aldığım işi daha çok öğrenmek, daha iyi yapabilmek için göze almıştım." diyen Orhan Peker'den başkası değildi.
"Cornelius'a Mektuplar"
Hani bazı şeyler vardır, yitirildiğinde anlaşılır ya değeri. Ama nafile!. Ben de yakın zamana dek çok aramıştım. Neden sonra yine İmren Erşen yetişmişti imdadıma. Evet aradığımı bulmuştum: "Cornelius'a Mektuplar". Benim gibi okuma özürlü biri konu sanat, hele de resim olunca, gecenin karanlığında bir solukta okuyuverdi.
"Dolduramaz boşluğunu ne ana, ne gardaş
Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş"
şiirindeki gibi bir dostluktur bu. Aşık Veysel'in kara toprağa sarıldığı gibi o da Cornelius'a sarılmıştır. Ünlü ressam Orhan Peker'in yatılı Avusturya Lisesi'nden arkadaşıdır Cornelius. Bir ömür boyu sürecektir bu kadim dostluk. Tıpkı Van Gogh'un, kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplar gibi Orhan Peker de ölümüne dek Cornelius'a yazmıştır. Sırasında boya sipariş etmiş, "şahaserler yaratacağız" diye eklemiş; sırasında borç istemiş, sırasında fikirlerini paylaşmıştır. Gün olmuş, bir mektubunda "'Cornelius bursu' böylece beni maddi ve manevi destekleyerek normal süresini doldurmuş oluyor." diye eklemiştir. Arkadaş'a yazılmış kitap dolusu bu mektuplarda Orhan Peker sevincini, tasasını, resimlerinin serüvenini, sırasında aşklarını, adeta hayatını tüm samimiyetiyle anlatmıştır. Ben de mektuplardaki satır aralarından yola çıkarak bir de bu pencereden Orhan Peker'i tanımaya, tanıtmaya çalışacağım. Peker'i ilk olarak "Başka, Bambaşka" yazısı ile anmıştık.
"Samimi olmayan sanatta iş yok"
Akşama kadar resim yiyip içen; "resim yapma - sanat yapma" neşesini hiçbir zaman kaybetmeyen bir sanatçı Orhan Peker. Akademi'den yeni mezun olduğu sıralarda "Daha non-figüratif olamadık. Olmaya da -şimdilik niyetli değilim." diyen Peker hiçbir zaman da olmamıştır. Çünkü o hep yalansız, dolansız resmin peşinde koşmuş, içten olmuş; "samimi olmayan sanatta iş yok!" demiştir. Hayatını kazanmak için yaptığı tercümanlık, memuriyet gibi sanat dışı işlerde "disiplin denen beladan" hep şikayet etmiş; buna karşılık sanatında disiplini, çalışmayı hiç elden bırakmamıştır. Öyle ki, "Gülibik" gibi kitap ilüstrasyonlarında resimlerin ve yazıların dizilişinden harf puntolarına kadar titizlikle ilgilenmeyi ihmal etmemiştir.
Avusturya'da Rembrandt, Tiziano ve Bruegel ile burun buruna gelirken, Paris'te 1953'lerde Picasso, Braque ve Matisse'in hakimiyetinden şikayet etmiş, genç bir ressam olarak Paris'te varolma savaşı vermiş; mektubunda "Büyük ümitler. Korkunç hakikatlerin sokaklarında sürttüm durdum." demiştir. Van Gogh gibi bu dünyada resim yapmasaydı, hiçbir işe yaramayacağını düşünür Orhan Peker.
