Uzman SühaN
Administrator
Neden namaz kılıyoruz?
"Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine nâil olasınız."(Bakara, 2/21)
ayetinde bu sorunun cevabı verilmektedir.
İbadetle ortaya çıkan bir netice var: "İnsanın takva mertebesine erişmesi." İnsan o ibadetle "takva mertebesine", yani Allah'tan korkma, yasaklarından sakınma, haram kıldıklarından kaçınma makamına eriyor. Demek oluyor ki, ibadetin faydası insana ait.
Bu makama ermeyenler ömürlerini günahla, isyanla ve şirkle, küfranla geçirirler. Bunlar ise insanı cehenneme götürür.
Demek ki takva mertebesi, cehennemden ve ona götüren her türlü kötülükten olanca gücüyle kaçınma makamıdır. Cehennemden kaçınma ise insanı Cennete götürür. Cennete muhtaç olan ise biziz. Oradaki sonsuz nimetlerden biz istifade edeceğiz. O halde böyle bir soruyu nasıl sorabiliyoruz?!.
İhlâs sûresi, Allah'ın "Samed" olduğunu bize ders verir. Samed, yâni "Her şey Ona muhtaç; O ise hiçbir şeye muhtaç değil."
Ana rahminde bize ayaklar takıldı, burada yürüyelim diye. Mide takıldı, gıdalarla beslenelim diye. Göz takıldı, eşyayı görelim diye. Bütün bunlara muhtaç olan biziz. Allah'ın bize böyle ihsanlarda bulunmaya ne ihtiyacı olabilir!? Eğer bütün bu ikramlara karşı şükür vazifemizi ibadetle yerine getirirsek, şükredenler diyarı olan Cennete gideceğiz. Orada maddî ve manevî nimetleri en ileri seviyede yine biz tadacağız. Öyle ki bu dünyadaki nimetler onlara göre gölge makamında kalacak.
Demek ki biz her iki âlemde de muhtaç, her iki âlemde de tüketiciyiz. Allah'ın bizi cennet nimetlerinden faydalandırmaya ne ihtiyacı olabilir ki böyle bir soru sorulabilsin!
Meselenin bir diğer yönü:
İşârât-ül İ'caz'da, "İnsanın o yüksek ruhunu imbisat ettiren ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren ibadettir. Fikirlerini tevsi' ve intizam altına alan ibadettir..." buyrulur.
Bozulmamış her akıl şüphesiz kabul eder ki, insan ruhunun bu inkişafı, bu terakkisi insanın kendisi içindir. Zira, insan böylece, yarın varacağı cennetten daha fazla istifade edebilecektir. Cennet bir yönüyle dünyaya benziyor. Bu dünyaya ağaçlar da gelmişler, hayvanlar da, insanlar da. Hepsi bu âlemden faydalanıyorlar; ama her birisi kendi istidadı, kabiliyeti miktarınca. Demek ki dünyaya gelmekle iş bitmiyor. Ondan tam istifade etmenin yolu bu âleme yüksek kabiliyetlerle, ulvî duygularla adım atabilmekte. Her insanın da bu âlemden istifadesi eşit değil. Mümin kullar cennete Allah'ın lütfuyla girecekler. Ondaki nimetlerden faydalanma dereceleri ise ibadetleri ve ihlâsları nispetinde olacak.
İbadetin bu terakki ettirici yönü yanında bir de tedavi edici tarafı var:
İnsan, mide bulandıran mekruhtan, zehirleyen harama kadar her türlü günahtan ancak ibadet sayesinde uzak durabiliyor. Böyle bir Rabbanî tedavi ile kalbini, ruhunu ve bütün duygularını hatadan, yanlıştan kurtaran insan, artık ibadet hakkında böyle bir soruyu nasıl sorabilir!?
"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat, sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın... Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil hekime dese 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın." (Lem'alar)
Cevap 2:
Allah'ımız bizi yoktan var etti. Taş olabilirdik, ağaç veya hayvan olabilirdik. Hattâ bir canavar da olabilirdik. Fakat insan olarak yaratıldık. Bunun yanında Hristiyan, Yahudi veya Budist de olabilirdik. Ama Müslüman olduk.
