*MeleK*
♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Mısır ve Boğazlar Sorunu
mısır meselesi ve boğazlar sorunu boğazlar konusu hangi anlaşmayla kesin olarak çözümlenmiştir mısır ve sorunu hangi antlaşmayla ortaya çıktı antlaşma ile kesin olarak nasıl halledilmiştir
LOZAN BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİNİN DEĞİŞTİRİLMESİNİ GEREKTİREN NEDENLER
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük umutlar yaratan silahsızlanma girişimleri başarılı olamamış, tam tersine bütün devletler silahlanmaya başlamıştı. 1933 yılından sonra silahsızlanma çabalarının başarısızlığı sonucunda Avrupa’da yeni bir savaş tehlikesinin güçlü belirtileri ortaya çıkmaktaydı. Bu durum karşısında Türkiye, uluslar arası barış ve güvenliğin korunması yolundaki güçlüğü ileri sürerek Boğazların güvenliğini sağlamak amacıyla 11 Nisan 1936 günü Milletler Cemiyeti’ne başvurur. Bu başvuruda Türkiye, Boğazlar Statüsünün değiştirilmesi isteğini belirtir. Bu sırada İtalya Habeşistan’a saldırmış Almanya, Verailles Barış Antlaşması hükümlerini çiğneyerek askersiz bölge olarak kabul edilen Ren bölgesine asker sokmuştu. Görülmektedir ki, savaşların nedenleri yine savaşlar sonunda imzalanan barış antlaşmalarında düğümlenmektedir. Galip devletler zaferden sonra ihtiraslarının ve çıkarlarının esiri olarak zorladıkları antlaşmalarla geleceğin savaşlarının tohumlarını atmaktan kendilerinin kurtaramamışlardır. Bu durum II.Dünya savaşı tehlikesinin belirmesine sebep olmuştur. Türkiye; bunun üzerine harekete geçerek Lozan Barış Antlaşmasını imzalayan ilgili devletlere verdiği nota ile Boğazlar statüsünün yeniden düzenlenmesi için görüşmeye çağırmıştır.
Boğazlar sorunu geçmişten günümüze gerek coğrafi gerek sosyal gerekse ekonomik açıdan önemini korumuştur. Boğazların askeri öneminin sürekli olarak azaldığı bu dönemde Boğazların çevresel güvenliği ön plana çıkmıştır. Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler açısından da geçmişten günümüze jeostratejik önemini yitirmemiştir, hatta petrol ve doğalgaz boru hatlarının giderek artması özellikle bu konudaki rekabettin arttığı bir dönemde ekostratejik bir önem kazanmıştır. Bu ekostratejik önem paradokssal olarak Boğazların çevresel güvenliğinin zedelenmesi sonucunu ön plana çıkarmıştır.
I.Dünya Savaşı sonrası Anadolu’da gelişen kurtuluş hareketi ve sonucunda kurulan yeni Türk Devletiyle, süregelen savaşı sona erdirmek için 24 Temmuz 1923’te Lozan barış antlaşması imzalanır. Lozan sırasında Boğazların statüsü için ortak bir karara tam olarak varılamaz. En sonunda Boğazların konumunu ele alan Lozan Boğazlar Sözleşmesi imzalanır. Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde bir yandan Türk Boğazlarından geçiş rejimi; ticaret ve savaş gemileri ayrımı ile savaş ve barış zamanı ayrımı yapılarak düzenlenirken askerden arındırılacak adalar ve bölgeler ile ilgili hükümlere yer verilmiş, diğer yandan “Boğazlar Komisyonu” adı altında, oldukça sınırlı görev ve yetkilere sahip bir uluslar arası komisyonun kurulması öngörülmüştür.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde yabancı devletlere savaş gemilerini Karadeniz’e geçirme hakkı tanınıp, Boğazlar bölgesinin askerden arındırılması kabul edilirken; Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması için geçiş serbestliği ihlali, askerden arındırılmış bölge veya bölgelerin güvenliğini tehlikeye düşürecek herhangi bir saldırı halinde, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin vereceği karar doğrultusunda bu tehdit ve ihlaller ortaklaşa alınacak önlemlerle çözülecekti.
Ancak daha sonra Avrupa’da gelişen yeni siyasi ortam ve hızla gelişen silahlanma çabaları, Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması amacıyla getirilen hükümlerin işlemez hale gelmesine neden olmuştur. Ben de ödevimi hazırlarken kısaca bu dönemde olan gelişmelerden bahsederek Boğazların, Lozan Barış Antlaşması sonrasından Montrö antlaşmasının imzalanmasına kadar olan süre içindeki durumunu anlatmaya çalışacağım.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde yabancı devletlere savaş gemilerini Karadeniz’e geçirme hakkı tanınıp, Boğazlar bölgesinin askerden arındırılması kabul edilirken; Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması için geçiş serbestliği ihlali, askerden arındırılmış bölge veya bölgelerin güvenliğini tehlikeye düşürecek herhangi bir saldırı halinde, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin vereceği karar doğrultusunda bu tehdit ve ihlaller ortaklaşa alınacak önlemlerle çözülecekti.
Ancak daha sonra Avrupa’da gelişen yeni siyasi ortam ve hızla gelişen silahlanma çabaları, Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması amacıyla getirilen hükümlerin işlemez hale gelmesine neden olmuştur. Ben de ödevimi hazırlarken kısaca bu dönemde olan gelişmelerden bahsederek Boğazların, Lozan Barış Antlaşması sonrasından Montrö antlaşmasının imzalanmasına kadar olan süre içindeki durumunu anlatmaya çalışacağım.
LOZAN BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİNİN DEĞİŞTİRİLMESİNİ GEREKTİREN NEDENLER
Türkiye, Lozan Sözleşmesi sırasında, diğer konuları halletmek ve özellikle kapitülasyonlar gibi çok önemli sorunları kaldırabilmek için, Boğazlar konusu da dahil olmak üzere, bazı konularda taviz vermeyi yeğlemiştir.
Lozan Barış Antlaşmasına göre Boğazlar, askersiz bölge haline getirilmişti. Bunun için Türkiye Boğazlarda asker bulunduramıyordu. Ayrıca, Türkiye’nin Boğazlardan geçişi kontrol etme, yani geçiş üzerinde denetim hakkı yoktu. Bu, Boğazlar üzerinde Türkiye’nin egemenlik hakkının sınırlandırılması ve güvenliğinin tehlike karşısında bırakılması demekti. Lozan sistemi ile getirilen “Boğazlar Komisyonu” ise Türkiye’nin egemenlik haklarını sınırlandırıyordu. Bu durum yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlık ilkesine tamamen ters düşüyordu.
Lozan Barış Antlaşmasına göre Boğazlar, askersiz bölge haline getirilmişti. Bunun için Türkiye Boğazlarda asker bulunduramıyordu. Ayrıca, Türkiye’nin Boğazlardan geçişi kontrol etme, yani geçiş üzerinde denetim hakkı yoktu. Bu, Boğazlar üzerinde Türkiye’nin egemenlik hakkının sınırlandırılması ve güvenliğinin tehlike karşısında bırakılması demekti. Lozan sistemi ile getirilen “Boğazlar Komisyonu” ise Türkiye’nin egemenlik haklarını sınırlandırıyordu. Bu durum yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlık ilkesine tamamen ters düşüyordu.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük umutlar yaratan silahsızlanma girişimleri başarılı olamamış, tam tersine bütün devletler silahlanmaya başlamıştı. 1933 yılından sonra silahsızlanma çabalarının başarısızlığı sonucunda Avrupa’da yeni bir savaş tehlikesinin güçlü belirtileri ortaya çıkmaktaydı. Bu durum karşısında Türkiye, uluslar arası barış ve güvenliğin korunması yolundaki güçlüğü ileri sürerek Boğazların güvenliğini sağlamak amacıyla 11 Nisan 1936 günü Milletler Cemiyeti’ne başvurur. Bu başvuruda Türkiye, Boğazlar Statüsünün değiştirilmesi isteğini belirtir. Bu sırada İtalya Habeşistan’a saldırmış Almanya, Verailles Barış Antlaşması hükümlerini çiğneyerek askersiz bölge olarak kabul edilen Ren bölgesine asker sokmuştu. Görülmektedir ki, savaşların nedenleri yine savaşlar sonunda imzalanan barış antlaşmalarında düğümlenmektedir. Galip devletler zaferden sonra ihtiraslarının ve çıkarlarının esiri olarak zorladıkları antlaşmalarla geleceğin savaşlarının tohumlarını atmaktan kendilerinin kurtaramamışlardır. Bu durum II.Dünya savaşı tehlikesinin belirmesine sebep olmuştur. Türkiye; bunun üzerine harekete geçerek Lozan Barış Antlaşmasını imzalayan ilgili devletlere verdiği nota ile Boğazlar statüsünün yeniden düzenlenmesi için görüşmeye çağırmıştır.
MONTREUX ( MONTRÖ) BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ
Lozan sisteminin getirdiği rejimin, dönemin siyasi koşulları karşısında uygulanamaz olduğu gerçeğiyle değiştirilmesini isteyen ve Montrö Konferansı’nın toplanmasını sağlayan Türkiye’nin temel amacını, Boğazlar üzerinde kesin egemenliğin elde edilmesi ile askersizleştirmenin ve Lozan sistemiyle getirilen Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması şeklinde özetleyebiliriz. Bu amaçla Türk Hükümeti, Boğazlardan geçiş rejimi hakkındaki görüş ve düşüncelerini 13 maddelik yeni bir sözleşme tasarısı şeklinde Konferans sekreterliğine bildirmiştir.
Görüşmeler sırasında İngiltere ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere Boğazlar üzerinde çıkarı olan devletler farklı tezler ileri sürmüşlerdir.
Bunlardan biricisi, görüşlerini Türkiye gibi bir tasarı halinde sunan İngiltere’ye aittir. İngiltere baş temsilcisi Lord Stanley; ticaret gemilerinin Boğazlardan, Türkiye’nin katıldığı savaş dönemleri dışında kalan zamanlarda, Lozan rejimi ile getirilen esaslar içinde geçmesini kabul ederken, Türkiye’nin savaşa girdiği zaman, Boğazlardan geçişler sadece gündüz saatlerinde olmalıydı görüşünü ileri sürüyordu. Karadeniz’in Boğazlardan geçilerek girilebildiği için denizlerin serbestliğini kabul eden uluslar arası hukuk rejiminden ayrılamayacağını ve dünya devletlerine açık olması gerektirdiğini belirtmişti. İngiltere’nin ileri sürdüğü tezde Boğazların askerden arındırılmış statülerine hiç değinilmemiş, savaş gemileri için getirilen sınırlamalara ilave olarak Karadeniz’de kıyısı bulunmayan devletlerin gemilerinin bu denizlerde kalış süresinin bir ay olması önerilmiştir. İkinci görüşse; Sovyetler Birliği Baş temsilcisi Maxim Litvinoff tarafından savunulmuştur. Rusya Boğazlardan geçerek Karadeniz’e çıkacak savaş gemileri için bir tonaj sınırlaması getirilmesinden yana tavır almıştır. Boğazların askerden arındırılmış statüsüne son verilmesinin ve dolayısıyla Türkiye’nin bu bölgelerde asker bulundurma hakkını kabul etmiştir. Yabancı devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişlerine ilişkin getirilen sınırlamaların, yalnızca Karadeniz’de sahili olmayan devlet veya devletlerin savaş gemileri için uygulanmasını savunan Rusya, Boğazların denizaltıların yanında uçak hava sahasına da kapatılmasını önermiştir. Sovyetlere göre Karadeniz bir transit deniz değildi ve uluslar arası hukuk kurallarının dışında kalıyordu. Bundan dolayı Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçip Karadeniz’de serbestçe dolaşmasına karşı çıkıyordu. Türkiye ise bir yandan ülkesinin Lozan’da açık bırakılmış olan güvenliğini ve Boğazlardaki egemenlik hakkını sağlamakla birlikte, diğer taraftan bölge ve dünya barışını koruyabilmek için ilgili ülkelerce ileri sürülen farklı görüşlerin bağdaştırılabilmesinde bir denge unsuru olmak için çaba gösterdi.Türkiye’nin konferansa sunduğu 13 maddelik sözleşme tasarısında, genel hatları ile Boğazlar bölgesinin askerden arındırılmış statüsüne son verilmesi ve Lozan sistemi ile getirilen Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması isteniyordu. Belirlenecek koşullar çerçevesinde ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçiş serbestliği kabul edilirken, barış ve savaş zamanında Türkiye’nin kendisini yakın bir savaş tehlikesinde hissettiği dönem gibi bir durumda bazı özel şartların eklenmesini istenmekteydi.
Konferans sonucunda imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da kabul edildi. Bu antlaşmada kabul edilen hükümler ana hatlarıyla kısaca şöyledir:
Görüşmeler sırasında İngiltere ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere Boğazlar üzerinde çıkarı olan devletler farklı tezler ileri sürmüşlerdir.
Bunlardan biricisi, görüşlerini Türkiye gibi bir tasarı halinde sunan İngiltere’ye aittir. İngiltere baş temsilcisi Lord Stanley; ticaret gemilerinin Boğazlardan, Türkiye’nin katıldığı savaş dönemleri dışında kalan zamanlarda, Lozan rejimi ile getirilen esaslar içinde geçmesini kabul ederken, Türkiye’nin savaşa girdiği zaman, Boğazlardan geçişler sadece gündüz saatlerinde olmalıydı görüşünü ileri sürüyordu. Karadeniz’in Boğazlardan geçilerek girilebildiği için denizlerin serbestliğini kabul eden uluslar arası hukuk rejiminden ayrılamayacağını ve dünya devletlerine açık olması gerektirdiğini belirtmişti. İngiltere’nin ileri sürdüğü tezde Boğazların askerden arındırılmış statülerine hiç değinilmemiş, savaş gemileri için getirilen sınırlamalara ilave olarak Karadeniz’de kıyısı bulunmayan devletlerin gemilerinin bu denizlerde kalış süresinin bir ay olması önerilmiştir. İkinci görüşse; Sovyetler Birliği Baş temsilcisi Maxim Litvinoff tarafından savunulmuştur. Rusya Boğazlardan geçerek Karadeniz’e çıkacak savaş gemileri için bir tonaj sınırlaması getirilmesinden yana tavır almıştır. Boğazların askerden arındırılmış statüsüne son verilmesinin ve dolayısıyla Türkiye’nin bu bölgelerde asker bulundurma hakkını kabul etmiştir. Yabancı devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişlerine ilişkin getirilen sınırlamaların, yalnızca Karadeniz’de sahili olmayan devlet veya devletlerin savaş gemileri için uygulanmasını savunan Rusya, Boğazların denizaltıların yanında uçak hava sahasına da kapatılmasını önermiştir. Sovyetlere göre Karadeniz bir transit deniz değildi ve uluslar arası hukuk kurallarının dışında kalıyordu. Bundan dolayı Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçip Karadeniz’de serbestçe dolaşmasına karşı çıkıyordu. Türkiye ise bir yandan ülkesinin Lozan’da açık bırakılmış olan güvenliğini ve Boğazlardaki egemenlik hakkını sağlamakla birlikte, diğer taraftan bölge ve dünya barışını koruyabilmek için ilgili ülkelerce ileri sürülen farklı görüşlerin bağdaştırılabilmesinde bir denge unsuru olmak için çaba gösterdi.Türkiye’nin konferansa sunduğu 13 maddelik sözleşme tasarısında, genel hatları ile Boğazlar bölgesinin askerden arındırılmış statüsüne son verilmesi ve Lozan sistemi ile getirilen Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması isteniyordu. Belirlenecek koşullar çerçevesinde ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçiş serbestliği kabul edilirken, barış ve savaş zamanında Türkiye’nin kendisini yakın bir savaş tehlikesinde hissettiği dönem gibi bir durumda bazı özel şartların eklenmesini istenmekteydi.
Konferans sonucunda imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da kabul edildi. Bu antlaşmada kabul edilen hükümler ana hatlarıyla kısaca şöyledir:
¨ Lozan antlaşması ile kurulmuş olan Boğazlar Komisyonu Kaldırıldı. Bu komisyonun görevleri ve yetkileri bütünüyle Türkiye’ye bırakıldı.
¨ Lozan Barış Antlaşması ile Boğazların iki yanında askersiz duruma getirilmiş olan bölgeye Türkiye’nin asker bulundurması kabul edildi.
¨ Yabancı ticaret gemilerinin Boğazlardan her iki yönde geçişi serbest bırakıldı.
¨ Yabancı devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi ile ilgili sınırlamalar kabul edildi.
¨ Herhangi bir anda Karadeniz’de bulunabilecek ve Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlerin donanmalarına ait savaş gemileri, zaman ve ağırlıkları bakımından sınırlandırıldı. Ayrıca, Boğazlardan geçecek savaş gemileri için önceden Türk Devletinden izin alınacaktı.
¨ Türkiye, savaşa girerse veya savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalırsa, Boğazları istediği gibi açıp kapatabilecekti.
SONUÇ
Antlaşma imzalandıktan sonra Montrö’nün yürürlükte kalma süresi, uzun tartışmalara yol açmıştır. İngiltere, 50 yıl geçerli olmasını isteyerek en uzun süreli öneriyi getirmiştir. Sovyetler Birliği, uluslar arası ilişkilerin hızlı gelişmesini ve koşullarında ona uygun olarak hızla değişmekte olduğunu ileri sürerek sözleşmenin 10-12 yıl geçerli olmasını istemiştir. Bu çeşitli isteklere rağmen Montrö hala yürürlükte olup Türkiye’nin tam bağımsızlığını kanıtlayan antlaşmalardan biri olma özelliğini korumuştur.
Montrö Sözleşmesi ile Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği kesin olarak kabul edilmiştir. 20 Temmuz 1936 gece yarısı Türk ordusu, Boğazların Lozan Barış Antlaşması ile askersiz alan olarak kabul edilen bölgesine girmiş, Türk donanması da denizden bu harekete katılmıştır. Böylece Osmanlı Devletinin son yüzyıllarından beri süregelen en büyük problemlerden biri olan Boğazlar meselesi halledilerek, Türk Boğazları üzerinde kesin olarak Türk egemenliği tekrar kurulmuştur.
Montrö, Lozan’ın Boğazlar bölgesinde Türkiye adına açık bıraktığı boşluğu doldurmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük bir güvenlik getirmiştir.
Montrö Sözleşmesi, Türkiye için büyük bir siyasi zaferdir. Çünkü Boğazlar bölgesinde asker bulundurması ve Boğazların denetimi ile Türkiye’nin Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan geniş alanda durumu güçlenmiştir. Ayrıca, uluslar arası dengede önemi artmış ve dünya devletleri arasında önemli bir yer almıştır.