"İspanyol Defteri"
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nda çalıştığı yıllarda İspanya hükümetinin bursuyla Madrid'e gider. Burada Hocası Bedri Rahmi'nin "On"lar grubunun kuruluşunda işaret ettiği El Greco başta olmak üzere Prado Müzesi'ndeki ustaları izler. "Kopya yapmak hem duygu hem de teknik bakımından faydalı oluyor. Tabii zorla değil de aşkla yapılırsa." diyerek El Greco'dan kopyalar yapar. Öte yandan resminin üzerine "El Turco com El Greco" ("Bir Türk El Greco'ya Karşı) yazarak adeta El Greco'ya meydan okur. Sanki Matadorun boğaya meydan okuması gibi cesurca, korkusuzca. Matadorun ölümle dansı olan boğa güreşlerini izler İspanya'da. Burada çizdiği desenleri topladığı defter "İspanyol Defteri" adı altında 1995 yılında YKY* tarafından basılır. İspanyada bir yandan hayatın içine karışırken diğer yandan da flamenko eşliğinde içki ile fazlaca haşır neşir olur. 1964 yılında alkol ile ilgili olarak "bu gidişin doğru olmadığını biliyorsam da yine de içmek geliyor içimden" der. Montparnasse'daki Cafe Dome'da Modigliani'nin, Malaga'da Picasso'nun şerefine kaldırır kadehini. Picasso ile ilgili olarak "Malaga deli dolu, çılgın bir yer. Picasso ancak burada doğabilirdi!" der. İspanya'dan yazdığı bir mektubunda "bilirsin ben bu baskı işlerini severim. Bir ressam olarak belki de bu tarafım ağır basmaktadır." diyen Orhan Peker, başta ellerinde hortumlar sağa sola koşuşturan tulumbacıları, (itfaiyeciler) kocaman gagalarıyla şomağızlı kara kargaları, sırt sırta vermiş mandaları resmeder "litografi"lerinde. Atları, güvercinleri kazır gravür plakalarına. Ak kağıda damlayan siyah mürekkep lekelerinin gezindiği gibi gezinir baskı resimlerinde.
"Benim için mutluluk: Resim yapmak"
"Sanat herşeyden önce, kalple kafa arasında gerçekleşiyor. Bundan bir denge, bir armoni çıkarmak kolay değil. Bir sürü abstre ressamın resimlerinde seyirciyi sıkan herhalde formalist, hatta bir çeşit akademik oluşlarıdır." 'İki karpuzun bir koltuğa sığmadığı' gibi iki karpuz dilimini de bir tuvale sığdırmak handiyse imkansızdır. Ama imkansızların ressamı Peker aklının ve bileğinin gücüyle beyaz bir leke içerisinde iki kırmızı karpuz dilimini tuvale resmedecektir. Mandaların başı ile sırtı arasında yer alan boyun kısmı yay şeklinde çöküktür. Mandaların boynuzu boyun çizgisinin yerini almışcasına paralel bir formda resme yerleşerek biçim sadeleşir. Orhan Peker'in resimlerinde ilk bakışta formu kütle şeklinde bir bütün olarak algılar, detayları göremezsiniz. Algıyı rahatsız eden karmaşık çizgiler, lekeler bir bir ayıklanarak, biçim, yeni bir düzende soyut bir leke tadında yeniden var olur. İmbikten damıtılmışcasına bir saflık, bir sadelik söz konusudur. Kedi sırasında top gibi yuvarlak bir biçime girmiş, kafası, gözü, ayakları ve kuyruğu saklanmıştır. Sanki o anda karşınızda soyut bir resim yatmaktadır. Ancak dikkatli bakıldığında neden sonra anlaşılacaktır figür. Tüm bu uzuvlar tıpkı bir şefin senfoni orkestrasını yönetmesi gibi resmin boyunduruğu altına girer ve farkedilmeyi beklerler. Paletinden eksik olmayan renkleri yine mektubundan anlıyoruz: Fildişi siyahı, Titan beyazı, "Van Dyck" kahverengisi (acı kahverengi), "Vermillon" kırmızısı. Bu renkler olmazsa olmazlardandır!; öyle ki, bunların dışındaki renklerin seçimini Cornelius'a bırakmıştır.
"Resim benim için bir varolma meselesidir. Yani ben resim yaparken kendimi mevcut hissederim." der bunun "alın yazısı" olduğunu düşünür. "Benim için mutluluk: Resim yapmak" der. "Sanat belki bir çeşit tatmindir, rahatlamadır. Ama sanatçı için mi, seyirci için mi? Gelmiş geçmiş bütün iyi sanatçılar acı çekmediler mi" diyerek yüreğinde duyduğu sızıyı açığa vurur. Zaten Peker'in gözlerine dikkatli bakıldığında o gözlerden yansıyanın yalnız ve yalnız hüzün olduğu anlaşılır. Şair-ressam İlhan Berk'in dediği gibi "Hüznü, acıyı kazımaya gelmiştir sanki."