Bu nimetler ilk anda aklımıza gelmeyebiliyor. Daha bunlar gibi düşünemediğimiz o kadar nimetler var ki, saymakla bitmez. Bize bir kalem hediye edene teşekkür ediyoruz, bir kitap verene minnet duyuyoruz. Çünkü bunu insanlığın ve nezaketin gereği olarak yapıyoruz. Ya bize bu kadar nimetleri verene teşekkür etmek, minnet duymak gerekmez mi?
İşte namaz en büyük şükür, en açık teşekkürdür. Namaza bütün vücudumuzla katılıyoruz: Elimiz, ayağımız, gözümüz, dilimiz, başımız; aklımız, kalbimiz, hayalimiz bütün duygularımızla... Böylece bütün bu organ ve duygularımızla Allah'ımıza şükrümüzü iletmiş oluyoruz.
Namaz kılmayan insan böyle bir teşekkürü bile yapmıyor. Milyarlar verse elde edemeyeceği nimetlere sahip olmanın değerini fark edemiyor. Allah göstermesin, gözümüzün birisini kaybetsek, dünyanın parasını harcasak yerine aynısını koyabilir miyiz? Bir kaza sonunda dilimizi kaybetsek, fakat bütün dünyanın yarısını versek bir dil bulabilir miyiz?
İnsan olarak her şeye sahip olmak istiyoruz. Dünyada ne varsa bizde de aynısının bulunmasını arzu ediyoruz. İhtiyaçlarımız o kadar çok ki... Sadece bu dünya ile de yetinmiyoruz. Sonsuz bir hayat istiyoruz, Cenneti istiyoruz, Peygamberimizle birlikte olmayı diliyoruz.
Bunları elde etmeye gücümüz yetmeyeceğine göre kimden isteyeceğiz? Her halde bu dünyayı, yıldızlan, gökleri ve âhireti var edenden isteyeceğiz. Onu istemenin de yolu Allah'ı kendimizi sevdirmekle olur. Kendimizi Allah'a sevdirmenin en iyi yolu da Onun huzurunda her gün beş defa eğilmek, secdeye varmakladır.
Böylece namaz kılmakla Rabbimizin huzuruna çıkmış oluyoruz. İçimize sevinç doluyor, neşe doluyor ve mutluluk doluyor. Kendimizi uçacakmış gibi hissediyoruz; tatlı bir heyecan duyuyoruz. Nasıl heyecan duymayız ki? Bir müdürün, bir valinin, bir bakanın karşısına çıkınca kendimizde nasıl bir sevinç ve heyecan hissediyoruz. Oysa namazda müdürün de, valinin de, bakanın da; hattâ bütün kâinatın Yaratıcısının huzuruna çıkıyoruz. Böyle bir mutluluğu kaçırmak ister miyiz hiç?
Acıkınca yemek yiyoruz, susayınca su içiyoruz, uykumuz gelince uyuyoruz. Böylece o ihtiyaçları gideriyoruz. Ama insan sadece ağız ve mideden ibaret değil ki... Aklımız var düşünüyoruz, kalbimiz var duygular taşıyoruz, ruhumuz var, sonsuz bir hayatı istiyoruz. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ihtiyaçlarını nelerle karşılayacağız; hangi gıda vererek bu latifelerimizi doyuracağız? İşte aklımızın gıdası, kalbimizin ihtiyacı, ruhumuzun rahatı ancak el bağlayıp namaza durmakla temin edilmiş olur.
Namaz kılmakla hem maddeten, hem de manen temizlenmiş oluyoruz. Abdest almakla maddi temizliği yapıyoruz; namaza durmakla da günah ve hatalarımızın kirlerinden arınıyoruz.
Peygamber Efendimiz (asm) ile sahabiler arasında geçen şu kısa konuşma bu meseleyi çok güzel bir şekilde açıklıyor:
Peygamber Efendimiz (asm.) bir gün sahabilere sordu:
"Ne dersiniz? Birinizin kapısı önünde bir ırmak bulunsa, o kimse o ırmakta günde beş defa yıkansa, vücudunda kirden iz kalır mı?"
Sahabiler cevap verdiler:
"Hiçbir kir kalmaz, yâ Resulallah." O zaman Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"İşte beş vakit namaz da buna benzer. Allah, namaz sayesinde günahları siler, temizler."