Boğazlar çeşitli biçimlerde geçmişten günümüze Türk dış politikasını etkilemiştir. Boğazlar sorununun geçmişten günümüze incelendiği bu makalede Lozan Antlaşması’nın yanı sıra Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nden de söz edilmekte, özellikle ticaret gemilerinin zararsız geçiş hakkının İstanbul ve Boğazın çevresel güvenliği açısından sorun yarattığı üzerinde durulmakta ve çevresel güvenlik sorununun Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin revize edilmesi ya da yeniden yapılandırılması sorununu gündeme getirdiği vurgulanmakta ve bu konuda Türk bilim yaşamındaki tartışmalardan bir kesit sunulmaktadır.
Boğazlar sorununun temelinde Türkiye’nin geçit yolları üzerindeki konumu yatmaktadır. Kara ve deniz geçit yollarındaki konumuyla Türkiye Boğazlar Sorunu ve diğer sorunlar bağlamında fazlasıyla etkilenmiştir ve hala etkilenmektedir. Bilindiği üzere Türk Dış Politikası’na Osmanlı İmparatorluğundan miras kalan başat öğelerden biri de coğrafi konumdur (Sander, 1987:205).
Boğazlar sorununun iki antlaşma çerçevesinde inceleneceği bu makalede sorunun Türkiye’nin jeostratejik konumundan kaynaklanan olaylardan en başlıcalarından birini oluşturduğu üzerinde duruluyor. Lozan ve Montreux Sözleşmeleri öncesi tarihsel gelişim ve ilgili devletlerin dış politika yaklaşımlarıyla irdeleniyor. Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin 20 Temmuz 1996’da 60. yılını doldurduğu göze alındığında konunun önemini iyice vurgular niteliktedir.
Montrö Sözleşmesi ile Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği kesin olarak kabul edilmiştir. 20 Temmuz 1936 gece yarısı Türk ordusu, Boğazların Lozan Barış Antlaşması ile askersiz alan olarak kabul edilen bölgesine girmiş, Türk donanması da denizden bu harekete katılmıştır. Böylece Osmanlı Devletinin son yüzyıllarından beri süregelen en büyük problemlerden biri olan Boğazlar meselesi halledilerek, Türk Boğazları üzerinde kesin olarak Türk egemenliği tekrar kurulmuştur.
Montrö, Lozan’ın Boğazlar bölgesinde Türkiye adına açık bıraktığı boşluğu doldurmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük bir güvenlik getirmiştir.
Montrö Sözleşmesi, Türkiye için büyük bir siyasi zaferdir. Çünkü Boğazlar bölgesinde asker bulundurması ve Boğazların denetimi ile Türkiye’nin Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan geniş alanda durumu güçlenmiştir. Ayrıca, uluslar arası dengede önemi artmış ve dünya devletleri arasında önemli bir yer almıştır.
Boğazlar çeşitli biçimlerde geçmişten günümüze Türk dış politikasını etkilemiştir. Boğazlar sorununun geçmişten günümüze incelendiği bu makalede Lozan Antlaşması’nın yanı sıra Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nden de söz edilmekte, özellikle ticaret gemilerinin zararsız geçiş hakkının İstanbul ve Boğazın çevresel güvenliği açısından sorun yarattığı üzerinde durulmakta ve çevresel güvenlik sorununun Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin revize edilmesi ya da yeniden yapılandırılması sorununu gündeme getirdiği vurgulanmakta ve bu konuda Türk bilim yaşamındaki tartışmalardan bir kesit sunulmaktadır.
Boğazlar sorununun temelinde Türkiye’nin geçit yolları üzerindeki konumu yatmaktadır. Kara ve deniz geçit yollarındaki konumuyla Türkiye Boğazlar Sorunu ve diğer sorunlar bağlamında fazlasıyla etkilenmiştir ve hala etkilenmektedir. Bilindiği üzere Türk Dış Politikası’na Osmanlı İmparatorluğundan miras kalan başat öğelerden biri de coğrafi konumdur (Sander, 1987:205).
Boğazlar sorununun iki antlaşma çerçevesinde inceleneceği bu makalede sorunun Türkiye’nin jeostratejik konumundan kaynaklanan olaylardan en başlıcalarından birini oluşturduğu üzerinde duruluyor. Lozan ve Montreux Sözleşmeleri öncesi tarihsel gelişim ve ilgili devletlerin dış politika yaklaşımlarıyla irdeleniyor. Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin 20 Temmuz 1996’da 60. yılını doldurduğu göze alındığında konunun önemini iyice vurgular niteliktedir.
1. Boğazlar Sorununun Tarihsel Gelişimi
Boğazlar coğrafi açıdan iki kara parçası arasındaki dar su yolları olarak tanımlanabilir. Boğazlar Ulusal ya da Uluslararası özellikleri Boğazların niteliğiyle ilişkilidir. Ulusal ya da Uluslararası ölçütü, önce mesafe, daha sonra Uluslararası ulaşımdaki rolüne göre değerlendirilmektedir. Konumu gereği özel ya da uluslararası sözleşmelerle düzenlenen Boğazlar, ayrı bir grup oluştururlar. Türk Boğazları konumları gereği özel sözleşmelerle düzenlenen boğazlardandır. Türk Boğazları sınırlar açısından bakıldığında T.C. Devleti’nin, sınırları içinde bulunduklarından ve kendi sınırlarını kapsadığından dolayı Ulusal Boğaz özelliği gösterse bile, bir antlaşmanın konusunu oluşturmalarının yanı sıra yarı kapalı bir deniz olan Karadeniz Devletleri’nin açık denize ulaşmalarında tek yol olmaları nedeniyle uluslararası boğaz özelliğine sahiptirler.
Boğazlar coğrafi açıdan iki kara parçası arasındaki dar su yolları olarak tanımlanabilir. Boğazlar Ulusal ya da Uluslararası özellikleri Boğazların niteliğiyle ilişkilidir. Ulusal ya da Uluslararası ölçütü, önce mesafe, daha sonra Uluslararası ulaşımdaki rolüne göre değerlendirilmektedir. Konumu gereği özel ya da uluslararası sözleşmelerle düzenlenen Boğazlar, ayrı bir grup oluştururlar. Türk Boğazları konumları gereği özel sözleşmelerle düzenlenen boğazlardandır. Türk Boğazları sınırlar açısından bakıldığında T.C. Devleti’nin, sınırları içinde bulunduklarından ve kendi sınırlarını kapsadığından dolayı Ulusal Boğaz özelliği gösterse bile, bir antlaşmanın konusunu oluşturmalarının yanı sıra yarı kapalı bir deniz olan Karadeniz Devletleri’nin açık denize ulaşmalarında tek yol olmaları nedeniyle uluslararası boğaz özelliğine sahiptirler.
a. Türk Boğazları’nın Önemi
Türk Boğazları’nın siyasal, ekonomik ve jeostratejik öneme sahip olduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Boğazların tarihi gelişim sürecine göz atıldığında bu savı kanıtlar nitelikler görülür.
Dünya haritasına bakıldığında İstanbul Boğazı’nın, Asya ve Avrupa’yı birleştiren geçit konumuna sahip olduğu hemen görülmektedir. Rusya’nın Karadeniz kıyılarında topraklar elde etmesinden sonra Türkiye tarihi tüm güvenlik sorunları ve varlığını Boğazlara bağlamıştır.
Uzunluğu 31.7 km (17 deniz mili) olan İstanbul Boğazı’nın eni, Karadeniz girişinde 4.7 km, Marmara girişinde 2.5 km kadar olup en dar yeri ise (Kandilli-Rumelihisarı-Bebek) 700 m genişliğindedir. 61.8 km (36 deniz mili) uzunluğundaki Çanakkale Boğazı’nın eni, 1.25 km ile 7.5 km arasında değişmektedir. (Meydan Larousse, 1969:460) Boğazlar, Türkiye’inn egemenliğine tabi iç sulardır (Bilsel, 1948:30).
Boğazların önemini, kısa tarihsel geçmişini irdeleyerek daha iyi anlayabiliriz. Türk Boğazlarından genelde İlkçağda Ege Denizi’ne açılan Çanakkale Boğazı, İstanbul Boğazı’ndan daha çok önem taşıyordu. Çanakkale Boğazı’na hakim bir tepede kurulan Truva ile Helenler, Boğazı denetlemek için bir yarış halindeydiler. Truva’nın, Helenler tarafından yıkılmasında Boğazın paylaşım ve denetim sorunu yatmaktadır. Bundan başka adı geçen Boğaz, Med ve Peleponez savaşları sırasında Persler ile Atina ve Sparta arasında bir anlaşmazlık konusu oluşturmuşlardır. Ksekes I Çanakkale’den Avrupa’ya geçmiştir. M.Ö. 512 yılında Pers Kralı Dara İskitleri kovalarken İstanbul Boğazı’nın en dar yerine bir köprü kurdurarak ordusunu Anadolu’dan Rumeli’ye geçirmiştir. Büyük İskender’in orduları Çanakkale Boğazı’nı kullanarak Anadolu’ya geçmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun doğu ve Akdeniz’e yayılmasıyla tarihsel ve stratejik gerekçeler Akdeniz’e geçtiğinden Çanakkale Boğazı önemini yitirmiştir. M.S. 300 yılında, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Başkentinin Kostantinapolis oluşu ile Boğazlar eski önemine yeniden kavuşmuştur.
Ortaçağ’da da Boğazlar önemini korumuştur. 100 yıllık sürede Hunlar, Avarlar, Persler, Araplar ve Slavlar’ın saldırılarıyla karşılaşan Boğazlar ele geçirilememiştir. 1356 yılında Osmanlılar, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa tarafını ve Gelibolu’yu ele geçirdiler. Gelibolu 1366 yılında Bizanslılar tarafından geri alınmış ama yine ertesi yıl Türkler tarafından ele geçirilmiştir. Yıldırım Bayazıt 1390’da Çanakkale Boğazlar muhafızlığını kurmuş ve 1393’de Anadolu Hisarı’nı yaptırmıştır. Trakya’nın fethinden sonra Başkent Bursa’dan Edirne’ye alınmıştı. Osmanlılar güvenliklerini İstanbul Boğazı’nı ele geçirdiklerinde sağlayabileceklerine inanıyorlardı. Yıldırım Bayazıt, İstanbul’u almak için girişimlerde bulunmuşsa da başarılı olamamıştır. Boğazlar Ortaçağdaki önemini 1453 yılında Fatih’in İstanbul’u almasıyla yitirmeye başlamış, hatta 1484 yılında hemen hemen tüm Karadeniz kıyıları Osmanlı İmparatorluğu’na bağlanınca Karadeniz, iç deniz niteliği kazanmıştır. Karadeniz kıyılarının içdeniz olması, Boğazların önemini yitirmesine neden olmuştur.
Andre Ribard bu olayı şöyle yorumlamaktadır (Ribard, 1983:307). “Türk donanması Kırım’dan Yunanistan’a yelken açıyordu. Önemli Asya Pazarı Trabzon da teslim olmuştu. Ama Bizans’ın varisleri olmakla övünen Türklerin Doğu Karadeniz ülkeleri ticaretini ve ulaşımını kesintiye uğratmaktan hiçbir çıkarları yoktu. Tam tersine bu ticaret ve ulaşımı kolaylaştırmaktan yarar ve üstünlük sağlıyordu. Yalnız, onlar bu ticareti ağır yükümlülükler altına sokuyor ve ağır vergiler alıyorlardı. Ticaret malları ve lar Araplara ve Türklere yol ve köprü paralarını ödedikten sonra Avrupa’ya aşırı ölçüde pahalıya mal oluyordu. İtalyan şehirleri hiç şüphesiz bu aracılardan seve seve vazgeçeceklerdi”. Yani Osmanlı İmparatorluğu Boğazlar yolunu ve ticaretini ele geçirince Batıda, Coğrafi keşiflerin yeni yollar bulmanın gerekliliğini pekiştirmiştir. Boğazlar ve Doğu Akdeniz ticaret yolu canlılığını yitiriyordu. Boğazlar, ekonomik yönden önemini bir daha eskisi gibi asla kazanamayacaktı. Ama jeostratejik yönden Boğazların önemi Rusya’nın Karadeniz kıyılarındaki bazı limanları ele geçirmesiyle yeniden ortaya çıkacaktı. Boğazlar 1484’den 1809’a kadar kesin kapalılık devri yaşayacaktı.
Boğazların Karadeniz’in tüm yabancı ticaret ve yolcu gemilerine kapalı olması ilkesi Osmanlıların Fransızlara, İngilizlere, Hollandalılara verdiği ayrıcalıklar dışında 1774 yılına kadar sürecekti. 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile yaptığı Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Rus ticaret gemilerine Boğazlardan serbest geçiş hakkı veriyordu (İnan, 1995:8).
1798 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İstanbul Antlaşması’nı imzalamışlardı. Bu antlaşmanın kimi gizli maddeleri, tüm yabancı devletler savaş gemilerine Karadeniz’in kapanmasını ancak Rus savaş gemilerine (savaşta) Boğazlardan geçiş hakkını öngörüyordu (Armaoğlu, 1983:36-37). Bu husus Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya’nın yaptığı 1805 tarihli ittifak Antlaşması’nda da yinelenmiştir.
Tüm bu antlaşmalara karşin Osmanli Imparatorlugu’nun Bogazlarla ilgili kapalilik kurali Çanakkale (Kale-i Sultaniye) (1809) Antlaşmasi’na kadar sürmüştür. Bu Antlaşma Imparatorlugun kendi koydugu kuralin ikili antlaşmalarla düzenlenmesi dönemini başlatmişti (Çelik, 1987:119). 1829 Edirne Antlaşmasiyla da Rusya’ya taninan ticaret gemilerine açiklik tüm devlet gemilerine taniniyordu. 1833 Hünkar Iskelesi Antlaşmasiyla Osmanli Imparatorlugu ve Rusya Karadeniz dişinda tüm devletlerin savaş gemilerine kapaliligini saglamişti.
Antlaşmanin gizli maddelerine göre Rusya Osmanli Imparatorlugu’na yapacagi yardima karşilik Rusya’dan yardim istemesi halinde Osmanli Imparatorlugu da Çanakkale Bogazi’ni Rusya aleyhine tüm devletlerin savaş gemilerine kapatmayi öngörüyordu. Bu antlaşma ile Rusya Akdeniz’den kendisine yönelecek tehlikeleri önlemeyi amaçliyordu.
Ancak Rusya’nın açık denizlere özellikle Akdeniz’e çıkma çabası, İngiltere’nin, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da da etki alanları yaratma çabalarıyla çatışınca Akdeniz’in choke points (çıkış kapılarından) biri olan İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın İngiltere gözünde önemini arttırdı. İngiltere artık bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya’nın himayesi altına girmesi için her türlü politikayı izlemiştir. Bu meyanda 1841 Londra’da Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında “Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarına İlişkin Londra Sözleşmesi” imzalanmıştır. Bu sözleşmenin en önemli yönü diğer devletlerin imzasına açık olmasıydı. Bu antlaşmaya göre, Osmanlı İmparatorluğu barış zamanında Boğazları her türlü savaş gemisine kapalı tutacaktı. Antlaşmanın bu yargısı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından uygulanmasının yanı sıra, uluslararası toplumun da desteği sağlanıyordu. (İnan, 1995:13)
1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi Boğazların barış zamanında tüm ulusların ticaret gemilerine açıklık ve tüm devletlerin savaş gemilerine kapalılık rejimini getirmiş ve I. Dünya Savaşı’na kadar Boğazların rejimini belirleyen temel antlaşma olmuştur.
Bu temel antlaşmaya karşin belirlenen statü zaman zaman ihlal edilmiştir. 1844’de Rusya’nin Karadeniz Limanlarindan kalkan savaş gemileri Uzak Dogu limanlarina gitmiştir. 1904 Temmuzunda Rus donanmasina ait Petersburg ve Smolensk adli savaş gemileri Bogazlardan ticaret gemisi kimligi (kisvesi) altinda geçirilince Ingiltere Osmanli Imparatorlugu ve Çarlik Rusyasina birer nota göndererek anilan olayi protesto etmiştir (Özdalga, 1965:22).
Daha sonra Boğazlar sorunu, Fas buhranı ve Trablusgarp Savaşı sırasında yeniden ortaya çıkıyordu. Rusya 1911 yılında savaş gemilerinin Karadeniz’den Akdeniz’e çıkarılması isteminde bulunduysa da Osmanlı İmparatorluğu kabul etmemişti. Ayrıca İtalya Trablusgarp savaşında 18.04.1912’de Çanakkale İstihkamlarını bombardıman etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu da Boğazları kapatmıştır. Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya’nın istemi üzerine Osmanlı İmparatorluğu’na Boğazların açılması gerektiğini bildirmişlerdir. Osmanlı Devleti zaten antlaşmalara uygun davranıyordu, savaş zamanı Boğazları kapayabilme hakkına sahipti.
I. Dünya Savaşi’na kadar Bogazlarda ihlallere rastlandiysa da Bogazlarin statüsünde bir degişiklik olmamiştir. I. Dünya Savaşi’nin başlamasi ile askeri açidan Bogazlarda çok önemli olan egemenlik sorununu gündeme getirmiştir. Artik Ingiltere de Osmanli Imparatorlugu’nun toprak bütünlügünü desteklemiyor, Bogazlarda ve özellikle Ortadogu topraklarindan pay almak istiyordu.
I. Dünya Savaşi sirasinda Osmanli Imparatorlugu henüz tarafsiz bir konumdayken 9 Agustos 1914 Ingiliz donanmasi önlerinde kaçan iki Alman gemisi (Goeben-Breslau) Çanakkale Bogazi’ndan Musul Torpidobotunun, kilavuzlugunda Marmara Denizi’ne girmişlerdi. Zaten I. Dünya Savaşi’ndan birkaç hafta sonra 2 Agustos 1914’te Osmanli Imparatorlugu ile ittifak devletlerinden Almanya arasinda gizli bir antlaşma imzalanmişti. Osmanli Imparatorlugu’nun Çanakkale Bogazi’ni aşarak gemilerin Marmara’ya geçirmesi antlaşmalara aykiriydi. 1841, 1856 ve 1876 Antlaşmalarinin maddelerine aykiri olup 12. madde gemilerin 24 saatten fazla kalmasına karşıydı. İtilaf devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nu protesto ettiklerinde 12 Ağustos 1914 günü Osmanlılar Goeben ve Breslau’nun İngiltere’nin Osmanlının parasını ödediği halde satışı durdurulan iki gemisinin (Reşadiye ve Sultan Osman) yerine alındığını açıklıyordu. 28/29 Ekim 1914’de alınan gemiler Karadeniz’e geçip Rus donanmasıyla çatışınca Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na fiilen katılıyordu. Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmasıyla Boğazlara ilişkin 1841 - 1856 ve 1876 Antlaşmalarının hükümleri yürürlükten kalkıyordu. Bu antlaşmalar barış zamanında geçerliydi. Savaş zamanında Osmanlı Devleti kendi isteği doğrultusunda hareket edebilecekti.
I. Dünya Savaşiyla Bogazlarin askeri ve stratejik önemi fiilen vurgulaniyordu. Itilaf (Anlaşma) devletlerinin en önemli sorunlarindan birini Bogazlardaki egemenlik oluşturuyordu. Goeben ve Breslau’nun Yavuz ve Midilli adlarini alarak Osmanli Devleti’ne katilmalari üzerine Ingiliz donanmasi Bogazlari abluka altina aliyordu.