Orhan Peker bir sergisinden bahsederken "Ne yazık ki bu köpekle oynayan çocuğu da satın aldılar. Halbuki bu çocuk benim oğlumdur. Benim böyle bir oğlum vardır. Belki de Gümbet'te karpuz yiyen çocuktur" diyerek resmindeki figürleri sırasında kendi çocuğu gibi sahiplenmiştir.
"Gerçeklerin en büyüğü" dediği ölüm onun peşini bırakmaz
1967 yılında evlendiği eşi Özden ile 1973 yılında yolları ayrılır. "Yalnızlık kötü şey. Yalnız içilen içkinin bile tadı olmuyor." der. Takvimler 1974 yılının sonlarını gösterdiğinde yazdığı bir mektupta "Hiç unutmam, Kastamonu köylerinden birinde çok yaşlı bir kadına rastlamıştık. Ona, 'Hala ölmedin mi teyze?' diye takılanlara başını dik tutarak: 'Durun bakalım hele, yollar kalabalık' diye cevap veriyordu. Biliyorsun ben de "Durun bakalım, yapılacak resimler var' diyorum" diye yazmıştır. "Sen beni sadece desteklemekle kalmamış, bana başından beri inanmıştın. Bildiğin gibi ben de bu işi hiç bırakmadan bugünlere vardım. Ama tabii yola devam etmek gerek. Daha yol uzun." der. İstanbul'a yerleşir, ikinci evliliğini yapar. "İstanbul düzenine, daha doğrusu vefasız İstanbul'a alışmak zor. Bir hay huy gidiyor buralarda." derken diğer taraftan, sağlığı içten içe elden gitmekte, dağların karı yavaş yavaş erimektedir. "Gerçeklerin en büyüğü dediği ölüm" onun peşini bırakmaz.
Ne yalan söyleyim Peker sergisinden aldığım hazzı Picasso sergisinde bulamadım
Orhan Peker 18 Şubat 1973 tarihinde Köln'den Hamburg'da yaşayan arkadaşı Cornelius'a yazdığı mektupta, Emil Nolde'nin retrospektif sergisinden "Tabii nefis bir sergi. Sebebi de ortada: adam samimi olarak kocaman bir hayatı bu yolda harcamış." diyerek bahseder. Gün olmuş devran dönmüştür. Şimdi sıra Orhan Peker'e gelmiştir. Mart ayında İstanbul'daki Picasso sergisini izlemek niyetiyle çıktığımız sanat yolculuğunda, ne büyük tesadüftür ki Beşiktaş Belediyesi'ne ait MKM Kültür Merkezi'ndeki sanat galerisinde Orhan Peker'in nefis bir retrospektif sergisini izleme fırsatı bulduk. Ne yalan söyleyim Peker sergisinden aldığım hazzı Picasso sergisinde bulamadım.