Namazdaki asıl temizlik manevî olanıdır. Ruhumuzun ve kalbimizin sık sık temizlenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü el, ayak gibi organlarımız nasıl çeşitli sebeplerle kire, toza, toprağa bulanıyorsa, insanlık icabı işlediğimiz çeşitli günah ve kusurlar sebebiyle, ruhumuz da manevî kirlere bulanmaktadır. Ama insan ruhunu ve kalbini tutup suya sokamaz. Onun da kendine göre bir yıkama usulü vardır. Bunun yıkanması namazla olur.
Namaz kılmaya alışmamış olan kimseler, bu ezikliği hafifletecek sebepler ararlar. Namaz kılanlarda gördüğü kusurları büyüterek onların da kendisi gibi kusurlu olduklarını, dolayısıyla aralarında pek büyük bir fark olmadığını düşünmeye başlarlar. Kendi kusurunu küçültür, namaz kılanın küçücük bir kusurunu büyütür, hatta "Kalbim temiz!" gibi bahanelerle kendisinin daha üstün durumda olduğunu dahi iddia etmeye başlar.
Aslında insan olarak hiç kimse kusur ve günahlardan arınmış değildir. İbadetlerinde devamlı olan kimsenin bile kendisine göre bazı kusurları olacaktır. Ne var ki işledikleri kötülükler bakımından insanlar arasında bir karşılaştırma yapılsa, namaz kılanların bu konuda daha geride kaldığı görülür.
Evet, sigara içmeyenlerde akciğer kanseri görülür; ama içen kimselerin bu hastalığa yakalanma ihtimali daha fazladır. Bunun gibi her gün beş defa Rabbini hatırlayarak Onun huzuruna çıkan bir kimsenin kötülük yapma ihtimali ile Rabbini ancak başı derde düştüğü zaman hatırlayan bir kimsenin kötülük işleme ihtimali arasında büyük bir fark olacaktır.
Ayrıca namaz insanı kötülüklerden alıkoyar. Bu husus Kur'ân-ı Kerim'de bu şöyle anlatılıyor:
"Sana vahyedilen kitabı oku. Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Ne yaparsanız Allah hakkıyla bilendir."(Ankebut, 29/45)
(bk. Mehmed PAKSU, Gençlik İlmihali, Nesil yayınları, 1999, s. 83-86)
* * *
Böyle bir şey yapmakla, yani vati gelen namazı kılmayıp mazeretsiz ertelemekle kâfir olunmaz, ama günahkâr olunur. Mazeretsiz namazı kazaya bırakmak doğru değildir. Namazları vaktinde kılmanın önemi büyüktür.
* * *
NAMAZ VE GÖZ SAĞLIĞI
(Dr. Ahmet YAKUT)
Sağlam bir insan gözü, 5 metre ve ötesindeki bulunan cisimleri net olarak görürken 40 yaşından sonra bu özelliğini kaybetmeye başlar. Ve yakın olan cisimler net görülmez. Bu bakımdan özellikle ince işlerle uğraşanlar, bilhassa kırk yaşından sonra gözlük kullanmaya başlarlar. Net bir görüntü için gözün kırma gücünün artması gerekir. 'Uyum' adı verilen bu hadise, refleksle başlayan bir mekanizmadır ve yakına baktığımız an bu refleks harekete geçer.
- Nasıl Net Görürüz?
Gözün renkli kısmı olarak tarif edilen irisin etrafındaki silyer kasın dairevî lifleri, beyinden gelen impulslarla kasılır ve çapı küçülerek göz merceğini askıda tutan lifleri gevşetir. Bunun sonucu olarak göz merceğinin (LENS) kırma gücü artar. Zincirleme olarak cereyan eden bu mekanizmalar sonunda çok yakınımızda bulunan cisimleri yada kitap sayfasındaki harfleri ânında ve net şekilde görme imkânına kavuşuruz.
Bu arada esnek, damarsız ve sinirsiz olan göz merceğinden de söz etmek gerekir. Bu mercek kapsül, epitel ve liflerden oluşmuştur. Kapsül saydam bir tabakadır, lensi çevreler. Epitel tabaka ise kapsülün altında bulunur. Bu epiteller bütün hayat boyunca lens liflerine dönüşürler.
Lens liflerinin en gençleri yüzeyde, en yaşlıları da lensin ortasında bulunurlar ve yaşla birlikte lens ekleroze olup sertleşirler. Yaşlılıkta uyum gücünün azalmasının sebebi lens kapsülünün sertleşmesidir.