İtilaf devletlerinden Rusya, İstanbul kenti ve Boğazı, İzmit Körfezi’ne kadar olan Anadolu toprakları ve Marmara Denizi adalar ve Çanakkale Boğazı adaları (İmroz-Bozcaada) ve Çanakkale Boğazı’nda batıdaki stratejik noktaları 4 Mart 1915’de kendi yaşam sahası olarak gördüğünden dem vurarak İtilaf Devletleri’nden istedi. Rusya’nın bu isteği İngiltere ve Fransa tarafından koşulsuz kabul ediliyordu. Yine Rusya’nın istemlerinden endişe duyan İngiltere ve Fransa 18 Mart 1915’de Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a ulaşmak istiyorlardı. Çanakkale Boğazı, Osmanlılar tarafından büyük bir özenle korununca itilaf devletleri geri çekilmek zorunda kaldılar.
Zaten Boğazların karşı taraf devletlerince zorlanacağını anlayan Türk komutanlığı, 26 Eylül 1914’de Boğazı tüm yabancı savaş gemilerine kapatıyordu (Üçok, 1975:218). Ama I. Dünya Savaşı genelinde Almanya’nın büyük bir yenilgiye uğraması sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer bölgeleri gibi Boğazlarda işgal edilecekti.
I. Dünya Savaşi sona erdiginde Bogazlarin Uluslararasi statü haline konmasi isteniyordu. Wilson’un 12. noktasi Osmanli Imparatorlugu’nda Türklerin yerleştigi bölgelerin bagimsizliginin saglanmasinin yani sira Bogazlarin sürekli uluslararasi garantiler altinda tüm devletlerin ticaret gemilerine açik tutulmasini içeriyordu (Üçok, 1975:230). Yani Bogazlarin serbest bir geçit oluşturmasi öngörülüyordu. Avam Kamarasi’nin 17.12.1919 tarihli oturumunda Lloyd George Bogazlar sorununa ilişkin şöyle konuşuyordu (Akşin, 1991:85);
“Bu meseleyi çözmek için Amerika’nın ne yapmak istediğini bilmemiz gerekmektedir. Bize diyorlar ki niçin katıksız olarak Türk olmayan toprakları Türklerin elinden alarak barış yapmıyorsunuz? Evet öyle. Fakat İstanbul ile Boğazları ne yapalım? Eğer Boğaz kapıları açık bırakılarak harp ve ticaret gemileri serbestçe geçebilmiş olsalardı harp iki yıl kısalmış olurdu.”
27.02.1920’de yukarıda adı geçen kişi Avam Kamarası’nda “........ Türkler artık Boğazların bekçiliğini edemeyecekler, oradaki tüm istihkamlar yıkılacaktır;” diyordu (Akşin, 1991:86).
Bu arada yenen devletler 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi (Bırakışması)’nı imzalıyorlardı. Anılan Bırakışma’nın 1. maddesine göre, Osmanlı Devleti (İmparatorluğu) Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın açılmasını ve Karadeniz’e geçişin sağlanmasını ayrıca her iki boğazın kıyılarındaki askeri tesislerin İtilaf Devletlerince işgalini kabul ediyordu (Bayur,1973:23) (İnan, 1986:22). 1915 yılında savaş sonucu ele geçirdikleri Boğazlar savaşsız İtilaf Devletleri’nin eline geçiyordu. Anılan Bırakışmayla İtilaf Devletleri’nin işgali altında Boğazlar rejimi belirleniyor ve Boğazlar trafiğe açılıyordu. İtilaf Devletleri Osmanlı İmparatorluğu’na yenilen devletler grubunda en ağır antlaşmayı Sevres Antlaşması’nı imzalatıyorlardı. Sevres’in diğer hükümleri gibi Boğazlara ilişkin hükümleri de hukuksal geçerlilikten ve hakkaniyetten uzaktı. Anılan Antlaşmayla Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nı kaplayan Boğazlar Bölgesi barış ve savaş zamanlarında tüm devletlerin ticaret ve savaş gemilerine açık olması öngörülüyordu. Bu kurala getirilen tek istisnayı Milletler Cemiyeti’nin barışın korunmasına ilişkin koyacağı zorlama önlemleri oluşturacaktı.
Anılan Antlaşmayla, Boğazlar Komisyonu kuruluyor, Komisyonun kendine özgü bayrağı bütçesi olması ve kolluk kuvvetlerine bağlanması öngörülüyordu. Komisyonun görevi, gemilerin Boğazlardan geçişi, kılavuzluk işleriyle sınırlı kalmayacaktı. Komisyon Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Fransa, İtalya, Rusya devletlerinden delegeler 2 oya sahip olacaklar, Bulgaristan, Türkiye, Romanya ve Yunanistan delegeleriyle 1 oya sahip olacaklardı. Amerika Birleşik Devletleri istediği zaman, Rusya’da ancak Milletler Cemiyeti’ne üye olduğu takdirde Komisyona delege gönderme hakkına sahip olacaktı (Bayur, 1973:147).
Antlaşma’nin 38. maddesiyle Çanakkale Bogazi’nin Avrupa’ya bakan kiyilari Yunanistan’a verildiginden Yunanistan ve Osmanli Devleti Bogazlar üzerindeki denetimi bu komisyona devretmeleri hükme baglaniyordu. Yine Serves antlaşmasi Bogazin silahlandirilmiş bölgelerinde ancak Fransa, Ingiltere ve Italya asker bulundurma hakkini sakli tutuyordu. Istanbul’un durumu 36. madde ile düzenliyordu. Sözü geçen bu madde Istanbul’u koşullu olarak Türkiye’ye birakiyordu.
İstanbul’a müstakil olarak sahip olmak isteyen devletler birden fazlaydı. Bir yanda Rusya savaş içinde İstanbul’un kendilerine söz verildiğini öne sürüyor, öte yanda İngiltere, Karadeniz ve Akdeniz arası ulaşımın sağlanması için Ortadoğu’da stratejik değeri olan bir nokta ele geçirmek istiyordu. Yunanistan’ın da gözü Boğazlar ve özellikle İstanbul’daydı. Fransızlar da bu sırada İngilizlere, Boğazlar bölgesinin yönetiminin verilmesini istemiyor, bu bölgede uluslararası statüye bağlı yeni bir devletin kurulması taraftarı görünüyordu.
Ancak Sevres Antlaşmasi, Bogazlar içinde olmak üzere her hükmüyle bagimsizlik savaşimi veren Ankara Hükümeti’ni baglamiyordu. Bagimsizlik Savaşi’nin başarili sonuçlanmasindan ötürü işgalci donanmalar geldikleri gibi döneceklerdi.
İngiltere, Hindistan yolunun güvenliği için 19. yy. boyunca Boğazları, Çarlık Rusyasına karşı kapalı tutmaya çalışmıştı. Bunu da 1841’de formüle etmişti. Ama I. Dünya Savaşı İngiltere’yi yeni bir çözüm yoluna yöneltiyordu. Türkiye belirttiğimiz üzere Boğaz kapılarını İngiltere’ye kapatarak 2 yıl daha savaşı uzatmıştı. İngiltere önceleri dost Yunanistan’ın yanında, Boğazlar ve civarının da Sultan’ın yönetimine bırakmayı düşünmüşse de Türk Kurtuluş Savaşı, bu hesapları yanlış çıkarmıştır. Yunanistan yenilmiş ve İngiltere’ye bağlı olmayan yeni bir Türkiye ortaya çıkmış ve kendini kabul ettirmiştir. Rusya’da Bolşevikler yönetime egemen olduktan sonra da Lenin Rusya ile İngiltere’nin Boğazlara ilişkin antlaşma yapmasının zor olduğunu ama bunun aşılmaz olmadığını açıklıyordu. Lenin Boğazların barışta ve savaşta tüm devletlerin savaş gemilerine kapalılığını istiyordu. Zaten Rusya genelde global etkisi az olduğu zaman kapalılığı, güçlü olunca da Boğazların açıklığını Akdeniz ve Okyanuslarda etkili olmak için istemiştir. Kuruluş aşamasındaki Bolşevik Rusya Boğazların, İngiltere ve Milletler Cemiyeti etkisi altına girmesini kabul edemezdi. Rusya zayıf kaldığı sürece Boğazların Türk Devleti’nin denetiminde kalmasını istiyordu (Kürkçüoğlu, 1978:264-265).
Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde kurtuluş savaşı veren Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Anadolu’daki etkinlikleri büyük bir dikkatle izleniyordu. Buna koşut olarak 23 Nisan 1920’de oluşturulan TBMM’nin dış politikası özellikle Boğazlar sorunu ile yakından ilişkili Sovyet Rusya’yı yakından ilgilendiriyordu. Bu bağlamda Rus yazarı Y. Steklov 1919 sonunda İzvestia gazetesinde Mustafa Kemal’in dış politikasına olumlu bakar ve bunu şöyle ifade eder “Şimdi Türk İhtilali Çanakkale Boğazı’nı Türk emekçi sınıflarının eline, bu yoldan, içlerinde Rusların da bulunduğu dünya proleterlerine vermektedir. Böylece Rus emperyalizminin yüzyıllardır çevirdiği entrikalarla başamadığı şey, olgun bir erik gibi Rus işçi sınıfının avucuna düşüyor” (Tunaya, 1981:48 1 nolu dipnot). Yine de Kurtuluş Savaşı’nda TBMM Hükümeti’nin güvenliği korunmuş olmak koşuluyla Türk Boğazlarından serbest geçişi kabul edeceklerini bildirdikleri gözlenmektedir (Pazarcı, 1986:853-854).
Lozan Konferansı sırasında İngiltere, açıklığı savunmuş, Türkiye’de, İngiltere’ye yakın bir görüş ortaya koyunca İngiltere, Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırmayı başarmıştır (Kürkçüoğlu, 1978:259).
Lozan Konferansı’nda Türkiye Boğazlara ilişkin üç değişik görüşle karşı karşıya kalmıştı. Müttefikler Boğazların hem ticaret hem savaş gemilerine mutlaka açıklığını savunuyorlardı. Bu açıklığı sağlamak için Boğazlar komisyonu oluşturulmuştu ve Boğazların her iki kıyısının da askerden arındırılması öngörülüyordu.
Sovyet Rusya, yukarıda Lenin’in görüşünden de anlaşılacağı üzere Boğazların, yalnız ticaret gemilerine mutlak açıklığın yanı sıra savaş gemilerinin de Karadeniz kıyıları dışındaki devletlere yasaklanmasını ve Türkiye’nin Boğazları tahkim etmesini istiyordu.
Konferans sırasında İngiltere; Türkiye ve Rusya ile çatışma halindeydi. Dünyanın en büyük deniz devletlerinden biri olan İngiltere için Boğazlar çok önemliydi. İnönü; Ulusal And’ın Boğazlara ilişkin hükümlerinden söz ederek Boğazlar sorununun, Türkiye dışındaki hiçbir ülke için öneminin olmadığını vurguladı. Zaten İnönü, Müttefiklerin 23 Eylül tarihli notalarında, Boğazları askerden arındırıp, Milletler Cemiyeti denetimine vermek istediklerini biliyordu, buna şiddetle karşı çıktı.
Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Çiçerin, daha ileri giderek Boğazların, Rusya dahil tüm savaş gemilerine kapalı olmasını savunmuştur. Bu öneri Türkiye yanlısıydı.
Boğazlar, Sovyet Rusya’nın savunma sistemi içine yakın doğudaki en hassas noktaydı. Rusya’nın güvenliği Türk Boğazları nedeniyle tehlikeye düşebilirdi ve bu olay zaman zaman yineleniyordu. Kırım Savaşı’ndan başlayarak, Sosyalist yönetimin Rusya’da iş başına gelmesini önlemeye çalışan müttefik girişimleri, Rusların, Boğazlar üzerinde aşırı titiz davranmasına yol açıyordu (Ergil, 1978:106). Tüm bunlara karşın Rusya için Çarlık döneminden beri Boğazların büyük yaşamsal önemi vardı. Akdeniz’e çıkma ve oradan okyanuslara açılma hiçbir Rus yönetimi için geçici bir sistem olarak değerlendirilemez. Ama Rusya’nın coğrafi konumunun bunu gerektirdiği öne sürülmesi, Boğazların, Türk egemenliğinde oluşunu zedeler niteliktedir (Bilsel, 1948:18-19). Zaten İngiltere’nin, Hindistan yolu güvenliğinin Akdeniz’den geçmesi ve bunu başlıca tehdit edebilecek gücün, Rusya olması dolayısıyla Lozan’da bir çatışma içine girmişlerdir. İngiltere, Boğazlardan Türklerin uzaklaşmasına Rusya tehlikesi açısından karşıydı (Akşin, 1991:281).
Lozan Konferansı’nın I. Bölümü üzerinde kabul ettiği nokta: Boğazların tüm ticaret gemilerine barış ve savaşta açıklığıydı. Savaş gemilerine açıklık tanınıp tanınmamasında ise sorunlar çıkmıştır. Lozan’da esasen, deniz egemenlik görüşünü savunan İngiltere ile kara egemenlik görüşünü savunan Rusya çarpışıyorlardı. Sovyet Rusya’nın isteği doğrultusunda Boğazlar kapatılırsa, Karadeniz’de, sınırsız bir Rus egemenliği olacaktı, bu durum Müttefiklerin ve Türkiye’nin işine gelmezdi. A.F. Miller adlı Rus tarihçi; “Karadeniz, hiçbir zaman açık bir deniz sayılmamıştır, ..... buradan, Boğazlar dışında çıkış yoktur. Burası ne de olsa, Cebelitarık’tan girilip - Süveyş’ten çıkılan Akdeniz değildir,” (Miller, 1977:276) demekle, Karadeniz’e özel bir statü tanımaktadır.
Almanya’nın eski büyükelçisi ve Dışişleri Bakanlarından Von Kuhlman, 22 Mayıs 1935 yılında Frankfurter Zeitung gazetesinde “1923 Antlaşması’nın Boğazlar sorununu, çözmüş olduğuna inanmak kadar safdillik olmaz. Hiçbir Rus Hükümeti bu işe alakasızlık gösteremez, zira Boğazlar Rusya için hayati bir iştir,” (Akşin, 1991:88) biçiminde yorumda bulunmaktadır. Zayıf ve güçsüz durumdaki Sovyet Rusya, Boğazlara sahip olamayınca, Boğazların kapalılığını ve Boğazlar sorununun Karadeniz’de kıyısı olan devletler tarafından çözümlenmesi ve bir Karadeniz Federasyonu kurulması tezini savunuyordu (Avcıoğlu, 1976:75). Bu olmayınca Lozan’da Boğazlara, Türklerin sahip olmasına ve Boğazları kapatmalarına karşı çıkmamıştır. 1945 yılında ABD ile birlikte süper güç olma eşiğindeyken Türkiye’den Boğazların birlikte savunulmasını önererek üs istemiştir.
Lozan Konferansı’nın 23 Nisan 1923’te başlayan II. bölümünde, Boğazlar rejimi tartışılmıyordu bu yüzden Sovyet Rusya yoktu. Türkiye, II. bölümde kendine verilen bazı ödünlerin etkisiyle İngiliz görüşünün yumuşatılmış biçimini benimsiyordu (İnan, 1986:29). Türkiye daha önce açıklandığı gibi, tarihsel olarak Karadeniz’deki Rus egemenliğinden güvenlik kaygısı duyuyordu. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine göre “Boğazlar” terimi Çanakkale, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi’ni içermektedir. I. Madde; Boğazlardan, denizden ve havadan, gerek barış, gerek savaş zamanında geçecek, ticaret gemilerinin, sivil uçakların savaş gemilerini, savaş uçaklarının ulaşımını serbest bırakıyordu. Bu sözleşme tonaj açısından bazı sınırlamalar getirmesine karşın, barış zamanında ve Türkiye’nin tarafsız kaldığı tüm savaşlarda geçiş özgürlüğü tanımaktaydı. Anılan sözleşmelerle Boğazlar Milletler Cemiyeti koruması altına alınmış ve Boğazlara ilişkin düzenlemeler bir uluslararası komisyona bırakılmıştır (Ülman, 1968:263).
Lozan Boğazlar sözleşmesi Türkiye’nin gereksinimlerine uygun değildi. Türkiye, Boğazlar üzerinde tam egemenlik ve yetki istiyordu. 1936’dan sonra Revizyonist devletler İtalya ve Almanya ile Batı demokrasileri arasındaki ilişkiler giderek kötüleşmekteydi. Değişen koşullar karşısında Türkiye, Lozan Antlaşmasıyla Boğazların, Uluslararası bir denetime tabi tutulduğunu ve bazı kayıt ve koşullar altında savaş gemilerinin Boğazlara girmesine izin veriliyordu. Boğazın her iki tarafında askerden ve silahtan arındırılmış bölgeler kurulmuş ve Türkiye’nin bu bölge içinde top mevzileri yapması yasaklanmıştı. Ama yinede bu bölge savaş zamanında istisnai olarak kullanılabilirdi. Savaş sırasında yığınak yapmak oldukça zor olacak ve kısa zamanda gerçekleştirilemeyecekti. Türkiye, silahlanmadan yana değildi ama gelişen koşullar bunu gerektirecekti.
Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin silahsızlanma için yapılan çeşitli toplantılarına katılmış ve oralarda girişimlerde bulunmuşsa da bir sonuç alınamamıştır. Silahsızlanmayı sağlayamayan bir uluslar topluluğu, o günkü koşullar altında barışı koruyacak bir işlev yüklenmesi olası görülmemekteydi. Bu koşullar altında Boğazlar bölgesinin askerden ve silahtan arındırılması Türkiye’yi güvenlik endişesine düşürüyordu. Türkiye revizyonist devletler gibi işi olup bittiye getirmek istemiyordu, haklılığını uluslararası platformlarda kabul ettirmeye çalışıyordu. İşte bu meyanda, 23 Mayıs 1933’de Londrada’ki toplantıda Boğazların silahsızlandırılmasına ilişkin hükümlerin resmen iptalini istiyordu. Ayrıca toplantıda Sovyetler Birliği de Türkiye’nin yanında yer alıyordu. Anılan devlet Boğazların, Türkiye’nin elinde olması halinde güvenliğinin daha iyi sağlanacağına inanıyordu. Ancak Türkiye’nin istemi kabul edilmiyordu.