"Başka, Bambaşka" resimlerdi onlar
Sergi salonunu bulmakta epey zorlandım. Oysa ki İstanbul'a girişimizde Fatih Köprüsü'nün üzerinden aşarak Avrupa yakasına adım atar atmaz yoldan görmüştük bu yeni Kültür Merkezi'ni. Ne yazık ki ertesi gün Beşiktaş güzergahından geçerek çok zor bulmuştum bu adresi. Galeri gerçekten nefisti. Girişte Ara Güler'in çektiği büyük boyutlu fotoğraflar ve açıklamalar karşılıyordu sanatseverleri. Baskı resimler ve "İspanyol Defteri"ndeki desenleri salonun sağındaki bölümde idi. Bizim salona girdiğimiz sırada, Orhan Peker'in Akademi'den dönem arkadaşı ünlü ressam Adnan Çoker de sergiyi geziyordu. Tabii, bizim iki yaşındaki delikanlı bebek arabasından kurtulur kurtulmaz başladı salonda koşturmaya. Hem koşturuyor hem de dili döndüğünce mırıldanıyor, zaman zaman da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Geniş salonda diğer bölümlerden birinin arkasından Adnan Çoker'in sesi duyuldu: "Sessiz olalım lütfen." Bu uyarıyı bizim ufaklık "duymamış" olacak, bağırmaya devam ediyordu. Bu arada gelen galeri görevlisinden ikinci uyarıyı almıştık ki, eşim hışımla soluğu Adnan Çoker'in yanında aldı; birazdan bir fırtına kopabilirdi. Açıkçası benim kaybedecek bir tek dakikam bile yoktu; sergiyi izlemeye devam ettim. Neden sonra sıra Adnan Çoker'in de bulunduğu bölümdeki Orhan Peker resimlerini izlemeye gelmişti ki, bir de ne göreyim; başta 7 yaşındaki kızım Görkem ile eşim koyu bir sohbete dalmışlar. Adnan Çoker büyük bir sabırla Görkem'in ellerinden tutmuş resimlerle ilgili kızıma sorular soruyor, adeta onun görsel zekasını ölçmeye çabalıyordu. Görkem bu "soru-cevap" yarışmasından büyük bir keyif almış olacak ki, benim kulağıma eğilerek "Baba Amca'ya söyle de daha başka resimler hakkında da soru sorsun" diye hayıflanıyordu. Sağolsun Adnan Çoker de Görkem'in bu ricasını kırmıyor, Batı'daki müzelerde bu tür eğitimin okul öncesi yaşlarda başlatıldığını anlatıyordu. Bu arada Erdal İnönü ve eşi de salona girmiş, tek tek Orhan Peker'in öksüz kalan resimlerini izliyorlardı. Bense Peker'in fırçasının dolaştığı gibi dolaşıyordum o tuvallerin üzerinde.
"Vermillon" kırmızısı kullanılarak bir atın hüznü gözlerine nasıl yansır. Yine aynı ateş kırmızısı vazodaki çiçekler bir o kadar suskun, bir o kadar boynunu bükmüş. "Başka" (kedisinin adı) beyaz "pati"lerini başının altına sıkıştırmış, bulabilene aşk olsun. Sanki aynı beyaz gövdeyi paylaşan iki siyah koç başı; biri profilden, diğeri cepheden bakmakta. Yeşil ve kahverengi sadece iki rengin hakim olduğu, ancak kendi içinde bir o kadar renkli, bir o kadar hareketli, gölgelik altında başını çevirmiş size bakan ürkek gözlerle bir oğlak. Yeşilin tonlarına yaklaşan bir grilikte, sırtındaki heybesi yere değdi değecek "arkadaşım eşşek." Kırmızı şezlongta "Başka", Gramofon dinlerken "Başka", anlayacağınız Başka, Bambaşka resimlerdi onlar. Hep bir "sessizlik", hep bir "sensizlik" anlatır resimleri. Atları boynunu bükmüş, yorulmuş, biraz hüzünlü; güvercinleri üşümüş, birbirine sokulmuş, bir at ve yere çökmüş bir manda, içten içe karşılıklı dertleşir gibi. O çocuk horozunu bağrına basmış, köpeği ile arasında kadim bir dostluk kurmuş, sanki biraz üzgün...
Matadorun resimle dansını gördüm bu resimlerde. En ufak bir çalım, en ufak bir göz boyama olmaksızın. Ve yüreğini gördüm Peker'in; çocuksu, sevgi dolu. Ve bitip tükenmez azmini gördüm. Daha da ötesi yavuklusu - resme sevdasını gördüm. Ama bu sevdaya ihanet ettiğini hiç mi hiç görmedim. Sezen Aksu'nun, yazımın girişindeki, "Bir Çocuk Sevdim" parçasının Orhan Peker'e yakıştığını düşünüyorum. Büyük usta Orhan Peker'e saygılarımla...
Kaynakça*: -1993 yılında Yapı Kredi Yayınları* (YKY) tarafından bastırılan Orhan Peker - "Cornelius'a Mektuplar" kitabı.
"Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk, biraz adam, biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın, öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti"
Yine aynı çocuktu "Bu dünya bir hoş dünya, Bu dünya sarhoş dünya" diyerek yaşamı "ti"ye alan. "Realist yanım bir yana, hala o hassas, çocuk tarafım eskisi gibi. Şu yolculukları ciddiye aldığım işi daha çok öğrenmek, daha iyi yapabilmek için göze almıştım." diyen Orhan Peker'den başkası değildi.
"Cornelius'a Mektuplar"
Hani bazı şeyler vardır, yitirildiğinde anlaşılır ya değeri. Ama nafile!. Ben de yakın zamana dek çok aramıştım. Neden sonra yine İmren Erşen yetişmişti imdadıma. Evet aradığımı bulmuştum: "Cornelius'a Mektuplar". Benim gibi okuma özürlü biri konu sanat, hele de resim olunca, gecenin karanlığında bir solukta okuyuverdi.
"Dolduramaz boşluğunu ne ana, ne gardaş
Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş"
şiirindeki gibi bir dostluktur bu. Aşık Veysel'in kara toprağa sarıldığı gibi o da Cornelius'a sarılmıştır. Ünlü ressam Orhan Peker'in yatılı Avusturya Lisesi'nden arkadaşıdır Cornelius. Bir ömür boyu sürecektir bu kadim dostluk. Tıpkı Van Gogh'un, kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplar gibi Orhan Peker de ölümüne dek Cornelius'a yazmıştır. Sırasında boya sipariş etmiş, "şahaserler yaratacağız" diye eklemiş; sırasında borç istemiş, sırasında fikirlerini paylaşmıştır. Gün olmuş, bir mektubunda "'Cornelius bursu' böylece beni maddi ve manevi destekleyerek normal süresini doldurmuş oluyor." diye eklemiştir. Arkadaş'a yazılmış kitap dolusu bu mektuplarda Orhan Peker sevincini, tasasını, resimlerinin serüvenini, sırasında aşklarını, adeta hayatını tüm samimiyetiyle anlatmıştır. Ben de mektuplardaki satır aralarından yola çıkarak bir de bu pencereden Orhan Peker'i tanımaya, tanıtmaya çalışacağım. Peker'i ilk olarak "Başka, Bambaşka" yazısı ile anmıştık.
"Samimi olmayan sanatta iş yok"
Akşama kadar resim yiyip içen; "resim yapma - sanat yapma" neşesini hiçbir zaman kaybetmeyen bir sanatçı Orhan Peker. Akademi'den yeni mezun olduğu sıralarda "Daha non-figüratif olamadık. Olmaya da -şimdilik niyetli değilim." diyen Peker hiçbir zaman da olmamıştır. Çünkü o hep yalansız, dolansız resmin peşinde koşmuş, içten olmuş; "samimi olmayan sanatta iş yok!" demiştir. Hayatını kazanmak için yaptığı tercümanlık, memuriyet gibi sanat dışı işlerde "disiplin denen beladan" hep şikayet etmiş; buna karşılık sanatında disiplini, çalışmayı hiç elden bırakmamıştır. Öyle ki, "Gülibik" gibi kitap ilüstrasyonlarında resimlerin ve yazıların dizilişinden harf puntolarına kadar titizlikle ilgilenmeyi ihmal etmemiştir.
Avusturya'da Rembrandt, Tiziano ve Bruegel ile burun buruna gelirken, Paris'te 1953'lerde Picasso, Braque ve Matisse'in hakimiyetinden şikayet etmiş, genç bir ressam olarak Paris'te varolma savaşı vermiş; mektubunda "Büyük ümitler. Korkunç hakikatlerin sokaklarında sürttüm durdum." demiştir. Van Gogh gibi bu dünyada resim yapmasaydı, hiçbir işe yaramayacağını düşünür Orhan Peker.