Uyum olayının olması için iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir ki, bunlar da aydınlık ve yakına bakmadır. Göz merceğinin jimnastiği uyumla olmaktadır. Ve bu uyumla ilgili olan bir göz jimnastiğinde, üzerinde herhangi bir işaret bulunan bir kâğıdı gitgide göze yanaştırıp uzaklaştırmak tavsiye edilmektedir. Bilindiği gibi namaz kılarken gözün kapatılmadan secde yapılan yere yönlendirilmesi, namazın âdaplarındandır. Yani ister kıyamda (ayakta dururken), ister rükûda (eğilmiş vaziyette), ister secdede olsun, gözler seccade üzerindeki sabit bir noktada tutulmakta ve namaz sırasında bu noktaya yakınlaşıp uzaklaşmakla, modern tıp tarafından tavsiye edilen mükemmel bir jimnastik gerçekleştirilmektedir. Bu hareketler sırasındaki göz uyumunda, göz merceği sürekli hareket halindedir. Bu hareketler lensin beslenmesini sağlayan epitel hücrelere faydalı olmakta ve lensin bünyesinde bulunan metabolik artıklar dışarıya verilmektedir.
Akomodasyon esnasında epitel hücrelerinin çoğalması azaldığı için, lensin ihtiyarlaması da geciktirilmiş olmaktadır. Epitel hücreler, gecenin geç saatlerinde daha fazla çoğalırlar. Çoğalan hücreler zamanla ölürler. Bunlar, dışarıya atılmadıkları takdirde, göz merceğinin kesifleşmesine ve katarakt oluşmasına sebep olurlar. Aydınlık ve ultraviyole ışınlan ve hatta normal lâmba ışınları, bu epitel hücrelerinin çoğalmasını engeller.
Namaz kılmak, teheccüde kalkmak ve bilhassa şafakta uyanık olmak, lensteki hücrelerin çoğalmasını engellemekte ve böylelikle ihtiyarlamasını geciktirdiğimiz gibi, katarakt ve yaşlılıkta meydana gelecek görmemezliği de geciktirmiş olmaktadır.
"Elhasıl, ahiret gibi dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah'a asker olmaktadır."
ayetinde bu sorunun cevabı verilmektedir.
İbadetle ortaya çıkan bir netice var: "İnsanın takva mertebesine erişmesi." İnsan o ibadetle "takva mertebesine", yani Allah'tan korkma, yasaklarından sakınma, haram kıldıklarından kaçınma makamına eriyor. Demek oluyor ki, ibadetin faydası insana ait.
Bu makama ermeyenler ömürlerini günahla, isyanla ve şirkle, küfranla geçirirler. Bunlar ise insanı cehenneme götürür.
Demek ki takva mertebesi, cehennemden ve ona götüren her türlü kötülükten olanca gücüyle kaçınma makamıdır. Cehennemden kaçınma ise insanı Cennete götürür. Cennete muhtaç olan ise biziz. Oradaki sonsuz nimetlerden biz istifade edeceğiz. O halde böyle bir soruyu nasıl sorabiliyoruz?!.
İhlâs sûresi, Allah'ın "Samed" olduğunu bize ders verir. Samed, yâni "Her şey Ona muhtaç; O ise hiçbir şeye muhtaç değil."
Ana rahminde bize ayaklar takıldı, burada yürüyelim diye. Mide takıldı, gıdalarla beslenelim diye. Göz takıldı, eşyayı görelim diye. Bütün bunlara muhtaç olan biziz. Allah'ın bize böyle ihsanlarda bulunmaya ne ihtiyacı olabilir!? Eğer bütün bu ikramlara karşı şükür vazifemizi ibadetle yerine getirirsek, şükredenler diyarı olan Cennete gideceğiz. Orada maddî ve manevî nimetleri en ileri seviyede yine biz tadacağız. Öyle ki bu dünyadaki nimetler onlara göre gölge makamında kalacak.
Demek ki biz her iki âlemde de muhtaç, her iki âlemde de tüketiciyiz. Allah'ın bizi cennet nimetlerinden faydalandırmaya ne ihtiyacı olabilir ki böyle bir soru sorulabilsin!