Türkiye’nin, Boğazların rejiminde değişiklik yapmak istemi, Boğazların kapalılığına doğru bir eğilim sayıldığı için başlangıçta İngiltere üzerinde iyi bir etki yaratmamıştır (Armaoğlu, 1983:343). İngiltere bunu Rusya’yı destekleyen bir hareket gibi görüyor, Türkiye’yi Rusya’nın bekçisi olarak yorumluyorlardı (Akşin, 1991:285). İngiltere dışındaki diğer batı ülkelerde, Boğazlar statüsünün değiştirilmesine ilişkin öneri tereddütle karşılandı. Yunanistan’da Boğazlar Statüsünün değiştirilmesi taraftarıydı. Esasen Türkiye, Yunanistan ile ilgili sorunlarını çözmüş iyi bir diplomasi ile kendi tarafına çekmişti. 25 Nisan 1934’de Atina’da yayınlanan Proia gazetesi Yunanistan ile Türkiye’yi bağlayan sıkı ilişkiler ve müstakil sınır güvenliği dolayısıyla Bulgaristan’ın yeniden silahlanması kadar Boğazlar ve Trakya’nın yeniden tahkiminin Türkiye kadar Yunanistan’ı da ilgilendirdiğinden söz ediyordu (25 Nisan 1934 Proia - 11 Temmuz 1935 Anadolu Ajansı Bülteni’nden aktaran Akşin, 1991:287).Özellikle Batılı Devletler, Boğazlar bölgesinin tahkimine, Ren bölgesinin statüsünü etkileyebileceğinden çekiniyorlardı.
Bu sırada Almanya’da, Versay Antlaşması hükümlerinden duyulan huzursuzluk had safhaya çıkmıştı. Almanya, kendini saran bu zincirlerden kurtarmak için 1934 yılı başlarından itibaren silahlanmaya başladı ve yasak olduğu halde zorunlu askerlik sistemini kabul etti.
Milletler Cemiyeti’nin Almanya’nın bu girişimi nedeniyle 17 Nisan 1935’de yapılan olağanüstü toplantıda Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin silahsızlandırılmaya ilişkin maddelerinin iptalini (yok sayılmasını) istedi. Aras, değişen dünya koşullarında Türkiye’nin Boğazları silahsızlandırması ve güvenliğine yakın ilgisi vurgulandı. Bu bölge silahtan arındırılınca Türkiye’nin Batı savunmasında büyük bir gedik açılıyordu, bu nedenle Lozan Boğazlar sözleşmesinin Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden hükümleri kaldırmasının gerektiğini savunuyordu. ( İnan, 1995: 43. 64 nolu dipnot.) Türkiye aynı sorunu Eylül 1935’de yapılan Milletler Cemiyeti Güvenlik Konseyi toplantısında yinelediyse de, sonuç alınamadı. Yine de Türkiye bu yıllara kadar sürdürdüğü çeşitli diplomatik etkinlikler dolayısıyla kendi istediği doğrultusunda genel bir hava yaratıyordu. Aynı toplantıda Rus delegesi Türk görüşünden yana tavır alıyordu. Yunanistan delegesi de Türkiye’nin görüşünün makul olduğunu vurguluyordu. Batılı devletler aynı biçimde Almanya’nın silahlanmasını sürdürüp her şeyi olupbittiye getirmesinden çekiniyorlardı.
Sonunda Almanya’nın askerden arındırılmış Ren bölgesini işgal etmesi, Ankara’da, büyük tepki alıyordu. Atatürk, her ne kadar Serves ve Versay Antlaşmaları’nın ağır koşullar taşıdığı belirtilmişse de Almanya’nın Uluslararası hukuka ilişkin Antlaşmaları ihlal etmesi Fransa ve Küçük İtilaf’ın dostu olan Türkiye’nin Boğazlar bölgesini tek başına olup bittiye getirerek Almanya’nın yanında yer almayacağı özetle belirtilmiştir (Akşin, 1991:288).
Bu arada Milletler Cemiyeti’nin de, bir süredir olagelen olaylara bir yaptırım getirmeyeceği de belli olmuştu. Japonya’nın Mançurya’yı işgali karşısında hiçbir yaptırım uygulanmıyordu. Aynı biçimde Almanya’nın Ren bölgesini silahlandırılmasına da karşı hiçbir önlem alamamıştı. 1935 yılında da İtalya Habeşistan’ı işgal ediyordu. Milletler Cemiyeti çeşitli zorlama önlemleri aldıysa da ülkeler arası birlik sağlanamamıştı. Zaten İtalya, 1934 yılında Mussollini’nin yaptığı bir konuşmada İtalya’nın tarihi emellerinin Ön Asya ve Afrika’da olduğunu açıklıyordu (Gönlübol vd., 1987:111). Bu konuşma Türk yöneticileri de bir endişe krizine sokuyordu. Daha sonra burada Türkiye’nin kastedilmediği bizzat İtalyan Dışişleri Bakanı Ciano tarafından Roma Büyükelçiliğimize bildirdiyse de, Türk görevlilerinin endişesi, giderilememiştir. 1936 yılında Türk sahillerine yakın Oniki Ada’yı özellikle Leros adasını tahkim etmesi, Türkiye’nin güvenlik endişesinin haklılığını ortaya çıkarıyordu. İtalya’nın bu hareketleri özellikle Doğu Akdeniz’deki etki alanlarına dokunulacağından çekinen deniz gücü İngiltere’yi tehdit ediyordu. İtalya’nın, yukarıda söz edildiği üzere 3 Ekim 1935’de Habeşistan’a saldırması da olaya tuz biber ekiyordu. Artık İngiltere’de, Türkiye’nin Lozan Boğazlar sözleşmesinin askerden arındırılması hükümlerinin değiştirilmesinin gerekliliğine inanıyordu. Akdeniz’deki gerginlik ve anlamsızlık sırasında Türkiye’nin İngiltere’nin yanında, bir politika izlemesinin çıkarlarına koşut olacağı kanısındaydılar.
Türkiye sonunda büyük küçük birçok devleti yanına alarak Boğazlar statüsünün değiştirilmesi gereğine inandırmıştır. Bu yıllarda Avrupa’nın durumu gerek asker gerek siyasal açıdan değişiyordu. 1923 yıllarından başlayarak silahsızlanmaya doğru bir eğilim gözlenirken 1930 yıllarından sonra silahlanma yarışı hızlanıyordu.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye’ye sağladığı güvence artık işlemez bir hale geliyordu. Anılan güvence işlemeyince Boğazlar, sürekli tehdit altında kalıyordu. Sözleşme dengeleri Avrupa barışı aleyhine bozulmuştu, bu yüzden Türkiye Boğazlara tam egemen olmalıydı. Ayrıca Lozan Boğazlar sözleşmesi, yalnızca savaş ve barış durumuna ilişkin düzenlemeler öngörüyordu. Oysa ki çok yakın savaş tehlikesi altındaki Türkiye’yi koruyacak hükümler yer almıyordu. Türkiye’ye kendini savunma hakkı verilmeliydi. Türkiye 1923’den 1936’lara barışcı bir politika izlemişti, uluslararası anlaşmalara sadık kalmıştı. Yine değişen dünya koşulları, bu antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Ayrıca Türkiye bu statünün kendisine uluslararası bir sözleşmeyle verildiğini bildiğinden değiştirirken de uluslararası bir konferans toplanmasını istemiş ve bunu başarmıştır. Türkiye değişen koşullar altında artık Boğazlar gibi stratejik bir konuma sahip noktasını güvence altına almalı ve rahatlamalıydı.
Türkiye daha önce belirttiği üzere bu istemi sağlamış, büyük küçük tüm devletleri İtalya dışında Uluslararası Konferans toplanması için ikna etmişti. 10-11 Nisan 1936’da Türkiye Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliğine gönderdiği notalarda Boğazlar rejiminin değiştirilmesine ilişkin şunları öne sürüyordu:
“Türkiye geçiş serbestisi ve askersizleştirmeyi öngören Bogazlar konvansiyonunu 1923’de Lozan’da imzalamaya riza gösterirken, Avrupa’da genel durum siyasal ve askeri açidan farkliydi, Türkiye o zamanlar yabanci kuvvetlerin işgali altinda bulunan Bogazlarin askersizleştirilmesi talebini kabul ederken, askersizleştirmenin askeri açidan Türkiye için hakli görülemez bir tehlike yaratmamasi, kendisine verilen asgari garantilerin degerini iyice tartişmiştir.”
“Boğazlar rejimini düzenleyen hükümlere ayrılmaz biçimde bağlı güvenlik garantisi öngören 18. maddeye imzacı devletler o kadar önem vermemişlerdir ki, söz konusu garantinin askersizleştirme ve geçiş serbestisine ilişkin hükümlerin bütünleyici bir parçası olduğunu resmen teyit etmişlerdir.” .... Türkiye Cumhuriyeti “Boğazlar rejiminin Türk Ülkesinin dokunulmazlığı için kaçınılmaz olan güvenlik koşulları çerçevesinde ve Akdeniz-Karadeniz arasında ticari ulaştırmanın sürekli gelişmesi konusunda en liberal bir anlayışla düzenlemeyi amaçlayan bir anlaşma akdine hazır olduğunu açıklar.” (S. Toluner, 1982:18. 47 nolu dipnot.)
Yukarıda Türk Hükümeti’nin verdiği nota üzerine 14 Haziran 1936 tarihli Pravda’da şöyle bir yazı çıkıyordu;
“Avrupa’da saldırgan emperyalist devletlerin izlediği siyaset, özellikle, Alman faşizminin siyaseti sonunda doğan savaş tehlikesi, toprak bütünlüğünün zedelenmezliği konusunda duyarlı olan Türkiye Hükümeti’nin Lozan Antlaşmasını yeniden gözden geçirmesini istemesine yol açmıştır. Türk Hükümeti, Lozan Antlaşması’nda öngörülen güvencelerin artık geçerliliğini yitirdiğinin farkındadır ve gerçekten de, dört garantör devletten biri olan Japonya, Milletler Cemiyetinden ayrılmıştır ve yıllardır Çin’e karşı savaşmakta olup, Çin topraklarının her yeni bir bölümünü işgal etmektedir. Diğer bir garantör devlet, İtalya’da, Doğu Afrika’da savaş sürdürüyor. İngiltere ile Fransa arasında ise ortak bir görüş ve birliğin varlığından söz etmek mümkün değildir. Avrupa’nın belli başlı emperyalist devletleri, Boğazları -bu önemli stratejik bölgeyi- kendi savaş gemilerini Türk kıyılarına ve Karadeniz’e engelsizce gönderebilecekleri bir durumda tutma çabası içindeydiler. Eğer bugün Karadeniz’de sürekli bir barış varsa, bu birinci olarak Sovyetler Birliği’nin izlediği barış siyasetinin, ikinci olarak da Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki dostça ilişkilerin bir sonucudur. Buna karşılık, Boğazlara komşu olan Akdeniz’de, son yıllarda, özellikle İtalyan-Habeş savaşı ve İngiltere ile İtalya arasındaki zıtlıkların keskinleşmesi sonucunda gergin bir durum yaratılmıştır.
Boğazlar bölgesinin Türkiye tarafından tahkim edilmesinin sadece savunma anlamı taşıdığı çok açıktır. Türkiye Hükümeti, ilk günden beri, barışcı bir siyaset izledi. Türkiye, genel güvenliğin güçlendirmesine, saldırı ve saldırganlara karşı kollektif güvencelerin yaratılmasına yönelen tüm kararlara en başta katılmıştır ve katılmaktadır. Lozan Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesi sorununu ortaya atmakla Türkiye, kimseyi tehdit etmiyor. O, sadece, kendi güvenliğinden emin olmak istemektedir ve Boğazların tahkimatı sorununu, hiç kimseye karşı yönelmeyen, zorunlu bir savunma tedbiri olarak görmektedir. Buna ek olarak, Türk Hükümeti’nin Lozan Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesini, uluslararası alanda ortaya çıkan çeşitli sorunların barış yoluyla çözümüne tamamen uygun bir şekilde ele alındığını da belirtmeliyiz.
Nitekim Boğazlar bölgesinin bölünmezliği sorunu kendisi için bir önem taşıyan Türkiye’nin faşist Almanya örneğine uyup, diğer imza sahibi devletleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakma yolunu seçmemesi de, Türk Hükümeti’nin niyetinin barışcı ve savunma niteliğinde olduğunu göstermektedir. Türkiye, üstlenilen yükümlülüklerin tek taraflı olarak çiğnenemeyeceği ilkesinden hareket ediyor ve Boğazların rejimi sorununu meşru yoldan çözmeye çalışıyor. Bu söylenenlerin ışığında Sovyetler Birliği’nin Türk Hükümeti’nin önerisi karşısında aldığı tavır açıklanmaktadır. Başlangıçtan beri Türkiye Hükümeti ile dostça ilişkiler içinde olan ülkemiz, Boğazlar bölgesinin Türkiye’nin egemenliği altındaki toprakların ayrılmaz bir parçası olduğu şeklindeki reddedilmez gerçeğe uygun hareket etmiştir. Sovyetler Birliği’nin Boğazlar sorunundaki bu tavrı, değişmemiştir. Bu tavır, ülkemizin izlediği barış siyasetine, bütün halklarıyla mutlak eşitlik temelinde dostluk siyasetine tamamen uygundur. Sovyetler Birliği, Lozan Antlaşması’na katılmakla birlikte onu henüz parlamentosunda onaylamamıştır. Türkiye Hükümeti’nin önerisi barışın sağlamlaştırılmasına ve Türkiye Hükümeti’nin sınırlarının güvence altına alınmasına, dolayısıyla Karadeniz ve Akdeniz de barışın sağlanmasına hizmet etmektedir.” (Rundsschau 16 Nisan 1936, Sayı 17, s. 664’den aktaran Boğazlar Meselesi Lozan ve Montrö (Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye Dizisi), Mart 1977:98-100).
Türkiye’nin oldu bitti yaratmadan antlaşmalara saygi göstermesi tüm yabanci basin ve politika çevrelerinde uygun bir ortam dogmasina zemin hazirlamiştir (Akşin, 1991:290). Yukarida belirtildigi üzere de Türkiye ile Sovyet Rusya’nin çikarlarinin da birbirine çakişmaktaydi. Montreux Bogazlar Konferansi 22 Haziran 1936’dan 20 Temmuz 1936’ya kadar sürdü. 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montreux Bogazlar Konvansiyonu 29 maddeden oluşmakta olup, 4 eki ve bir protokolü vardir (Montreux Sözleşmesi’nin metni için bkz. Soysal, 1989:501-518, Sözleşmenin Ingilizce metni için bkz. Soysal (Ed), 1995:10-24).
Montreux Boğazlar Sözleşmesinin imzalanmasıyla Lozan Boğazlar Sözleşmesi ancak 13 yıl süreyle uygulanma olanağı bulmuş oluyordu.
Türk Boğazları’nın siyasal, ekonomik ve jeostratejik öneme sahip olduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Boğazların tarihi gelişim sürecine göz atıldığında bu savı kanıtlar nitelikler görülür.
Dünya haritasına bakıldığında İstanbul Boğazı’nın, Asya ve Avrupa’yı birleştiren geçit konumuna sahip olduğu hemen görülmektedir. Rusya’nın Karadeniz kıyılarında topraklar elde etmesinden sonra Türkiye tarihi tüm güvenlik sorunları ve varlığını Boğazlara bağlamıştır.
Uzunluğu 31.7 km (17 deniz mili) olan İstanbul Boğazı’nın eni, Karadeniz girişinde 4.7 km, Marmara girişinde 2.5 km kadar olup en dar yeri ise (Kandilli-Rumelihisarı-Bebek) 700 m genişliğindedir. 61.8 km (36 deniz mili) uzunluğundaki Çanakkale Boğazı’nın eni, 1.25 km ile 7.5 km arasında değişmektedir. (Meydan Larousse, 1969:460) Boğazlar, Türkiye’inn egemenliğine tabi iç sulardır (Bilsel, 1948:30).
Boğazların önemini, kısa tarihsel geçmişini irdeleyerek daha iyi anlayabiliriz. Türk Boğazlarından genelde İlkçağda Ege Denizi’ne açılan Çanakkale Boğazı, İstanbul Boğazı’ndan daha çok önem taşıyordu. Çanakkale Boğazı’na hakim bir tepede kurulan Truva ile Helenler, Boğazı denetlemek için bir yarış halindeydiler. Truva’nın, Helenler tarafından yıkılmasında Boğazın paylaşım ve denetim sorunu yatmaktadır. Bundan başka adı geçen Boğaz, Med ve Peleponez savaşları sırasında Persler ile Atina ve Sparta arasında bir anlaşmazlık konusu oluşturmuşlardır. Ksekes I Çanakkale’den Avrupa’ya geçmiştir. M.Ö. 512 yılında Pers Kralı Dara İskitleri kovalarken İstanbul Boğazı’nın en dar yerine bir köprü kurdurarak ordusunu Anadolu’dan Rumeli’ye geçirmiştir. Büyük İskender’in orduları Çanakkale Boğazı’nı kullanarak Anadolu’ya geçmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun doğu ve Akdeniz’e yayılmasıyla tarihsel ve stratejik gerekçeler Akdeniz’e geçtiğinden Çanakkale Boğazı önemini yitirmiştir. M.S. 300 yılında, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Başkentinin Kostantinapolis oluşu ile Boğazlar eski önemine yeniden kavuşmuştur.
Ortaçağ’da da Boğazlar önemini korumuştur. 100 yıllık sürede Hunlar, Avarlar, Persler, Araplar ve Slavlar’ın saldırılarıyla karşılaşan Boğazlar ele geçirilememiştir. 1356 yılında Osmanlılar, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa tarafını ve Gelibolu’yu ele geçirdiler. Gelibolu 1366 yılında Bizanslılar tarafından geri alınmış ama yine ertesi yıl Türkler tarafından ele geçirilmiştir. Yıldırım Bayazıt 1390’da Çanakkale Boğazlar muhafızlığını kurmuş ve 1393’de Anadolu Hisarı’nı yaptırmıştır. Trakya’nın fethinden sonra Başkent Bursa’dan Edirne’ye alınmıştı. Osmanlılar güvenliklerini İstanbul Boğazı’nı ele geçirdiklerinde sağlayabileceklerine inanıyorlardı. Yıldırım Bayazıt, İstanbul’u almak için girişimlerde bulunmuşsa da başarılı olamamıştır. Boğazlar Ortaçağdaki önemini 1453 yılında Fatih’in İstanbul’u almasıyla yitirmeye başlamış, hatta 1484 yılında hemen hemen tüm Karadeniz kıyıları Osmanlı İmparatorluğu’na bağlanınca Karadeniz, iç deniz niteliği kazanmıştır. Karadeniz kıyılarının içdeniz olması, Boğazların önemini yitirmesine neden olmuştur.