"İspanyol Defteri"
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nda çalıştığı yıllarda İspanya hükümetinin bursuyla Madrid'e gider. Burada Hocası Bedri Rahmi'nin "On"lar grubunun kuruluşunda işaret ettiği El Greco başta olmak üzere Prado Müzesi'ndeki ustaları izler. "Kopya yapmak hem duygu hem de teknik bakımından faydalı oluyor. Tabii zorla değil de aşkla yapılırsa." diyerek El Greco'dan kopyalar yapar. Öte yandan resminin üzerine "El Turco com El Greco" ("Bir Türk El Greco'ya Karşı) yazarak adeta El Greco'ya meydan okur. Sanki Matadorun boğaya meydan okuması gibi cesurca, korkusuzca. Matadorun ölümle dansı olan boğa güreşlerini izler İspanya'da. Burada çizdiği desenleri topladığı defter "İspanyol Defteri" adı altında 1995 yılında YKY* tarafından basılır. İspanyada bir yandan hayatın içine karışırken diğer yandan da flamenko eşliğinde içki ile fazlaca haşır neşir olur. 1964 yılında alkol ile ilgili olarak "bu gidişin doğru olmadığını biliyorsam da yine de içmek geliyor içimden" der. Montparnasse'daki Cafe Dome'da Modigliani'nin, Malaga'da Picasso'nun şerefine kaldırır kadehini. Picasso ile ilgili olarak "Malaga deli dolu, çılgın bir yer. Picasso ancak burada doğabilirdi!" der. İspanya'dan yazdığı bir mektubunda "bilirsin ben bu baskı işlerini severim. Bir ressam olarak belki de bu tarafım ağır basmaktadır." diyen Orhan Peker, başta ellerinde hortumlar sağa sola koşuşturan tulumbacıları, (itfaiyeciler) kocaman gagalarıyla şomağızlı kara kargaları, sırt sırta vermiş mandaları resmeder "litografi"lerinde. Atları, güvercinleri kazır gravür plakalarına. Ak kağıda damlayan siyah mürekkep lekelerinin gezindiği gibi gezinir baskı resimlerinde.
"Benim için mutluluk: Resim yapmak"
"Sanat herşeyden önce, kalple kafa arasında gerçekleşiyor. Bundan bir denge, bir armoni çıkarmak kolay değil. Bir sürü abstre ressamın resimlerinde seyirciyi sıkan herhalde formalist, hatta bir çeşit akademik oluşlarıdır." 'İki karpuzun bir koltuğa sığmadığı' gibi iki karpuz dilimini de bir tuvale sığdırmak handiyse imkansızdır. Ama imkansızların ressamı Peker aklının ve bileğinin gücüyle beyaz bir leke içerisinde iki kırmızı karpuz dilimini tuvale resmedecektir. Mandaların başı ile sırtı arasında yer alan boyun kısmı yay şeklinde çöküktür. Mandaların boynuzu boyun çizgisinin yerini almışcasına paralel bir formda resme yerleşerek biçim sadeleşir. Orhan Peker'in resimlerinde ilk bakışta formu kütle şeklinde bir bütün olarak algılar, detayları göremezsiniz. Algıyı rahatsız eden karmaşık çizgiler, lekeler bir bir ayıklanarak, biçim, yeni bir düzende soyut bir leke tadında yeniden var olur. İmbikten damıtılmışcasına bir saflık, bir sadelik söz konusudur. Kedi sırasında top gibi yuvarlak bir biçime girmiş, kafası, gözü, ayakları ve kuyruğu saklanmıştır. Sanki o anda karşınızda soyut bir resim yatmaktadır. Ancak dikkatli bakıldığında neden sonra anlaşılacaktır figür. Tüm bu uzuvlar tıpkı bir şefin senfoni orkestrasını yönetmesi gibi resmin boyunduruğu altına girer ve farkedilmeyi beklerler. Paletinden eksik olmayan renkleri yine mektubundan anlıyoruz: Fildişi siyahı, Titan beyazı, "Van Dyck" kahverengisi (acı kahverengi), "Vermillon" kırmızısı. Bu renkler olmazsa olmazlardandır!; öyle ki, bunların dışındaki renklerin seçimini Cornelius'a bırakmıştır.