Meselenin bir diğer yönü:
İşârât-ül İ'caz'da, "İnsanın o yüksek ruhunu imbisat ettiren ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren ibadettir. Fikirlerini tevsi' ve intizam altına alan ibadettir..." buyrulur.
Bozulmamış her akıl şüphesiz kabul eder ki, insan ruhunun bu inkişafı, bu terakkisi insanın kendisi içindir. Zira, insan böylece, yarın varacağı cennetten daha fazla istifade edebilecektir. Cennet bir yönüyle dünyaya benziyor. Bu dünyaya ağaçlar da gelmişler, hayvanlar da, insanlar da. Hepsi bu âlemden faydalanıyorlar; ama her birisi kendi istidadı, kabiliyeti miktarınca. Demek ki dünyaya gelmekle iş bitmiyor. Ondan tam istifade etmenin yolu bu âleme yüksek kabiliyetlerle, ulvî duygularla adım atabilmekte. Her insanın da bu âlemden istifadesi eşit değil. Mümin kullar cennete Allah'ın lütfuyla girecekler. Ondaki nimetlerden faydalanma dereceleri ise ibadetleri ve ihlâsları nispetinde olacak.
İbadetin bu terakki ettirici yönü yanında bir de tedavi edici tarafı var:
İnsan, mide bulandıran mekruhtan, zehirleyen harama kadar her türlü günahtan ancak ibadet sayesinde uzak durabiliyor. Böyle bir Rabbanî tedavi ile kalbini, ruhunu ve bütün duygularını hatadan, yanlıştan kurtaran insan, artık ibadet hakkında böyle bir soruyu nasıl sorabilir!?
"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat, sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın... Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil hekime dese 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın." (Lem'alar)
Cevap 2:
Allah'ımız bizi yoktan var etti. Taş olabilirdik, ağaç veya hayvan olabilirdik. Hattâ bir canavar da olabilirdik. Fakat insan olarak yaratıldık. Bunun yanında Hristiyan, Yahudi veya Budist de olabilirdik. Ama Müslüman olduk.
Bu nimetler ilk anda aklımıza gelmeyebiliyor. Daha bunlar gibi düşünemediğimiz o kadar nimetler var ki, saymakla bitmez. Bize bir kalem hediye edene teşekkür ediyoruz, bir kitap verene minnet duyuyoruz. Çünkü bunu insanlığın ve nezaketin gereği olarak yapıyoruz. Ya bize bu kadar nimetleri verene teşekkür etmek, minnet duymak gerekmez mi?
İşte namaz en büyük şükür, en açık teşekkürdür. Namaza bütün vücudumuzla katılıyoruz: Elimiz, ayağımız, gözümüz, dilimiz, başımız; aklımız, kalbimiz, hayalimiz bütün duygularımızla... Böylece bütün bu organ ve duygularımızla Allah'ımıza şükrümüzü iletmiş oluyoruz.
Namaz kılmayan insan böyle bir teşekkürü bile yapmıyor. Milyarlar verse elde edemeyeceği nimetlere sahip olmanın değerini fark edemiyor. Allah göstermesin, gözümüzün birisini kaybetsek, dünyanın parasını harcasak yerine aynısını koyabilir miyiz? Bir kaza sonunda dilimizi kaybetsek, fakat bütün dünyanın yarısını versek bir dil bulabilir miyiz?
İnsan olarak her şeye sahip olmak istiyoruz. Dünyada ne varsa bizde de aynısının bulunmasını arzu ediyoruz. İhtiyaçlarımız o kadar çok ki... Sadece bu dünya ile de yetinmiyoruz. Sonsuz bir hayat istiyoruz, Cenneti istiyoruz, Peygamberimizle birlikte olmayı diliyoruz.
Bunları elde etmeye gücümüz yetmeyeceğine göre kimden isteyeceğiz? Her halde bu dünyayı, yıldızlan, gökleri ve âhireti var edenden isteyeceğiz. Onu istemenin de yolu Allah'ı kendimizi sevdirmekle olur. Kendimizi Allah'a sevdirmenin en iyi yolu da Onun huzurunda her gün beş defa eğilmek, secdeye varmakladır.