Andre Ribard bu olayı şöyle yorumlamaktadır (Ribard, 1983:307). “Türk donanması Kırım’dan Yunanistan’a yelken açıyordu. Önemli Asya Pazarı Trabzon da teslim olmuştu. Ama Bizans’ın varisleri olmakla övünen Türklerin Doğu Karadeniz ülkeleri ticaretini ve ulaşımını kesintiye uğratmaktan hiçbir çıkarları yoktu. Tam tersine bu ticaret ve ulaşımı kolaylaştırmaktan yarar ve üstünlük sağlıyordu. Yalnız, onlar bu ticareti ağır yükümlülükler altına sokuyor ve ağır vergiler alıyorlardı. Ticaret malları ve lar Araplara ve Türklere yol ve köprü paralarını ödedikten sonra Avrupa’ya aşırı ölçüde pahalıya mal oluyordu. İtalyan şehirleri hiç şüphesiz bu aracılardan seve seve vazgeçeceklerdi”. Yani Osmanlı İmparatorluğu Boğazlar yolunu ve ticaretini ele geçirince Batıda, Coğrafi keşiflerin yeni yollar bulmanın gerekliliğini pekiştirmiştir. Boğazlar ve Doğu Akdeniz ticaret yolu canlılığını yitiriyordu. Boğazlar, ekonomik yönden önemini bir daha eskisi gibi asla kazanamayacaktı. Ama jeostratejik yönden Boğazların önemi Rusya’nın Karadeniz kıyılarındaki bazı limanları ele geçirmesiyle yeniden ortaya çıkacaktı. Boğazlar 1484’den 1809’a kadar kesin kapalılık devri yaşayacaktı.
Boğazların Karadeniz’in tüm yabancı ticaret ve yolcu gemilerine kapalı olması ilkesi Osmanlıların Fransızlara, İngilizlere, Hollandalılara verdiği ayrıcalıklar dışında 1774 yılına kadar sürecekti. 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile yaptığı Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Rus ticaret gemilerine Boğazlardan serbest geçiş hakkı veriyordu (İnan, 1995:8).
1798 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İstanbul Antlaşması’nı imzalamışlardı. Bu antlaşmanın kimi gizli maddeleri, tüm yabancı devletler savaş gemilerine Karadeniz’in kapanmasını ancak Rus savaş gemilerine (savaşta) Boğazlardan geçiş hakkını öngörüyordu (Armaoğlu, 1983:36-37). Bu husus Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya’nın yaptığı 1805 tarihli ittifak Antlaşması’nda da yinelenmiştir.
Tüm bu antlaşmalara karşin Osmanli Imparatorlugu’nun Bogazlarla ilgili kapalilik kurali Çanakkale (Kale-i Sultaniye) (1809) Antlaşmasi’na kadar sürmüştür. Bu Antlaşma Imparatorlugun kendi koydugu kuralin ikili antlaşmalarla düzenlenmesi dönemini başlatmişti (Çelik, 1987:119). 1829 Edirne Antlaşmasiyla da Rusya’ya taninan ticaret gemilerine açiklik tüm devlet gemilerine taniniyordu. 1833 Hünkar Iskelesi Antlaşmasiyla Osmanli Imparatorlugu ve Rusya Karadeniz dişinda tüm devletlerin savaş gemilerine kapaliligini saglamişti.
Antlaşmanin gizli maddelerine göre Rusya Osmanli Imparatorlugu’na yapacagi yardima karşilik Rusya’dan yardim istemesi halinde Osmanli Imparatorlugu da Çanakkale Bogazi’ni Rusya aleyhine tüm devletlerin savaş gemilerine kapatmayi öngörüyordu. Bu antlaşma ile Rusya Akdeniz’den kendisine yönelecek tehlikeleri önlemeyi amaçliyordu.
Ancak Rusya’nın açık denizlere özellikle Akdeniz’e çıkma çabası, İngiltere’nin, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da da etki alanları yaratma çabalarıyla çatışınca Akdeniz’in choke points (çıkış kapılarından) biri olan İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın İngiltere gözünde önemini arttırdı. İngiltere artık bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya’nın himayesi altına girmesi için her türlü politikayı izlemiştir. Bu meyanda 1841 Londra’da Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında “Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarına İlişkin Londra Sözleşmesi” imzalanmıştır. Bu sözleşmenin en önemli yönü diğer devletlerin imzasına açık olmasıydı. Bu antlaşmaya göre, Osmanlı İmparatorluğu barış zamanında Boğazları her türlü savaş gemisine kapalı tutacaktı. Antlaşmanın bu yargısı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından uygulanmasının yanı sıra, uluslararası toplumun da desteği sağlanıyordu. (İnan, 1995:13)
1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi Boğazların barış zamanında tüm ulusların ticaret gemilerine açıklık ve tüm devletlerin savaş gemilerine kapalılık rejimini getirmiş ve I. Dünya Savaşı’na kadar Boğazların rejimini belirleyen temel antlaşma olmuştur.
Bu temel antlaşmaya karşin belirlenen statü zaman zaman ihlal edilmiştir. 1844’de Rusya’nin Karadeniz Limanlarindan kalkan savaş gemileri Uzak Dogu limanlarina gitmiştir. 1904 Temmuzunda Rus donanmasina ait Petersburg ve Smolensk adli savaş gemileri Bogazlardan ticaret gemisi kimligi (kisvesi) altinda geçirilince Ingiltere Osmanli Imparatorlugu ve Çarlik Rusyasina birer nota göndererek anilan olayi protesto etmiştir (Özdalga, 1965:22).
Daha sonra Boğazlar sorunu, Fas buhranı ve Trablusgarp Savaşı sırasında yeniden ortaya çıkıyordu. Rusya 1911 yılında savaş gemilerinin Karadeniz’den Akdeniz’e çıkarılması isteminde bulunduysa da Osmanlı İmparatorluğu kabul etmemişti. Ayrıca İtalya Trablusgarp savaşında 18.04.1912’de Çanakkale İstihkamlarını bombardıman etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu da Boğazları kapatmıştır. Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya’nın istemi üzerine Osmanlı İmparatorluğu’na Boğazların açılması gerektiğini bildirmişlerdir. Osmanlı Devleti zaten antlaşmalara uygun davranıyordu, savaş zamanı Boğazları kapayabilme hakkına sahipti.
I. Dünya Savaşi’na kadar Bogazlarda ihlallere rastlandiysa da Bogazlarin statüsünde bir degişiklik olmamiştir. I. Dünya Savaşi’nin başlamasi ile askeri açidan Bogazlarda çok önemli olan egemenlik sorununu gündeme getirmiştir. Artik Ingiltere de Osmanli Imparatorlugu’nun toprak bütünlügünü desteklemiyor, Bogazlarda ve özellikle Ortadogu topraklarindan pay almak istiyordu.
I. Dünya Savaşi sirasinda Osmanli Imparatorlugu henüz tarafsiz bir konumdayken 9 Agustos 1914 Ingiliz donanmasi önlerinde kaçan iki Alman gemisi (Goeben-Breslau) Çanakkale Bogazi’ndan Musul Torpidobotunun, kilavuzlugunda Marmara Denizi’ne girmişlerdi. Zaten I. Dünya Savaşi’ndan birkaç hafta sonra 2 Agustos 1914’te Osmanli Imparatorlugu ile ittifak devletlerinden Almanya arasinda gizli bir antlaşma imzalanmişti. Osmanli Imparatorlugu’nun Çanakkale Bogazi’ni aşarak gemilerin Marmara’ya geçirmesi antlaşmalara aykiriydi. 1841, 1856 ve 1876 Antlaşmalarinin maddelerine aykiri olup 12. madde gemilerin 24 saatten fazla kalmasına karşıydı. İtilaf devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nu protesto ettiklerinde 12 Ağustos 1914 günü Osmanlılar Goeben ve Breslau’nun İngiltere’nin Osmanlının parasını ödediği halde satışı durdurulan iki gemisinin (Reşadiye ve Sultan Osman) yerine alındığını açıklıyordu. 28/29 Ekim 1914’de alınan gemiler Karadeniz’e geçip Rus donanmasıyla çatışınca Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na fiilen katılıyordu. Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmasıyla Boğazlara ilişkin 1841 - 1856 ve 1876 Antlaşmalarının hükümleri yürürlükten kalkıyordu. Bu antlaşmalar barış zamanında geçerliydi. Savaş zamanında Osmanlı Devleti kendi isteği doğrultusunda hareket edebilecekti.
I. Dünya Savaşiyla Bogazlarin askeri ve stratejik önemi fiilen vurgulaniyordu. Itilaf (Anlaşma) devletlerinin en önemli sorunlarindan birini Bogazlardaki egemenlik oluşturuyordu. Goeben ve Breslau’nun Yavuz ve Midilli adlarini alarak Osmanli Devleti’ne katilmalari üzerine Ingiliz donanmasi Bogazlari abluka altina aliyordu.
İtilaf devletlerinden Rusya, İstanbul kenti ve Boğazı, İzmit Körfezi’ne kadar olan Anadolu toprakları ve Marmara Denizi adalar ve Çanakkale Boğazı adaları (İmroz-Bozcaada) ve Çanakkale Boğazı’nda batıdaki stratejik noktaları 4 Mart 1915’de kendi yaşam sahası olarak gördüğünden dem vurarak İtilaf Devletleri’nden istedi. Rusya’nın bu isteği İngiltere ve Fransa tarafından koşulsuz kabul ediliyordu. Yine Rusya’nın istemlerinden endişe duyan İngiltere ve Fransa 18 Mart 1915’de Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a ulaşmak istiyorlardı. Çanakkale Boğazı, Osmanlılar tarafından büyük bir özenle korununca itilaf devletleri geri çekilmek zorunda kaldılar.
Zaten Boğazların karşı taraf devletlerince zorlanacağını anlayan Türk komutanlığı, 26 Eylül 1914’de Boğazı tüm yabancı savaş gemilerine kapatıyordu (Üçok, 1975:218). Ama I. Dünya Savaşı genelinde Almanya’nın büyük bir yenilgiye uğraması sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer bölgeleri gibi Boğazlarda işgal edilecekti.
I. Dünya Savaşi sona erdiginde Bogazlarin Uluslararasi statü haline konmasi isteniyordu. Wilson’un 12. noktasi Osmanli Imparatorlugu’nda Türklerin yerleştigi bölgelerin bagimsizliginin saglanmasinin yani sira Bogazlarin sürekli uluslararasi garantiler altinda tüm devletlerin ticaret gemilerine açik tutulmasini içeriyordu (Üçok, 1975:230). Yani Bogazlarin serbest bir geçit oluşturmasi öngörülüyordu. Avam Kamarasi’nin 17.12.1919 tarihli oturumunda Lloyd George Bogazlar sorununa ilişkin şöyle konuşuyordu (Akşin, 1991:85);
“Bu meseleyi çözmek için Amerika’nın ne yapmak istediğini bilmemiz gerekmektedir. Bize diyorlar ki niçin katıksız olarak Türk olmayan toprakları Türklerin elinden alarak barış yapmıyorsunuz? Evet öyle. Fakat İstanbul ile Boğazları ne yapalım? Eğer Boğaz kapıları açık bırakılarak harp ve ticaret gemileri serbestçe geçebilmiş olsalardı harp iki yıl kısalmış olurdu.”
27.02.1920’de yukarıda adı geçen kişi Avam Kamarası’nda “........ Türkler artık Boğazların bekçiliğini edemeyecekler, oradaki tüm istihkamlar yıkılacaktır;” diyordu (Akşin, 1991:86).
Bu arada yenen devletler 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi (Bırakışması)’nı imzalıyorlardı. Anılan Bırakışma’nın 1. maddesine göre, Osmanlı Devleti (İmparatorluğu) Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın açılmasını ve Karadeniz’e geçişin sağlanmasını ayrıca her iki boğazın kıyılarındaki askeri tesislerin İtilaf Devletlerince işgalini kabul ediyordu (Bayur,1973:23) (İnan, 1986:22). 1915 yılında savaş sonucu ele geçirdikleri Boğazlar savaşsız İtilaf Devletleri’nin eline geçiyordu. Anılan Bırakışmayla İtilaf Devletleri’nin işgali altında Boğazlar rejimi belirleniyor ve Boğazlar trafiğe açılıyordu. İtilaf Devletleri Osmanlı İmparatorluğu’na yenilen devletler grubunda en ağır antlaşmayı Sevres Antlaşması’nı imzalatıyorlardı. Sevres’in diğer hükümleri gibi Boğazlara ilişkin hükümleri de hukuksal geçerlilikten ve hakkaniyetten uzaktı. Anılan Antlaşmayla Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nı kaplayan Boğazlar Bölgesi barış ve savaş zamanlarında tüm devletlerin ticaret ve savaş gemilerine açık olması öngörülüyordu. Bu kurala getirilen tek istisnayı Milletler Cemiyeti’nin barışın korunmasına ilişkin koyacağı zorlama önlemleri oluşturacaktı.
Anılan Antlaşmayla, Boğazlar Komisyonu kuruluyor, Komisyonun kendine özgü bayrağı bütçesi olması ve kolluk kuvvetlerine bağlanması öngörülüyordu. Komisyonun görevi, gemilerin Boğazlardan geçişi, kılavuzluk işleriyle sınırlı kalmayacaktı. Komisyon Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Fransa, İtalya, Rusya devletlerinden delegeler 2 oya sahip olacaklar, Bulgaristan, Türkiye, Romanya ve Yunanistan delegeleriyle 1 oya sahip olacaklardı. Amerika Birleşik Devletleri istediği zaman, Rusya’da ancak Milletler Cemiyeti’ne üye olduğu takdirde Komisyona delege gönderme hakkına sahip olacaktı (Bayur, 1973:147).
Antlaşma’nin 38. maddesiyle Çanakkale Bogazi’nin Avrupa’ya bakan kiyilari Yunanistan’a verildiginden Yunanistan ve Osmanli Devleti Bogazlar üzerindeki denetimi bu komisyona devretmeleri hükme baglaniyordu. Yine Serves antlaşmasi Bogazin silahlandirilmiş bölgelerinde ancak Fransa, Ingiltere ve Italya asker bulundurma hakkini sakli tutuyordu. Istanbul’un durumu 36. madde ile düzenliyordu. Sözü geçen bu madde Istanbul’u koşullu olarak Türkiye’ye birakiyordu.
İstanbul’a müstakil olarak sahip olmak isteyen devletler birden fazlaydı. Bir yanda Rusya savaş içinde İstanbul’un kendilerine söz verildiğini öne sürüyor, öte yanda İngiltere, Karadeniz ve Akdeniz arası ulaşımın sağlanması için Ortadoğu’da stratejik değeri olan bir nokta ele geçirmek istiyordu. Yunanistan’ın da gözü Boğazlar ve özellikle İstanbul’daydı. Fransızlar da bu sırada İngilizlere, Boğazlar bölgesinin yönetiminin verilmesini istemiyor, bu bölgede uluslararası statüye bağlı yeni bir devletin kurulması taraftarı görünüyordu.
Ancak Sevres Antlaşmasi, Bogazlar içinde olmak üzere her hükmüyle bagimsizlik savaşimi veren Ankara Hükümeti’ni baglamiyordu. Bagimsizlik Savaşi’nin başarili sonuçlanmasindan ötürü işgalci donanmalar geldikleri gibi döneceklerdi.
İngiltere, Hindistan yolunun güvenliği için 19. yy. boyunca Boğazları, Çarlık Rusyasına karşı kapalı tutmaya çalışmıştı. Bunu da 1841’de formüle etmişti. Ama I. Dünya Savaşı İngiltere’yi yeni bir çözüm yoluna yöneltiyordu. Türkiye belirttiğimiz üzere Boğaz kapılarını İngiltere’ye kapatarak 2 yıl daha savaşı uzatmıştı. İngiltere önceleri dost Yunanistan’ın yanında, Boğazlar ve civarının da Sultan’ın yönetimine bırakmayı düşünmüşse de Türk Kurtuluş Savaşı, bu hesapları yanlış çıkarmıştır. Yunanistan yenilmiş ve İngiltere’ye bağlı olmayan yeni bir Türkiye ortaya çıkmış ve kendini kabul ettirmiştir. Rusya’da Bolşevikler yönetime egemen olduktan sonra da Lenin Rusya ile İngiltere’nin Boğazlara ilişkin antlaşma yapmasının zor olduğunu ama bunun aşılmaz olmadığını açıklıyordu. Lenin Boğazların barışta ve savaşta tüm devletlerin savaş gemilerine kapalılığını istiyordu. Zaten Rusya genelde global etkisi az olduğu zaman kapalılığı, güçlü olunca da Boğazların açıklığını Akdeniz ve Okyanuslarda etkili olmak için istemiştir. Kuruluş aşamasındaki Bolşevik Rusya Boğazların, İngiltere ve Milletler Cemiyeti etkisi altına girmesini kabul edemezdi. Rusya zayıf kaldığı sürece Boğazların Türk Devleti’nin denetiminde kalmasını istiyordu (Kürkçüoğlu, 1978:264-265).
Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde kurtuluş savaşı veren Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Anadolu’daki etkinlikleri büyük bir dikkatle izleniyordu. Buna koşut olarak 23 Nisan 1920’de oluşturulan TBMM’nin dış politikası özellikle Boğazlar sorunu ile yakından ilişkili Sovyet Rusya’yı yakından ilgilendiriyordu. Bu bağlamda Rus yazarı Y. Steklov 1919 sonunda İzvestia gazetesinde Mustafa Kemal’in dış politikasına olumlu bakar ve bunu şöyle ifade eder “Şimdi Türk İhtilali Çanakkale Boğazı’nı Türk emekçi sınıflarının eline, bu yoldan, içlerinde Rusların da bulunduğu dünya proleterlerine vermektedir. Böylece Rus emperyalizminin yüzyıllardır çevirdiği entrikalarla başamadığı şey, olgun bir erik gibi Rus işçi sınıfının avucuna düşüyor” (Tunaya, 1981:48 1 nolu dipnot). Yine de Kurtuluş Savaşı’nda TBMM Hükümeti’nin güvenliği korunmuş olmak koşuluyla Türk Boğazlarından serbest geçişi kabul edeceklerini bildirdikleri gözlenmektedir (Pazarcı, 1986:853-854).
Lozan Konferansı sırasında İngiltere, açıklığı savunmuş, Türkiye’de, İngiltere’ye yakın bir görüş ortaya koyunca İngiltere, Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırmayı başarmıştır (Kürkçüoğlu, 1978:259).
Lozan Konferansı’nda Türkiye Boğazlara ilişkin üç değişik görüşle karşı karşıya kalmıştı. Müttefikler Boğazların hem ticaret hem savaş gemilerine mutlaka açıklığını savunuyorlardı. Bu açıklığı sağlamak için Boğazlar komisyonu oluşturulmuştu ve Boğazların her iki kıyısının da askerden arındırılması öngörülüyordu.
Sovyet Rusya, yukarıda Lenin’in görüşünden de anlaşılacağı üzere Boğazların, yalnız ticaret gemilerine mutlak açıklığın yanı sıra savaş gemilerinin de Karadeniz kıyıları dışındaki devletlere yasaklanmasını ve Türkiye’nin Boğazları tahkim etmesini istiyordu.
Konferans sırasında İngiltere; Türkiye ve Rusya ile çatışma halindeydi. Dünyanın en büyük deniz devletlerinden biri olan İngiltere için Boğazlar çok önemliydi. İnönü; Ulusal And’ın Boğazlara ilişkin hükümlerinden söz ederek Boğazlar sorununun, Türkiye dışındaki hiçbir ülke için öneminin olmadığını vurguladı. Zaten İnönü, Müttefiklerin 23 Eylül tarihli notalarında, Boğazları askerden arındırıp, Milletler Cemiyeti denetimine vermek istediklerini biliyordu, buna şiddetle karşı çıktı.
Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Çiçerin, daha ileri giderek Boğazların, Rusya dahil tüm savaş gemilerine kapalı olmasını savunmuştur. Bu öneri Türkiye yanlısıydı.
Boğazlar, Sovyet Rusya’nın savunma sistemi içine yakın doğudaki en hassas noktaydı. Rusya’nın güvenliği Türk Boğazları nedeniyle tehlikeye düşebilirdi ve bu olay zaman zaman yineleniyordu. Kırım Savaşı’ndan başlayarak, Sosyalist yönetimin Rusya’da iş başına gelmesini önlemeye çalışan müttefik girişimleri, Rusların, Boğazlar üzerinde aşırı titiz davranmasına yol açıyordu (Ergil, 1978:106). Tüm bunlara karşın Rusya için Çarlık döneminden beri Boğazların büyük yaşamsal önemi vardı. Akdeniz’e çıkma ve oradan okyanuslara açılma hiçbir Rus yönetimi için geçici bir sistem olarak değerlendirilemez. Ama Rusya’nın coğrafi konumunun bunu gerektirdiği öne sürülmesi, Boğazların, Türk egemenliğinde oluşunu zedeler niteliktedir (Bilsel, 1948:18-19). Zaten İngiltere’nin, Hindistan yolu güvenliğinin Akdeniz’den geçmesi ve bunu başlıca tehdit edebilecek gücün, Rusya olması dolayısıyla Lozan’da bir çatışma içine girmişlerdir. İngiltere, Boğazlardan Türklerin uzaklaşmasına Rusya tehlikesi açısından karşıydı (Akşin, 1991:281).
Lozan Konferansı’nın I. Bölümü üzerinde kabul ettiği nokta: Boğazların tüm ticaret gemilerine barış ve savaşta açıklığıydı. Savaş gemilerine açıklık tanınıp tanınmamasında ise sorunlar çıkmıştır. Lozan’da esasen, deniz egemenlik görüşünü savunan İngiltere ile kara egemenlik görüşünü savunan Rusya çarpışıyorlardı. Sovyet Rusya’nın isteği doğrultusunda Boğazlar kapatılırsa, Karadeniz’de, sınırsız bir Rus egemenliği olacaktı, bu durum Müttefiklerin ve Türkiye’nin işine gelmezdi. A.F. Miller adlı Rus tarihçi; “Karadeniz, hiçbir zaman açık bir deniz sayılmamıştır, ..... buradan, Boğazlar dışında çıkış yoktur. Burası ne de olsa, Cebelitarık’tan girilip - Süveyş’ten çıkılan Akdeniz değildir,” (Miller, 1977:276) demekle, Karadeniz’e özel bir statü tanımaktadır.
Almanya’nın eski büyükelçisi ve Dışişleri Bakanlarından Von Kuhlman, 22 Mayıs 1935 yılında Frankfurter Zeitung gazetesinde “1923 Antlaşması’nın Boğazlar sorununu, çözmüş olduğuna inanmak kadar safdillik olmaz. Hiçbir Rus Hükümeti bu işe alakasızlık gösteremez, zira Boğazlar Rusya için hayati bir iştir,” (Akşin, 1991:88) biçiminde yorumda bulunmaktadır. Zayıf ve güçsüz durumdaki Sovyet Rusya, Boğazlara sahip olamayınca, Boğazların kapalılığını ve Boğazlar sorununun Karadeniz’de kıyısı olan devletler tarafından çözümlenmesi ve bir Karadeniz Federasyonu kurulması tezini savunuyordu (Avcıoğlu, 1976:75). Bu olmayınca Lozan’da Boğazlara, Türklerin sahip olmasına ve Boğazları kapatmalarına karşı çıkmamıştır. 1945 yılında ABD ile birlikte süper güç olma eşiğindeyken Türkiye’den Boğazların birlikte savunulmasını önererek üs istemiştir.
Lozan Konferansı’nın 23 Nisan 1923’te başlayan II. bölümünde, Boğazlar rejimi tartışılmıyordu bu yüzden Sovyet Rusya yoktu. Türkiye, II. bölümde kendine verilen bazı ödünlerin etkisiyle İngiliz görüşünün yumuşatılmış biçimini benimsiyordu (İnan, 1986:29). Türkiye daha önce açıklandığı gibi, tarihsel olarak Karadeniz’deki Rus egemenliğinden güvenlik kaygısı duyuyordu. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine göre “Boğazlar” terimi Çanakkale, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi’ni içermektedir. I. Madde; Boğazlardan, denizden ve havadan, gerek barış, gerek savaş zamanında geçecek, ticaret gemilerinin, sivil uçakların savaş gemilerini, savaş uçaklarının ulaşımını serbest bırakıyordu. Bu sözleşme tonaj açısından bazı sınırlamalar getirmesine karşın, barış zamanında ve Türkiye’nin tarafsız kaldığı tüm savaşlarda geçiş özgürlüğü tanımaktaydı. Anılan sözleşmelerle Boğazlar Milletler Cemiyeti koruması altına alınmış ve Boğazlara ilişkin düzenlemeler bir uluslararası komisyona bırakılmıştır (Ülman, 1968:263).
Lozan Boğazlar sözleşmesi Türkiye’nin gereksinimlerine uygun değildi. Türkiye, Boğazlar üzerinde tam egemenlik ve yetki istiyordu. 1936’dan sonra Revizyonist devletler İtalya ve Almanya ile Batı demokrasileri arasındaki ilişkiler giderek kötüleşmekteydi. Değişen koşullar karşısında Türkiye, Lozan Antlaşmasıyla Boğazların, Uluslararası bir denetime tabi tutulduğunu ve bazı kayıt ve koşullar altında savaş gemilerinin Boğazlara girmesine izin veriliyordu. Boğazın her iki tarafında askerden ve silahtan arındırılmış bölgeler kurulmuş ve Türkiye’nin bu bölge içinde top mevzileri yapması yasaklanmıştı. Ama yinede bu bölge savaş zamanında istisnai olarak kullanılabilirdi. Savaş sırasında yığınak yapmak oldukça zor olacak ve kısa zamanda gerçekleştirilemeyecekti. Türkiye, silahlanmadan yana değildi ama gelişen koşullar bunu gerektirecekti.
Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin silahsızlanma için yapılan çeşitli toplantılarına katılmış ve oralarda girişimlerde bulunmuşsa da bir sonuç alınamamıştır. Silahsızlanmayı sağlayamayan bir uluslar topluluğu, o günkü koşullar altında barışı koruyacak bir işlev yüklenmesi olası görülmemekteydi. Bu koşullar altında Boğazlar bölgesinin askerden ve silahtan arındırılması Türkiye’yi güvenlik endişesine düşürüyordu. Türkiye revizyonist devletler gibi işi olup bittiye getirmek istemiyordu, haklılığını uluslararası platformlarda kabul ettirmeye çalışıyordu. İşte bu meyanda, 23 Mayıs 1933’de Londrada’ki toplantıda Boğazların silahsızlandırılmasına ilişkin hükümlerin resmen iptalini istiyordu. Ayrıca toplantıda Sovyetler Birliği de Türkiye’nin yanında yer alıyordu. Anılan devlet Boğazların, Türkiye’nin elinde olması halinde güvenliğinin daha iyi sağlanacağına inanıyordu. Ancak Türkiye’nin istemi kabul edilmiyordu.
Türkiye’nin, Boğazların rejiminde değişiklik yapmak istemi, Boğazların kapalılığına doğru bir eğilim sayıldığı için başlangıçta İngiltere üzerinde iyi bir etki yaratmamıştır (Armaoğlu, 1983:343). İngiltere bunu Rusya’yı destekleyen bir hareket gibi görüyor, Türkiye’yi Rusya’nın bekçisi olarak yorumluyorlardı (Akşin, 1991:285). İngiltere dışındaki diğer batı ülkelerde, Boğazlar statüsünün değiştirilmesine ilişkin öneri tereddütle karşılandı. Yunanistan’da Boğazlar Statüsünün değiştirilmesi taraftarıydı. Esasen Türkiye, Yunanistan ile ilgili sorunlarını çözmüş iyi bir diplomasi ile kendi tarafına çekmişti. 25 Nisan 1934’de Atina’da yayınlanan Proia gazetesi Yunanistan ile Türkiye’yi bağlayan sıkı ilişkiler ve müstakil sınır güvenliği dolayısıyla Bulgaristan’ın yeniden silahlanması kadar Boğazlar ve Trakya’nın yeniden tahkiminin Türkiye kadar Yunanistan’ı da ilgilendirdiğinden söz ediyordu (25 Nisan 1934 Proia - 11 Temmuz 1935 Anadolu Ajansı Bülteni’nden aktaran Akşin, 1991:287).Özellikle Batılı Devletler, Boğazlar bölgesinin tahkimine, Ren bölgesinin statüsünü etkileyebileceğinden çekiniyorlardı.
Bu sırada Almanya’da, Versay Antlaşması hükümlerinden duyulan huzursuzluk had safhaya çıkmıştı. Almanya, kendini saran bu zincirlerden kurtarmak için 1934 yılı başlarından itibaren silahlanmaya başladı ve yasak olduğu halde zorunlu askerlik sistemini kabul etti.
Milletler Cemiyeti’nin Almanya’nın bu girişimi nedeniyle 17 Nisan 1935’de yapılan olağanüstü toplantıda Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin silahsızlandırılmaya ilişkin maddelerinin iptalini (yok sayılmasını) istedi. Aras, değişen dünya koşullarında Türkiye’nin Boğazları silahsızlandırması ve güvenliğine yakın ilgisi vurgulandı. Bu bölge silahtan arındırılınca Türkiye’nin Batı savunmasında büyük bir gedik açılıyordu, bu nedenle Lozan Boğazlar sözleşmesinin Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden hükümleri kaldırmasının gerektiğini savunuyordu. ( İnan, 1995: 43. 64 nolu dipnot.) Türkiye aynı sorunu Eylül 1935’de yapılan Milletler Cemiyeti Güvenlik Konseyi toplantısında yinelediyse de, sonuç alınamadı. Yine de Türkiye bu yıllara kadar sürdürdüğü çeşitli diplomatik etkinlikler dolayısıyla kendi istediği doğrultusunda genel bir hava yaratıyordu. Aynı toplantıda Rus delegesi Türk görüşünden yana tavır alıyordu. Yunanistan delegesi de Türkiye’nin görüşünün makul olduğunu vurguluyordu. Batılı devletler aynı biçimde Almanya’nın silahlanmasını sürdürüp her şeyi olupbittiye getirmesinden çekiniyorlardı.
Sonunda Almanya’nın askerden arındırılmış Ren bölgesini işgal etmesi, Ankara’da, büyük tepki alıyordu. Atatürk, her ne kadar Serves ve Versay Antlaşmaları’nın ağır koşullar taşıdığı belirtilmişse de Almanya’nın Uluslararası hukuka ilişkin Antlaşmaları ihlal etmesi Fransa ve Küçük İtilaf’ın dostu olan Türkiye’nin Boğazlar bölgesini tek başına olup bittiye getirerek Almanya’nın yanında yer almayacağı özetle belirtilmiştir (Akşin, 1991:288).
Bu arada Milletler Cemiyeti’nin de, bir süredir olagelen olaylara bir yaptırım getirmeyeceği de belli olmuştu. Japonya’nın Mançurya’yı işgali karşısında hiçbir yaptırım uygulanmıyordu. Aynı biçimde Almanya’nın Ren bölgesini silahlandırılmasına da karşı hiçbir önlem alamamıştı. 1935 yılında da İtalya Habeşistan’ı işgal ediyordu. Milletler Cemiyeti çeşitli zorlama önlemleri aldıysa da ülkeler arası birlik sağlanamamıştı. Zaten İtalya, 1934 yılında Mussollini’nin yaptığı bir konuşmada İtalya’nın tarihi emellerinin Ön Asya ve Afrika’da olduğunu açıklıyordu (Gönlübol vd., 1987:111). Bu konuşma Türk yöneticileri de bir endişe krizine sokuyordu. Daha sonra burada Türkiye’nin kastedilmediği bizzat İtalyan Dışişleri Bakanı Ciano tarafından Roma Büyükelçiliğimize bildirdiyse de, Türk görevlilerinin endişesi, giderilememiştir. 1936 yılında Türk sahillerine yakın Oniki Ada’yı özellikle Leros adasını tahkim etmesi, Türkiye’nin güvenlik endişesinin haklılığını ortaya çıkarıyordu. İtalya’nın bu hareketleri özellikle Doğu Akdeniz’deki etki alanlarına dokunulacağından çekinen deniz gücü İngiltere’yi tehdit ediyordu. İtalya’nın, yukarıda söz edildiği üzere 3 Ekim 1935’de Habeşistan’a saldırması da olaya tuz biber ekiyordu. Artık İngiltere’de, Türkiye’nin Lozan Boğazlar sözleşmesinin askerden arındırılması hükümlerinin değiştirilmesinin gerekliliğine inanıyordu. Akdeniz’deki gerginlik ve anlamsızlık sırasında Türkiye’nin İngiltere’nin yanında, bir politika izlemesinin çıkarlarına koşut olacağı kanısındaydılar.
Türkiye sonunda büyük küçük birçok devleti yanına alarak Boğazlar statüsünün değiştirilmesi gereğine inandırmıştır. Bu yıllarda Avrupa’nın durumu gerek asker gerek siyasal açıdan değişiyordu. 1923 yıllarından başlayarak silahsızlanmaya doğru bir eğilim gözlenirken 1930 yıllarından sonra silahlanma yarışı hızlanıyordu.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye’ye sağladığı güvence artık işlemez bir hale geliyordu. Anılan güvence işlemeyince Boğazlar, sürekli tehdit altında kalıyordu. Sözleşme dengeleri Avrupa barışı aleyhine bozulmuştu, bu yüzden Türkiye Boğazlara tam egemen olmalıydı. Ayrıca Lozan Boğazlar sözleşmesi, yalnızca savaş ve barış durumuna ilişkin düzenlemeler öngörüyordu. Oysa ki çok yakın savaş tehlikesi altındaki Türkiye’yi koruyacak hükümler yer almıyordu. Türkiye’ye kendini savunma hakkı verilmeliydi. Türkiye 1923’den 1936’lara barışcı bir politika izlemişti, uluslararası anlaşmalara sadık kalmıştı. Yine değişen dünya koşulları, bu antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Ayrıca Türkiye bu statünün kendisine uluslararası bir sözleşmeyle verildiğini bildiğinden değiştirirken de uluslararası bir konferans toplanmasını istemiş ve bunu başarmıştır. Türkiye değişen koşullar altında artık Boğazlar gibi stratejik bir konuma sahip noktasını güvence altına almalı ve rahatlamalıydı.
Türkiye daha önce belirttiği üzere bu istemi sağlamış, büyük küçük tüm devletleri İtalya dışında Uluslararası Konferans toplanması için ikna etmişti. 10-11 Nisan 1936’da Türkiye Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliğine gönderdiği notalarda Boğazlar rejiminin değiştirilmesine ilişkin şunları öne sürüyordu:
“Türkiye geçiş serbestisi ve askersizleştirmeyi öngören Bogazlar konvansiyonunu 1923’de Lozan’da imzalamaya riza gösterirken, Avrupa’da genel durum siyasal ve askeri açidan farkliydi, Türkiye o zamanlar yabanci kuvvetlerin işgali altinda bulunan Bogazlarin askersizleştirilmesi talebini kabul ederken, askersizleştirmenin askeri açidan Türkiye için hakli görülemez bir tehlike yaratmamasi, kendisine verilen asgari garantilerin degerini iyice tartişmiştir.”
“Boğazlar rejimini düzenleyen hükümlere ayrılmaz biçimde bağlı güvenlik garantisi öngören 18. maddeye imzacı devletler o kadar önem vermemişlerdir ki, söz konusu garantinin askersizleştirme ve geçiş serbestisine ilişkin hükümlerin bütünleyici bir parçası olduğunu resmen teyit etmişlerdir.” .... Türkiye Cumhuriyeti “Boğazlar rejiminin Türk Ülkesinin dokunulmazlığı için kaçınılmaz olan güvenlik koşulları çerçevesinde ve Akdeniz-Karadeniz arasında ticari ulaştırmanın sürekli gelişmesi konusunda en liberal bir anlayışla düzenlemeyi amaçlayan bir anlaşma akdine hazır olduğunu açıklar.” (S. Toluner, 1982:18. 47 nolu dipnot.)
Yukarıda Türk Hükümeti’nin verdiği nota üzerine 14 Haziran 1936 tarihli Pravda’da şöyle bir yazı çıkıyordu;
“Avrupa’da saldırgan emperyalist devletlerin izlediği siyaset, özellikle, Alman faşizminin siyaseti sonunda doğan savaş tehlikesi, toprak bütünlüğünün zedelenmezliği konusunda duyarlı olan Türkiye Hükümeti’nin Lozan Antlaşmasını yeniden gözden geçirmesini istemesine yol açmıştır. Türk Hükümeti, Lozan Antlaşması’nda öngörülen güvencelerin artık geçerliliğini yitirdiğinin farkındadır ve gerçekten de, dört garantör devletten biri olan Japonya, Milletler Cemiyetinden ayrılmıştır ve yıllardır Çin’e karşı savaşmakta olup, Çin topraklarının her yeni bir bölümünü işgal etmektedir. Diğer bir garantör devlet, İtalya’da, Doğu Afrika’da savaş sürdürüyor. İngiltere ile Fransa arasında ise ortak bir görüş ve birliğin varlığından söz etmek mümkün değildir. Avrupa’nın belli başlı emperyalist devletleri, Boğazları -bu önemli stratejik bölgeyi- kendi savaş gemilerini Türk kıyılarına ve Karadeniz’e engelsizce gönderebilecekleri bir durumda tutma çabası içindeydiler. Eğer bugün Karadeniz’de sürekli bir barış varsa, bu birinci olarak Sovyetler Birliği’nin izlediği barış siyasetinin, ikinci olarak da Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki dostça ilişkilerin bir sonucudur. Buna karşılık, Boğazlara komşu olan Akdeniz’de, son yıllarda, özellikle İtalyan-Habeş savaşı ve İngiltere ile İtalya arasındaki zıtlıkların keskinleşmesi sonucunda gergin bir durum yaratılmıştır.
Boğazlar bölgesinin Türkiye tarafından tahkim edilmesinin sadece savunma anlamı taşıdığı çok açıktır. Türkiye Hükümeti, ilk günden beri, barışcı bir siyaset izledi. Türkiye, genel güvenliğin güçlendirmesine, saldırı ve saldırganlara karşı kollektif güvencelerin yaratılmasına yönelen tüm kararlara en başta katılmıştır ve katılmaktadır. Lozan Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesi sorununu ortaya atmakla Türkiye, kimseyi tehdit etmiyor. O, sadece, kendi güvenliğinden emin olmak istemektedir ve Boğazların tahkimatı sorununu, hiç kimseye karşı yönelmeyen, zorunlu bir savunma tedbiri olarak görmektedir. Buna ek olarak, Türk Hükümeti’nin Lozan Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesini, uluslararası alanda ortaya çıkan çeşitli sorunların barış yoluyla çözümüne tamamen uygun bir şekilde ele alındığını da belirtmeliyiz.