"Resim benim için bir varolma meselesidir. Yani ben resim yaparken kendimi mevcut hissederim." der bunun "alın yazısı" olduğunu düşünür. "Benim için mutluluk: Resim yapmak" der. "Sanat belki bir çeşit tatmindir, rahatlamadır. Ama sanatçı için mi, seyirci için mi? Gelmiş geçmiş bütün iyi sanatçılar acı çekmediler mi" diyerek yüreğinde duyduğu sızıyı açığa vurur. Zaten Peker'in gözlerine dikkatli bakıldığında o gözlerden yansıyanın yalnız ve yalnız hüzün olduğu anlaşılır. Şair-ressam İlhan Berk'in dediği gibi "Hüznü, acıyı kazımaya gelmiştir sanki."
Orhan Peker bir sergisinden bahsederken "Ne yazık ki bu köpekle oynayan çocuğu da satın aldılar. Halbuki bu çocuk benim oğlumdur. Benim böyle bir oğlum vardır. Belki de Gümbet'te karpuz yiyen çocuktur" diyerek resmindeki figürleri sırasında kendi çocuğu gibi sahiplenmiştir.
"Gerçeklerin en büyüğü" dediği ölüm onun peşini bırakmaz
1967 yılında evlendiği eşi Özden ile 1973 yılında yolları ayrılır. "Yalnızlık kötü şey. Yalnız içilen içkinin bile tadı olmuyor." der. Takvimler 1974 yılının sonlarını gösterdiğinde yazdığı bir mektupta "Hiç unutmam, Kastamonu köylerinden birinde çok yaşlı bir kadına rastlamıştık. Ona, 'Hala ölmedin mi teyze?' diye takılanlara başını dik tutarak: 'Durun bakalım hele, yollar kalabalık' diye cevap veriyordu. Biliyorsun ben de "Durun bakalım, yapılacak resimler var' diyorum" diye yazmıştır. "Sen beni sadece desteklemekle kalmamış, bana başından beri inanmıştın. Bildiğin gibi ben de bu işi hiç bırakmadan bugünlere vardım. Ama tabii yola devam etmek gerek. Daha yol uzun." der. İstanbul'a yerleşir, ikinci evliliğini yapar. "İstanbul düzenine, daha doğrusu vefasız İstanbul'a alışmak zor. Bir hay huy gidiyor buralarda." derken diğer taraftan, sağlığı içten içe elden gitmekte, dağların karı yavaş yavaş erimektedir. "Gerçeklerin en büyüğü dediği ölüm" onun peşini bırakmaz.
Ne yalan söyleyim Peker sergisinden aldığım hazzı Picasso sergisinde bulamadım
Orhan Peker 18 Şubat 1973 tarihinde Köln'den Hamburg'da yaşayan arkadaşı Cornelius'a yazdığı mektupta, Emil Nolde'nin retrospektif sergisinden "Tabii nefis bir sergi. Sebebi de ortada: adam samimi olarak kocaman bir hayatı bu yolda harcamış." diyerek bahseder. Gün olmuş devran dönmüştür. Şimdi sıra Orhan Peker'e gelmiştir. Mart ayında İstanbul'daki Picasso sergisini izlemek niyetiyle çıktığımız sanat yolculuğunda, ne büyük tesadüftür ki Beşiktaş Belediyesi'ne ait MKM Kültür Merkezi'ndeki sanat galerisinde Orhan Peker'in nefis bir retrospektif sergisini izleme fırsatı bulduk. Ne yalan söyleyim Peker sergisinden aldığım hazzı Picasso sergisinde bulamadım.