Böylece namaz kılmakla Rabbimizin huzuruna çıkmış oluyoruz. İçimize sevinç doluyor, neşe doluyor ve mutluluk doluyor. Kendimizi uçacakmış gibi hissediyoruz; tatlı bir heyecan duyuyoruz. Nasıl heyecan duymayız ki? Bir müdürün, bir valinin, bir bakanın karşısına çıkınca kendimizde nasıl bir sevinç ve heyecan hissediyoruz. Oysa namazda müdürün de, valinin de, bakanın da; hattâ bütün kâinatın Yaratıcısının huzuruna çıkıyoruz. Böyle bir mutluluğu kaçırmak ister miyiz hiç?
Acıkınca yemek yiyoruz, susayınca su içiyoruz, uykumuz gelince uyuyoruz. Böylece o ihtiyaçları gideriyoruz. Ama insan sadece ağız ve mideden ibaret değil ki... Aklımız var düşünüyoruz, kalbimiz var duygular taşıyoruz, ruhumuz var, sonsuz bir hayatı istiyoruz. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ihtiyaçlarını nelerle karşılayacağız; hangi gıda vererek bu latifelerimizi doyuracağız? İşte aklımızın gıdası, kalbimizin ihtiyacı, ruhumuzun rahatı ancak el bağlayıp namaza durmakla temin edilmiş olur.
Namaz kılmakla hem maddeten, hem de manen temizlenmiş oluyoruz. Abdest almakla maddi temizliği yapıyoruz; namaza durmakla da günah ve hatalarımızın kirlerinden arınıyoruz.
Peygamber Efendimiz (asm) ile sahabiler arasında geçen şu kısa konuşma bu meseleyi çok güzel bir şekilde açıklıyor:
Peygamber Efendimiz (asm.) bir gün sahabilere sordu:
"Ne dersiniz? Birinizin kapısı önünde bir ırmak bulunsa, o kimse o ırmakta günde beş defa yıkansa, vücudunda kirden iz kalır mı?"
Sahabiler cevap verdiler:
"Hiçbir kir kalmaz, yâ Resulallah." O zaman Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"İşte beş vakit namaz da buna benzer. Allah, namaz sayesinde günahları siler, temizler."
Namazdaki asıl temizlik manevî olanıdır. Ruhumuzun ve kalbimizin sık sık temizlenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü el, ayak gibi organlarımız nasıl çeşitli sebeplerle kire, toza, toprağa bulanıyorsa, insanlık icabı işlediğimiz çeşitli günah ve kusurlar sebebiyle, ruhumuz da manevî kirlere bulanmaktadır. Ama insan ruhunu ve kalbini tutup suya sokamaz. Onun da kendine göre bir yıkama usulü vardır. Bunun yıkanması namazla olur.
Namaz kılmaya alışmamış olan kimseler, bu ezikliği hafifletecek sebepler ararlar. Namaz kılanlarda gördüğü kusurları büyüterek onların da kendisi gibi kusurlu olduklarını, dolayısıyla aralarında pek büyük bir fark olmadığını düşünmeye başlarlar. Kendi kusurunu küçültür, namaz kılanın küçücük bir kusurunu büyütür, hatta "Kalbim temiz!" gibi bahanelerle kendisinin daha üstün durumda olduğunu dahi iddia etmeye başlar.
Aslında insan olarak hiç kimse kusur ve günahlardan arınmış değildir. İbadetlerinde devamlı olan kimsenin bile kendisine göre bazı kusurları olacaktır. Ne var ki işledikleri kötülükler bakımından insanlar arasında bir karşılaştırma yapılsa, namaz kılanların bu konuda daha geride kaldığı görülür.
Evet, sigara içmeyenlerde akciğer kanseri görülür; ama içen kimselerin bu hastalığa yakalanma ihtimali daha fazladır. Bunun gibi her gün beş defa Rabbini hatırlayarak Onun huzuruna çıkan bir kimsenin kötülük yapma ihtimali ile Rabbini ancak başı derde düştüğü zaman hatırlayan bir kimsenin kötülük işleme ihtimali arasında büyük bir fark olacaktır.
Ayrıca namaz insanı kötülüklerden alıkoyar. Bu husus Kur'ân-ı Kerim'de bu şöyle anlatılıyor:
"Sana vahyedilen kitabı oku. Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Ne yaparsanız Allah hakkıyla bilendir."(Ankebut, 29/45)
(bk. Mehmed PAKSU, Gençlik İlmihali, Nesil yayınları, 1999, s. 83-86)
* * *
Böyle bir şey yapmakla, yani vati gelen namazı kılmayıp mazeretsiz ertelemekle kâfir olunmaz, ama günahkâr olunur. Mazeretsiz namazı kazaya bırakmak doğru değildir. Namazları vaktinde kılmanın önemi büyüktür.