Nitekim Boğazlar bölgesinin bölünmezliği sorunu kendisi için bir önem taşıyan Türkiye’nin faşist Almanya örneğine uyup, diğer imza sahibi devletleri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakma yolunu seçmemesi de, Türk Hükümeti’nin niyetinin barışcı ve savunma niteliğinde olduğunu göstermektedir. Türkiye, üstlenilen yükümlülüklerin tek taraflı olarak çiğnenemeyeceği ilkesinden hareket ediyor ve Boğazların rejimi sorununu meşru yoldan çözmeye çalışıyor. Bu söylenenlerin ışığında Sovyetler Birliği’nin Türk Hükümeti’nin önerisi karşısında aldığı tavır açıklanmaktadır. Başlangıçtan beri Türkiye Hükümeti ile dostça ilişkiler içinde olan ülkemiz, Boğazlar bölgesinin Türkiye’nin egemenliği altındaki toprakların ayrılmaz bir parçası olduğu şeklindeki reddedilmez gerçeğe uygun hareket etmiştir. Sovyetler Birliği’nin Boğazlar sorunundaki bu tavrı, değişmemiştir. Bu tavır, ülkemizin izlediği barış siyasetine, bütün halklarıyla mutlak eşitlik temelinde dostluk siyasetine tamamen uygundur. Sovyetler Birliği, Lozan Antlaşması’na katılmakla birlikte onu henüz parlamentosunda onaylamamıştır. Türkiye Hükümeti’nin önerisi barışın sağlamlaştırılmasına ve Türkiye Hükümeti’nin sınırlarının güvence altına alınmasına, dolayısıyla Karadeniz ve Akdeniz de barışın sağlanmasına hizmet etmektedir.” (Rundsschau 16 Nisan 1936, Sayı 17, s. 664’den aktaran Boğazlar Meselesi Lozan ve Montrö (Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye Dizisi), Mart 1977:98-100).
Türkiye’nin oldu bitti yaratmadan antlaşmalara saygi göstermesi tüm yabanci basin ve politika çevrelerinde uygun bir ortam dogmasina zemin hazirlamiştir (Akşin, 1991:290). Yukarida belirtildigi üzere de Türkiye ile Sovyet Rusya’nin çikarlarinin da birbirine çakişmaktaydi. Montreux Bogazlar Konferansi 22 Haziran 1936’dan 20 Temmuz 1936’ya kadar sürdü. 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montreux Bogazlar Konvansiyonu 29 maddeden oluşmakta olup, 4 eki ve bir protokolü vardir (Montreux Sözleşmesi’nin metni için bkz. Soysal, 1989:501-518, Sözleşmenin Ingilizce metni için bkz. Soysal (Ed), 1995:10-24).
Montreux Boğazlar Sözleşmesinin imzalanmasıyla Lozan Boğazlar Sözleşmesi ancak 13 yıl süreyle uygulanma olanağı bulmuş oluyordu.
b. Montreux Boğazlar Sözleşmesi
Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin yapılmasına taraftar olanlar kadar, karşı çıkan devletler de olmuştu. Özellikle İtalya, Montreux Sözleşmesini onaylamayacağını açıklıyordu. Türkiye ile İtalya arasında Montreux Sözleşmesi imzalandıkta sonra yapılan görüşmeler antlaşmayla neticelenecekti. Bilindiği üzere İtalya 2 Mayıs 1938 tarihinde sözleşmeye katılacaktı.
Romanya, yeni bir sözleşme yapilmasini I. Dünya Savaşi’ndan sonra yapilan antlaşmalarin degişimine taraf oldugundan, Türkiye’nin istegini kabul ediyordu. Bulgaristan, Türkiye’nin Bogazlarda mutlak egemenligine karşi olmakla birlikte Neuilly Antlaşmasi’nin degişimine yol açabilir diye olumlu yanit vermişti. Bulgaristan Türkiye’nin verdigi 11 Nisan tarihli notayi inandirici bulmuştu.
İngiltere’de yukarıda anlatmış olduğumuz İtalya tehlikesi dolayısıyla Türkiye’nin sözleşmenin hükümlerini değiştirmesini doğal karşılamıştır. Aynı biçimde Yunanistan’da bunu kabul etmişti. Konferans II. Başkanı Politis, Montreux konferansı sonucu Yunanistan ve Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren sorunların tam bir çözüme ulaşması yolundaki isteğini yineliyordu. (Meray ve Olcay, 1976:32)
22 Haziran 1936’da Montreux’da başlayan konferans da 12 yil önce Bogazlari askersizleştiren ve silahtan arindiran hükümlerin degişimi görüşülüyordu. Türkiye, yeni bir savaş başlamadan tüm Balkanlar ve Ortadogu’nun kilit taşi konumundaki Bogazlarin statüsünü açikliga kavuşturmak istiyordu. Konferans, Bulgaristan, Fransa, Ingiltere, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birligi ve Yugoslavya’nin katilmasiyla açilmiştir. Italya, Habeşistan’a ait Türkiye’nin Milletler Cemiyetindeki zorlama önlemlerine katilimi nedeniyle muhalefet ediyordu. Türkiye görüşünü 13 maddelik bir sözleşme tasarisinda bildirmiştir. (Ayin Tarihi, Haziran 1936:46-50) ve (Meray ve Olcay, 1976:437-440) Türk tasarisi, özellikle kendini pek yakin savaş tehdidi altinda hissetmesi halinde, Bogazlarda uygulamak istedigi rejime ilişkindi. Türkiye artik savaş ve pek yakin savaş halinde savaş gemilerinin Bogazlardan geçirilişinde denetim hakkina sahip olmak istiyordu. Bir diger fark ise, askeri uçaklarin gemiler gibi Bogazlarin üstünden uçmasinin yasaklanmasiyla ilgiliydi.
Türk tasarısı, ticaret gemilerinin geçişi konusunda Türkiye’nin, gerek barış ve gerek Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş durumunda, serbestlik ilkesini kabul ediyordu. Türkiye savaşan devletse, yine tarafsız ticaret gemilerinin Boğazlardan geçebileceğini kabul ediyordu. Türkiye gerek barış zamanında, gerekse tarafsız olduğu durumlarda, savaş gemileri ve denizaltılar dışında bazı kısıtlamalarla geçebileceklerini, ancak Karadeniz’e kıyısı olan gemilerle kıyısı olmayanlar arasında bir ayırım olmamasından yanaydı. Ama yine de Karadeniz’de kıyısı bulunmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri toplam tonajın ve bu devletlere ait gemilerin bu denizdeki kalış sürelerinin sınırlandırılmasından yanaydı (İnan, 1986:53-54).
Doğal olarak Sovyetler Birliği, Türkiye’nin bu tutumdan hoşnut değildi. Konferans sürerken Pravda’da yayınlanan bir makalede Türkiye şöyle eleştiriliyordu; (Akşin, 1991:190)
“Karadeniz’e serbestçe girme ve çıkma ancak bu denizde sahilleri olan memleketleri ilgilendirecek bir meseledir ve Karadeniz sahillerininde ancak bu devletler olması pek aşikardır. Bu gerçeklerin yalnız Japonya tarafından değil, aynı zamanda Montreux Konferansına katılmış olan başka devletler tarafından da idrak edilmemekte olduğunu söylemek lazım geliyor. Şurası da teessüfe değer ki Türkiye bile, Karadeniz’de kıyı sahibi devletlerin hakları bakımından kesin ve belirli bir vaziyet takınamamıştır. Tevdi etmiş olduğu projede Türkiye, Karadeniz’de kıyıları olan memleketlerin gemilerinin çıkış haklarını, bu memleketi ziyarete gelen Karadeniz’e yabancı memleketler için öngördüğü 15 bin tonilatoluk hadde indirilmesini teklif etmektedir. .... Türk teklifinin, kendisiyle dostane münasebetlerde bulunan ve Türkiye’nin menfaatlerini gözeten Sovyet Rusya’nın menfaatlerini gereği gibi gözetmediği besbellidir. Şurası da bir gerçektir ki Türkiye’nin bu davranışında Sovyet Rusya’ya muhalif bazı akımların Türk politikası üzerinde yaptıkları etkiler sezinlenmektedir. Türkiye’nin Montreux Konferansı’nda takındığı vaziyetin, her iki memleket arasında uzun bir süreden beri mevcut olan münasebetlerden beklenebilecek kadar Rusya’ya karşı dostane olmadığını esefle kaydetmek zorundayız. Eğer Türkiye bu meselede ikisi ortası bir çözüm yolu bulmak istiyorsa -ki buna varılması için Litvinof Türk tekliflerini kabul etmiştir- bu çare aşağıdaki şartları gözetmektedir:
1. Rusya’nın da bütün genişliği ile gözetmeye hazır olduğu Türkiye’nin emniyet ve menfaatleri,
2. Emniyetini Karadeniz dışında da müdafaa etmek zorunda olan Sovyet Rusya’nın da dahil olduğu, Karadeniz’de kıyıları olan memleketlere yardım edilmesini isteyebilecek olan Akvam Cemiyeti Misakının nazarı itibara alınması gerekmektedir.”
İngiltere, Konferans sırasında Türk tasarısının Teknik Komite’de görüşmesinden sonra, bu komitede öne sürülen görüşleri de değerlendirerek Türk tasarısının değişik bir versiyonunu sunuyordu.
Montreux Sözleşmesi görüşmeleri 22 Haziran 1936’da başlamiş ve 20 Temmuz 1936’da imzalanmiş oldugu daha öncede belirtilmişti.
Sözleşme 9 Kasim 1936’da yürürlüge girmiştir ve halen yürürlüktedir. Bogazlar terimi ile Çanakkale, Marmara Denizi ve Istanbul Bogazi’nin birlikte kastedildigi bildirildikten sonra, 1923 Lozan Sözleşmesi yerine anilan sözleşmenin Türkiye’nin güvenligi ve Karadeniz’de kiyidaş devlet güvencesinde Bogazlardan geçişin düzenlenmesi oldugunu bildirmektedir.
Montreux Sözleşmesi savaş gemilerine Lozan’dan faarkli olarak Karadeniz’e kiyisi olmayan devletlerle olanlar arasinda ayrim yapmaktaydi, tüm devletlere geçiş özgürlügü tanimakta ama Karadeniz’e kiyisi olmayan devletlere daha siki yaptirimlardan yanadir. Bunlarin gemilerinin Karadeniz’de kaliş süreleri sinirlanmakta, (madde 18/2) uçak gemilerine ve denizaltilara geçiş özgürlügü tanimamaktadir. Buna karşi Karadeniz’e kiyisi olan ülkeler Türkiye’ye 8 gün önceden haber vermek ve bazi kayitlara uymak koşuluyla geçiş özgürlügüne sahiptirler. Ayrica, bariş zamaninda Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin Bogazlardan serbestçe geçmesi kabul edildi. (Toluner, 1989: 172) Uluslararasi denetimi kaldirmakta ve Bogazlar yeniden askerileştirilip Türkiye’nin egemenlik haklari yeniden saglanmaktadir. Ana Metin’in askerileştirmeye üstü örtülü destek verdigini görmekteyiz. Ek protokolde de askerileştirme açikça belirtilmektedir (Pazarci, 1993:327-328).
Montreux, hem Türkiye, hem de Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına daha uygundu. Sovyetler Birliği’nin amacı Boğazları kendi savaş gemilerine açmaksa, ondan daha çok istediği de Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlere kapatmaktı (Ülman, 1968:264). Zaten Ruslar Karadeniz’i açık deniz saymıyorlar. Ama Karadeniz’in Boğazlardan başka çıkışı olmadığından genel olarak Ruslar tüm tarihleri boyunca Karadeniz’i açık deniz saymamışlardı. Onlar önce belirtildiği üzere Cebelitarık’tan girilen ve Süveyş’ten çıkılan Akdeniz’den çok farklı olduğunu sık sık vurguluyorlardı.
İngiltere Konferansı sırasında Boğazların silahlandırılmasını kabul etmekle birlikte Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmasına karşı çıkıyordu. Boğazlardan geçişlerde savaş gemilerine serbestlik ilkesini benimsiyor, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemilerinin tonaj açısından sınırlandırılmamasından yanaydı. Ayrıca pek yakın savaş tehlikesi durumunu da kabul ediyordu.
Rus ve İngiliz tezlerinin çatıştığı nokta Kurtuluş Savaşı’ndan beri uluslararası düzeyde bağlantısızlığı ile saygı kazanan Türkiye’nin Boğazlara tam egemen olmasıydı (Ergil, 1978:106).
Yine de Montreux Sözleşmesi, Rus güvensizligini beraberinde taşiyordu. Rusya, Montreux’da Karadeniz’e kiyisi olmayan savaş gemilerine Karadeniz ve bogazlarin tümden kapanmasini istiyordu. Yine A.F. Miller Antlaşma’nin, Türkiye’ye savaş zamaninda kendisi savaşta olmasa bile Bogazlari yönetmek ve antlaşmayi yorumlamak ve uygulama konusunda Türkiye’ye özel bir hak verdigini iddia ederek, Türkiye’nin antlaşmanin tek uygulayicisi ve yorumlayicisi kalmasindan yakinmaktaydi (Miller, 1977:279).
Feridun Cemal Erkin, Sovyetler Birliği’nin Çarlık Rusyasının yüz yıllardır koparamadığı Boğazlara ilişkin hakları Montreux ile elde ettiğini öne sürmektedir. (Erkin, 1968:118)
Montreux Sözleşmesi Bogazlarin Karadeniz’e kiyisi olmayan devletlere yasaklanmasini gerçekleştiremediginden Sovyet güvensizliginin sürmesine yol açiyordu .(Ülman, 1968:265) Ama yine Montreux Antlaşmasi yapildiktan sonra özellikle II. Dünya Savaşi’ndan sonra Karadeniz kiyisindaki devletlerin Sovyetler Birligi’nin başini çektigi bloka dahil olmasiyla Sovyet tezi agirlik kazandi ve böylece Türkiye’nin çikarlarina işleyen bir Bogazlar rejimi ortaya çikti.Yeni statü yeni bir dünya savaşinin arkasindan Karadeniz Bölgesinde güvenligi arttiriyordu. (Glasneck (Tarih yok) . 86)
Boğazlardan geçişi Türkiye’nin egemenliği ve güvenliğini en iyi sağlayan hükümler Montreux Sözleşmesi’nin içinde bulunmaktadır (Bilsel, 1948:3). Sözleşmenin bir takım değiştirme isteklerine karşın halen geçerli olması da bunu kanıtlar niteliktedir.
Montreux Sözleşmesi’nin belki de en sicak degerlendirilmesini 19 Temmuz 1936’da Cumhuriyet Gazetesinde Yunus Nadi yapiyordu;
“Montreux Konferansı dün Boğazlara verilecek yeni rejimi tayin eden mukavelenamenin tümünü görüşerek esas itibarıyla işini bitirmiştir. Bu yeni rejimle devletler sulhu bozabilecek bir zayıflık sebebini ortadan kaldırmış ve böylelikle belki bütün Avrupa’yı içine alan hizmeti görmüş oluyorlar. Barışın zayıflıkla değil, ancak kuvvetle tutunabileceği son zamanların yeni yeni delilleriyle bir kere daha ve kesin olarak sabit olmuş bulunuyordu.
Çanakkale’ye verilmesi hazırlanan yeni rejimde fazilet ve medeniyet vardır. İnsanlığın kendisi üzerine en büyük idealinin kurduğu Milletler Cemiyeti bile kaba kuvvetlerin taşkınlıklarından adeta iflas etti denilecek çok fena bir duruma düşmüş olduktan sonra Boğazlara ait haklı isteğimiz üzerinde nihayet devletlerin müspet bir ittifak vücuda getirmiş olmaları kırılan umutları tamir eden bir hamle gibi telakki olunabilir. Bu son milletlerarası belgesinde, barışa hizmet fikrinin bir açık iyi niyeti vardır da onun için. Boğazlar rejimi en doğru ve en haklı olarak ancak böyle bir değişiklikle ıslah olunabilirdi. Dediğimiz gibi artık yeterli bir açıklıkla bir kere daha anlaşılmıştır ki barışı ayakta tutabilmek için dahi hayale değil, hakikate, yani kuvvete dayanmak lazımdır.
Özellikle içinde bulunduğumuz devirde herhangi bir milletin emniyeti savaş ve barışın başlıca unsurudur. Ve yalnız o millete ait savaş ve barışın değil, milletlerarası savaş ve barışın. Çanakkale ve Karadeniz Boğazları herkesten ve herşeyden evvel Türkiye’nin güvenliğiyle ilgili en hassas noktalarıdır. Bu güvenliğin o çok hassas noktalarda az çok eksik olması Türkiye’den başlayarak dünya barışını karıştıracak bir zayıflık sebebi teşkil ederdi. Savaş, zayıf noktalara hücum heves ve ihtiraslarından doğan bir hastalıktır. Dayanıklı vücutlara mikropların hiçbir etki yapmadıkları fizyolojik bir hakikattir. Çarpışmaya ve kargaşaya imkan vermeyen kuvvetli durumlar barışın direnme gücünü teşkil eder. Yalnız biz değil, dünya rahat etmek için Boğazlar tahkim edilmeliydi. Biz Türkler orada barışa bekçilik edeceğiz.
Gerçekte meselenin yalnız Türkiye bakımından bizim milli menfaatlerimize böyle uygun düşmekten ibaret tek bir cephesi yoktur. Boğazlar Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan ve devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupalı milletler ailesi içine katan çok önemli köprübaşlarıdır.
Boğazlarla ilgili olan yalnız biz Türkler değiliz. Şimdi mesele halledildikten sonra daha açık söylemekte beis görmeliyiz ki, onlarla Türkiye’den sonra Karadeniz’de kıyıları bulunan devletlerinde kuvvetli ilgileri vardır. Türkiye’ye nisbetle ikinci derecede bile olsa Boğazlar onlar için de herhalde her ihtimale karşı daima güvenlik içinde bulunmak lazım gelen geçit noktalarıdır. Nihayet bu geçitler dünya ticareti bakımından bütün dünya milletleri hesabına daima emin durumda bulunmalıdır.
Bütün bu emniyetleri Boğazların hakimi olan Türkiye Cumhuriyeti sağlayabilirdi. Fazla olarak kendi hayati emniyetinden dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nin buna başa türlü düşünülemeyecek bir mecburiyeti de vardı. Biz üstümüze düşen bu görevi gerektiği gibi yerine getirebileceğimiz konusunda komşu dostlarımızdan başlayarak bütün dünyaya inanç ve güven vermiş bulunuyoruz. Boğazlara verilmesi hazırlanan yeni rejim, yakın Doğu’da ve hatta bütün Doğu’da mevcut ve büyük barışcı külteyi olabildiğine kuvvetlendirmiş bulunmaktadır.”