"Başka, Bambaşka" resimlerdi onlar
Sergi salonunu bulmakta epey zorlandım. Oysa ki İstanbul'a girişimizde Fatih Köprüsü'nün üzerinden aşarak Avrupa yakasına adım atar atmaz yoldan görmüştük bu yeni Kültür Merkezi'ni. Ne yazık ki ertesi gün Beşiktaş güzergahından geçerek çok zor bulmuştum bu adresi. Galeri gerçekten nefisti. Girişte Ara Güler'in çektiği büyük boyutlu fotoğraflar ve açıklamalar karşılıyordu sanatseverleri. Baskı resimler ve "İspanyol Defteri"ndeki desenleri salonun sağındaki bölümde idi. Bizim salona girdiğimiz sırada, Orhan Peker'in Akademi'den dönem arkadaşı ünlü ressam Adnan Çoker de sergiyi geziyordu. Tabii, bizim iki yaşındaki delikanlı bebek arabasından kurtulur kurtulmaz başladı salonda koşturmaya. Hem koşturuyor hem de dili döndüğünce mırıldanıyor, zaman zaman da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Geniş salonda diğer bölümlerden birinin arkasından Adnan Çoker'in sesi duyuldu: "Sessiz olalım lütfen." Bu uyarıyı bizim ufaklık "duymamış" olacak, bağırmaya devam ediyordu. Bu arada gelen galeri görevlisinden ikinci uyarıyı almıştık ki, eşim hışımla soluğu Adnan Çoker'in yanında aldı; birazdan bir fırtına kopabilirdi. Açıkçası benim kaybedecek bir tek dakikam bile yoktu; sergiyi izlemeye devam ettim. Neden sonra sıra Adnan Çoker'in de bulunduğu bölümdeki Orhan Peker resimlerini izlemeye gelmişti ki, bir de ne göreyim; başta 7 yaşındaki kızım Görkem ile eşim koyu bir sohbete dalmışlar. Adnan Çoker büyük bir sabırla Görkem'in ellerinden tutmuş resimlerle ilgili kızıma sorular soruyor, adeta onun görsel zekasını ölçmeye çabalıyordu. Görkem bu "soru-cevap" yarışmasından büyük bir keyif almış olacak ki, benim kulağıma eğilerek "Baba Amca'ya söyle de daha başka resimler hakkında da soru sorsun" diye hayıflanıyordu. Sağolsun Adnan Çoker de Görkem'in bu ricasını kırmıyor, Batı'daki müzelerde bu tür eğitimin okul öncesi yaşlarda başlatıldığını anlatıyordu. Bu arada Erdal İnönü ve eşi de salona girmiş, tek tek Orhan Peker'in öksüz kalan resimlerini izliyorlardı. Bense Peker'in fırçasının dolaştığı gibi dolaşıyordum o tuvallerin üzerinde.
"Vermillon" kırmızısı kullanılarak bir atın hüznü gözlerine nasıl yansır. Yine aynı ateş kırmızısı vazodaki çiçekler bir o kadar suskun, bir o kadar boynunu bükmüş. "Başka" (kedisinin adı) beyaz "pati"lerini başının altına sıkıştırmış, bulabilene aşk olsun. Sanki aynı beyaz gövdeyi paylaşan iki siyah koç başı; biri profilden, diğeri cepheden bakmakta. Yeşil ve kahverengi sadece iki rengin hakim olduğu, ancak kendi içinde bir o kadar renkli, bir o kadar hareketli, gölgelik altında başını çevirmiş size bakan ürkek gözlerle bir oğlak. Yeşilin tonlarına yaklaşan bir grilikte, sırtındaki heybesi yere değdi değecek "arkadaşım eşşek." Kırmızı şezlongta "Başka", Gramofon dinlerken "Başka", anlayacağınız Başka, Bambaşka resimlerdi onlar. Hep bir "sessizlik", hep bir "sensizlik" anlatır resimleri. Atları boynunu bükmüş, yorulmuş, biraz hüzünlü; güvercinleri üşümüş, birbirine sokulmuş, bir at ve yere çökmüş bir manda, içten içe karşılıklı dertleşir gibi. O çocuk horozunu bağrına basmış, köpeği ile arasında kadim bir dostluk kurmuş, sanki biraz üzgün...
Matadorun resimle dansını gördüm bu resimlerde. En ufak bir çalım, en ufak bir göz boyama olmaksızın. Ve yüreğini gördüm Peker'in; çocuksu, sevgi dolu. Ve bitip tükenmez azmini gördüm. Daha da ötesi yavuklusu - resme sevdasını gördüm. Ama bu sevdaya ihanet ettiğini hiç mi hiç görmedim. Sezen Aksu'nun, yazımın girişindeki, "Bir Çocuk Sevdim" parçasının Orhan Peker'e yakıştığını düşünüyorum. Büyük usta Orhan Peker'e saygılarımla...
Kaynakça*: -1993 yılında Yapı Kredi Yayınları* (YKY) tarafından bastırılan Orhan Peker - "Cornelius'a Mektuplar" kitabı.