* * *
NAMAZ VE GÖZ SAĞLIĞI
(Dr. Ahmet YAKUT)
Sağlam bir insan gözü, 5 metre ve ötesindeki bulunan cisimleri net olarak görürken 40 yaşından sonra bu özelliğini kaybetmeye başlar. Ve yakın olan cisimler net görülmez. Bu bakımdan özellikle ince işlerle uğraşanlar, bilhassa kırk yaşından sonra gözlük kullanmaya başlarlar. Net bir görüntü için gözün kırma gücünün artması gerekir. 'Uyum' adı verilen bu hadise, refleksle başlayan bir mekanizmadır ve yakına baktığımız an bu refleks harekete geçer.
- Nasıl Net Görürüz?
Gözün renkli kısmı olarak tarif edilen irisin etrafındaki silyer kasın dairevî lifleri, beyinden gelen impulslarla kasılır ve çapı küçülerek göz merceğini askıda tutan lifleri gevşetir. Bunun sonucu olarak göz merceğinin (LENS) kırma gücü artar. Zincirleme olarak cereyan eden bu mekanizmalar sonunda çok yakınımızda bulunan cisimleri yada kitap sayfasındaki harfleri ânında ve net şekilde görme imkânına kavuşuruz.
Bu arada esnek, damarsız ve sinirsiz olan göz merceğinden de söz etmek gerekir. Bu mercek kapsül, epitel ve liflerden oluşmuştur. Kapsül saydam bir tabakadır, lensi çevreler. Epitel tabaka ise kapsülün altında bulunur. Bu epiteller bütün hayat boyunca lens liflerine dönüşürler.
Lens liflerinin en gençleri yüzeyde, en yaşlıları da lensin ortasında bulunurlar ve yaşla birlikte lens ekleroze olup sertleşirler. Yaşlılıkta uyum gücünün azalmasının sebebi lens kapsülünün sertleşmesidir.
Uyum olayının olması için iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir ki, bunlar da aydınlık ve yakına bakmadır. Göz merceğinin jimnastiği uyumla olmaktadır. Ve bu uyumla ilgili olan bir göz jimnastiğinde, üzerinde herhangi bir işaret bulunan bir kâğıdı gitgide göze yanaştırıp uzaklaştırmak tavsiye edilmektedir. Bilindiği gibi namaz kılarken gözün kapatılmadan secde yapılan yere yönlendirilmesi, namazın âdaplarındandır. Yani ister kıyamda (ayakta dururken), ister rükûda (eğilmiş vaziyette), ister secdede olsun, gözler seccade üzerindeki sabit bir noktada tutulmakta ve namaz sırasında bu noktaya yakınlaşıp uzaklaşmakla, modern tıp tarafından tavsiye edilen mükemmel bir jimnastik gerçekleştirilmektedir. Bu hareketler sırasındaki göz uyumunda, göz merceği sürekli hareket halindedir. Bu hareketler lensin beslenmesini sağlayan epitel hücrelere faydalı olmakta ve lensin bünyesinde bulunan metabolik artıklar dışarıya verilmektedir.
Akomodasyon esnasında epitel hücrelerinin çoğalması azaldığı için, lensin ihtiyarlaması da geciktirilmiş olmaktadır. Epitel hücreler, gecenin geç saatlerinde daha fazla çoğalırlar. Çoğalan hücreler zamanla ölürler. Bunlar, dışarıya atılmadıkları takdirde, göz merceğinin kesifleşmesine ve katarakt oluşmasına sebep olurlar. Aydınlık ve ultraviyole ışınlan ve hatta normal lâmba ışınları, bu epitel hücrelerinin çoğalmasını engeller.
Namaz kılmak, teheccüde kalkmak ve bilhassa şafakta uyanık olmak, lensteki hücrelerin çoğalmasını engellemekte ve böylelikle ihtiyarlamasını geciktirdiğimiz gibi, katarakt ve yaşlılıkta meydana gelecek görmemezliği de geciktirmiş olmaktadır.
"Elhasıl, ahiret gibi dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah'a asker olmaktadır."