Oral Sander, yıllar sonra Montreux Boğazlar Sözleşmesini şöyle değerlendirmektedir; “Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin Boğazlarda mutlak üstünlüğe sahip olması, Yalnız Türkiye’nin güvenliğini sağlamış değildir. Aynı zamanda Türk Dış Politikasının temel eğilimlerini de etkilemiştir. Bölgesel devletlerin en güzel tanımı bu devletlerin çıkarlarının bölgesel nitelikte olmasıdır. Ancak bütün devletler, dünya çapında çıkarlara sahip olabilirler. Türkiye gibi, temelde bölgesel nitelikte bir devletin, dünyanın en önemli stratejik su yollarından birine egemen olması bu devleti bir bölgesel devletin ötesinde özene sahip olmasını gerektirmiştir. Boğazlar Türkiye’yi global gelişmeleri etkileyebilecek ve yeryüzünün neresinde olursa olsun olumsuz gelişmelerden de etkilenecek duruma getirmektedir.” (Sander: 1989,77).
Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin yapılmasına taraftar olanlar kadar, karşı çıkan devletler de olmuştu. Özellikle İtalya, Montreux Sözleşmesini onaylamayacağını açıklıyordu. Türkiye ile İtalya arasında Montreux Sözleşmesi imzalandıkta sonra yapılan görüşmeler antlaşmayla neticelenecekti. Bilindiği üzere İtalya 2 Mayıs 1938 tarihinde sözleşmeye katılacaktı.
Romanya, yeni bir sözleşme yapilmasini I. Dünya Savaşi’ndan sonra yapilan antlaşmalarin degişimine taraf oldugundan, Türkiye’nin istegini kabul ediyordu. Bulgaristan, Türkiye’nin Bogazlarda mutlak egemenligine karşi olmakla birlikte Neuilly Antlaşmasi’nin degişimine yol açabilir diye olumlu yanit vermişti. Bulgaristan Türkiye’nin verdigi 11 Nisan tarihli notayi inandirici bulmuştu.
İngiltere’de yukarıda anlatmış olduğumuz İtalya tehlikesi dolayısıyla Türkiye’nin sözleşmenin hükümlerini değiştirmesini doğal karşılamıştır. Aynı biçimde Yunanistan’da bunu kabul etmişti. Konferans II. Başkanı Politis, Montreux konferansı sonucu Yunanistan ve Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren sorunların tam bir çözüme ulaşması yolundaki isteğini yineliyordu. (Meray ve Olcay, 1976:32)
22 Haziran 1936’da Montreux’da başlayan konferans da 12 yil önce Bogazlari askersizleştiren ve silahtan arindiran hükümlerin degişimi görüşülüyordu. Türkiye, yeni bir savaş başlamadan tüm Balkanlar ve Ortadogu’nun kilit taşi konumundaki Bogazlarin statüsünü açikliga kavuşturmak istiyordu. Konferans, Bulgaristan, Fransa, Ingiltere, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birligi ve Yugoslavya’nin katilmasiyla açilmiştir. Italya, Habeşistan’a ait Türkiye’nin Milletler Cemiyetindeki zorlama önlemlerine katilimi nedeniyle muhalefet ediyordu. Türkiye görüşünü 13 maddelik bir sözleşme tasarisinda bildirmiştir. (Ayin Tarihi, Haziran 1936:46-50) ve (Meray ve Olcay, 1976:437-440) Türk tasarisi, özellikle kendini pek yakin savaş tehdidi altinda hissetmesi halinde, Bogazlarda uygulamak istedigi rejime ilişkindi. Türkiye artik savaş ve pek yakin savaş halinde savaş gemilerinin Bogazlardan geçirilişinde denetim hakkina sahip olmak istiyordu. Bir diger fark ise, askeri uçaklarin gemiler gibi Bogazlarin üstünden uçmasinin yasaklanmasiyla ilgiliydi.
Türk tasarısı, ticaret gemilerinin geçişi konusunda Türkiye’nin, gerek barış ve gerek Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş durumunda, serbestlik ilkesini kabul ediyordu. Türkiye savaşan devletse, yine tarafsız ticaret gemilerinin Boğazlardan geçebileceğini kabul ediyordu. Türkiye gerek barış zamanında, gerekse tarafsız olduğu durumlarda, savaş gemileri ve denizaltılar dışında bazı kısıtlamalarla geçebileceklerini, ancak Karadeniz’e kıyısı olan gemilerle kıyısı olmayanlar arasında bir ayırım olmamasından yanaydı. Ama yine de Karadeniz’de kıyısı bulunmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri toplam tonajın ve bu devletlere ait gemilerin bu denizdeki kalış sürelerinin sınırlandırılmasından yanaydı (İnan, 1986:53-54).
Doğal olarak Sovyetler Birliği, Türkiye’nin bu tutumdan hoşnut değildi. Konferans sürerken Pravda’da yayınlanan bir makalede Türkiye şöyle eleştiriliyordu; (Akşin, 1991:190)
“Karadeniz’e serbestçe girme ve çıkma ancak bu denizde sahilleri olan memleketleri ilgilendirecek bir meseledir ve Karadeniz sahillerininde ancak bu devletler olması pek aşikardır. Bu gerçeklerin yalnız Japonya tarafından değil, aynı zamanda Montreux Konferansına katılmış olan başka devletler tarafından da idrak edilmemekte olduğunu söylemek lazım geliyor. Şurası da teessüfe değer ki Türkiye bile, Karadeniz’de kıyı sahibi devletlerin hakları bakımından kesin ve belirli bir vaziyet takınamamıştır. Tevdi etmiş olduğu projede Türkiye, Karadeniz’de kıyıları olan memleketlerin gemilerinin çıkış haklarını, bu memleketi ziyarete gelen Karadeniz’e yabancı memleketler için öngördüğü 15 bin tonilatoluk hadde indirilmesini teklif etmektedir. .... Türk teklifinin, kendisiyle dostane münasebetlerde bulunan ve Türkiye’nin menfaatlerini gözeten Sovyet Rusya’nın menfaatlerini gereği gibi gözetmediği besbellidir. Şurası da bir gerçektir ki Türkiye’nin bu davranışında Sovyet Rusya’ya muhalif bazı akımların Türk politikası üzerinde yaptıkları etkiler sezinlenmektedir. Türkiye’nin Montreux Konferansı’nda takındığı vaziyetin, her iki memleket arasında uzun bir süreden beri mevcut olan münasebetlerden beklenebilecek kadar Rusya’ya karşı dostane olmadığını esefle kaydetmek zorundayız. Eğer Türkiye bu meselede ikisi ortası bir çözüm yolu bulmak istiyorsa -ki buna varılması için Litvinof Türk tekliflerini kabul etmiştir- bu çare aşağıdaki şartları gözetmektedir:
1. Rusya’nın da bütün genişliği ile gözetmeye hazır olduğu Türkiye’nin emniyet ve menfaatleri,
2. Emniyetini Karadeniz dışında da müdafaa etmek zorunda olan Sovyet Rusya’nın da dahil olduğu, Karadeniz’de kıyıları olan memleketlere yardım edilmesini isteyebilecek olan Akvam Cemiyeti Misakının nazarı itibara alınması gerekmektedir.”
İngiltere, Konferans sırasında Türk tasarısının Teknik Komite’de görüşmesinden sonra, bu komitede öne sürülen görüşleri de değerlendirerek Türk tasarısının değişik bir versiyonunu sunuyordu.
Montreux Sözleşmesi görüşmeleri 22 Haziran 1936’da başlamiş ve 20 Temmuz 1936’da imzalanmiş oldugu daha öncede belirtilmişti.
Sözleşme 9 Kasim 1936’da yürürlüge girmiştir ve halen yürürlüktedir. Bogazlar terimi ile Çanakkale, Marmara Denizi ve Istanbul Bogazi’nin birlikte kastedildigi bildirildikten sonra, 1923 Lozan Sözleşmesi yerine anilan sözleşmenin Türkiye’nin güvenligi ve Karadeniz’de kiyidaş devlet güvencesinde Bogazlardan geçişin düzenlenmesi oldugunu bildirmektedir.
Montreux Sözleşmesi savaş gemilerine Lozan’dan faarkli olarak Karadeniz’e kiyisi olmayan devletlerle olanlar arasinda ayrim yapmaktaydi, tüm devletlere geçiş özgürlügü tanimakta ama Karadeniz’e kiyisi olmayan devletlere daha siki yaptirimlardan yanadir. Bunlarin gemilerinin Karadeniz’de kaliş süreleri sinirlanmakta, (madde 18/2) uçak gemilerine ve denizaltilara geçiş özgürlügü tanimamaktadir. Buna karşi Karadeniz’e kiyisi olan ülkeler Türkiye’ye 8 gün önceden haber vermek ve bazi kayitlara uymak koşuluyla geçiş özgürlügüne sahiptirler. Ayrica, bariş zamaninda Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin Bogazlardan serbestçe geçmesi kabul edildi. (Toluner, 1989: 172) Uluslararasi denetimi kaldirmakta ve Bogazlar yeniden askerileştirilip Türkiye’nin egemenlik haklari yeniden saglanmaktadir. Ana Metin’in askerileştirmeye üstü örtülü destek verdigini görmekteyiz. Ek protokolde de askerileştirme açikça belirtilmektedir (Pazarci, 1993:327-328).
Montreux, hem Türkiye, hem de Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına daha uygundu. Sovyetler Birliği’nin amacı Boğazları kendi savaş gemilerine açmaksa, ondan daha çok istediği de Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlere kapatmaktı (Ülman, 1968:264). Zaten Ruslar Karadeniz’i açık deniz saymıyorlar. Ama Karadeniz’in Boğazlardan başka çıkışı olmadığından genel olarak Ruslar tüm tarihleri boyunca Karadeniz’i açık deniz saymamışlardı. Onlar önce belirtildiği üzere Cebelitarık’tan girilen ve Süveyş’ten çıkılan Akdeniz’den çok farklı olduğunu sık sık vurguluyorlardı.
İngiltere Konferansı sırasında Boğazların silahlandırılmasını kabul etmekle birlikte Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmasına karşı çıkıyordu. Boğazlardan geçişlerde savaş gemilerine serbestlik ilkesini benimsiyor, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemilerinin tonaj açısından sınırlandırılmamasından yanaydı. Ayrıca pek yakın savaş tehlikesi durumunu da kabul ediyordu.
Rus ve İngiliz tezlerinin çatıştığı nokta Kurtuluş Savaşı’ndan beri uluslararası düzeyde bağlantısızlığı ile saygı kazanan Türkiye’nin Boğazlara tam egemen olmasıydı (Ergil, 1978:106).
Yine de Montreux Sözleşmesi, Rus güvensizligini beraberinde taşiyordu. Rusya, Montreux’da Karadeniz’e kiyisi olmayan savaş gemilerine Karadeniz ve bogazlarin tümden kapanmasini istiyordu. Yine A.F. Miller Antlaşma’nin, Türkiye’ye savaş zamaninda kendisi savaşta olmasa bile Bogazlari yönetmek ve antlaşmayi yorumlamak ve uygulama konusunda Türkiye’ye özel bir hak verdigini iddia ederek, Türkiye’nin antlaşmanin tek uygulayicisi ve yorumlayicisi kalmasindan yakinmaktaydi (Miller, 1977:279).
Feridun Cemal Erkin, Sovyetler Birliği’nin Çarlık Rusyasının yüz yıllardır koparamadığı Boğazlara ilişkin hakları Montreux ile elde ettiğini öne sürmektedir. (Erkin, 1968:118)
Montreux Sözleşmesi Bogazlarin Karadeniz’e kiyisi olmayan devletlere yasaklanmasini gerçekleştiremediginden Sovyet güvensizliginin sürmesine yol açiyordu .(Ülman, 1968:265) Ama yine Montreux Antlaşmasi yapildiktan sonra özellikle II. Dünya Savaşi’ndan sonra Karadeniz kiyisindaki devletlerin Sovyetler Birligi’nin başini çektigi bloka dahil olmasiyla Sovyet tezi agirlik kazandi ve böylece Türkiye’nin çikarlarina işleyen bir Bogazlar rejimi ortaya çikti.Yeni statü yeni bir dünya savaşinin arkasindan Karadeniz Bölgesinde güvenligi arttiriyordu. (Glasneck (Tarih yok) . 86)
Boğazlardan geçişi Türkiye’nin egemenliği ve güvenliğini en iyi sağlayan hükümler Montreux Sözleşmesi’nin içinde bulunmaktadır (Bilsel, 1948:3). Sözleşmenin bir takım değiştirme isteklerine karşın halen geçerli olması da bunu kanıtlar niteliktedir.
Montreux Sözleşmesi’nin belki de en sicak degerlendirilmesini 19 Temmuz 1936’da Cumhuriyet Gazetesinde Yunus Nadi yapiyordu;
“Montreux Konferansı dün Boğazlara verilecek yeni rejimi tayin eden mukavelenamenin tümünü görüşerek esas itibarıyla işini bitirmiştir. Bu yeni rejimle devletler sulhu bozabilecek bir zayıflık sebebini ortadan kaldırmış ve böylelikle belki bütün Avrupa’yı içine alan hizmeti görmüş oluyorlar. Barışın zayıflıkla değil, ancak kuvvetle tutunabileceği son zamanların yeni yeni delilleriyle bir kere daha ve kesin olarak sabit olmuş bulunuyordu.
Çanakkale’ye verilmesi hazırlanan yeni rejimde fazilet ve medeniyet vardır. İnsanlığın kendisi üzerine en büyük idealinin kurduğu Milletler Cemiyeti bile kaba kuvvetlerin taşkınlıklarından adeta iflas etti denilecek çok fena bir duruma düşmüş olduktan sonra Boğazlara ait haklı isteğimiz üzerinde nihayet devletlerin müspet bir ittifak vücuda getirmiş olmaları kırılan umutları tamir eden bir hamle gibi telakki olunabilir. Bu son milletlerarası belgesinde, barışa hizmet fikrinin bir açık iyi niyeti vardır da onun için. Boğazlar rejimi en doğru ve en haklı olarak ancak böyle bir değişiklikle ıslah olunabilirdi. Dediğimiz gibi artık yeterli bir açıklıkla bir kere daha anlaşılmıştır ki barışı ayakta tutabilmek için dahi hayale değil, hakikate, yani kuvvete dayanmak lazımdır.
Özellikle içinde bulunduğumuz devirde herhangi bir milletin emniyeti savaş ve barışın başlıca unsurudur. Ve yalnız o millete ait savaş ve barışın değil, milletlerarası savaş ve barışın. Çanakkale ve Karadeniz Boğazları herkesten ve herşeyden evvel Türkiye’nin güvenliğiyle ilgili en hassas noktalarıdır. Bu güvenliğin o çok hassas noktalarda az çok eksik olması Türkiye’den başlayarak dünya barışını karıştıracak bir zayıflık sebebi teşkil ederdi. Savaş, zayıf noktalara hücum heves ve ihtiraslarından doğan bir hastalıktır. Dayanıklı vücutlara mikropların hiçbir etki yapmadıkları fizyolojik bir hakikattir. Çarpışmaya ve kargaşaya imkan vermeyen kuvvetli durumlar barışın direnme gücünü teşkil eder. Yalnız biz değil, dünya rahat etmek için Boğazlar tahkim edilmeliydi. Biz Türkler orada barışa bekçilik edeceğiz.
Gerçekte meselenin yalnız Türkiye bakımından bizim milli menfaatlerimize böyle uygun düşmekten ibaret tek bir cephesi yoktur. Boğazlar Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan ve devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupalı milletler ailesi içine katan çok önemli köprübaşlarıdır.
Boğazlarla ilgili olan yalnız biz Türkler değiliz. Şimdi mesele halledildikten sonra daha açık söylemekte beis görmeliyiz ki, onlarla Türkiye’den sonra Karadeniz’de kıyıları bulunan devletlerinde kuvvetli ilgileri vardır. Türkiye’ye nisbetle ikinci derecede bile olsa Boğazlar onlar için de herhalde her ihtimale karşı daima güvenlik içinde bulunmak lazım gelen geçit noktalarıdır. Nihayet bu geçitler dünya ticareti bakımından bütün dünya milletleri hesabına daima emin durumda bulunmalıdır.
Bütün bu emniyetleri Boğazların hakimi olan Türkiye Cumhuriyeti sağlayabilirdi. Fazla olarak kendi hayati emniyetinden dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nin buna başa türlü düşünülemeyecek bir mecburiyeti de vardı. Biz üstümüze düşen bu görevi gerektiği gibi yerine getirebileceğimiz konusunda komşu dostlarımızdan başlayarak bütün dünyaya inanç ve güven vermiş bulunuyoruz. Boğazlara verilmesi hazırlanan yeni rejim, yakın Doğu’da ve hatta bütün Doğu’da mevcut ve büyük barışcı külteyi olabildiğine kuvvetlendirmiş bulunmaktadır.”
Oral Sander, yıllar sonra Montreux Boğazlar Sözleşmesini şöyle değerlendirmektedir; “Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin Boğazlarda mutlak üstünlüğe sahip olması, Yalnız Türkiye’nin güvenliğini sağlamış değildir. Aynı zamanda Türk Dış Politikasının temel eğilimlerini de etkilemiştir. Bölgesel devletlerin en güzel tanımı bu devletlerin çıkarlarının bölgesel nitelikte olmasıdır. Ancak bütün devletler, dünya çapında çıkarlara sahip olabilirler. Türkiye gibi, temelde bölgesel nitelikte bir devletin, dünyanın en önemli stratejik su yollarından birine egemen olması bu devleti bir bölgesel devletin ötesinde özene sahip olmasını gerektirmiştir. Boğazlar Türkiye’yi global gelişmeleri etkileyebilecek ve yeryüzünün neresinde olursa olsun olumsuz gelişmelerden de etkilenecek duruma getirmektedir.” (Sander: 1989,77).
2. Montreux Sözleşmesi Yeniden Yapilandirilmali mi
René Pinon 1928 yılında Boğazlar konusunda yazdığı bir makalede şöyle bir tespitte bulunuyor.
“İstanbul ve Boğazlar Karadeniz’in ucuna hapsedilmiş Rusların gözlerini ve hırslarını çekmektedir. Rus Milleti elinden kaçırır gibi olduğu milli mukadderatını hangi hukuk altında olursa olsun yarın ele alınca ister Rusya harpten önce olduğu gibi tek bir devlet olsun , ister müstakil bir Ukrayna, müstakil bir Gürcistan bulunsun kuzey milletleri kendilerini aydın adaların yıkandığı denize ulaştıran yola, petrol ve buğday yoluna kayıtsız olmayacaklardır.” (Bilsel, 1948 : 7.)
1928’den 1998’e geldiğimizde Boğazların petrol ve yük taşımacılığı açısından önemini yine koruduğunu görmekteyiz. Bu da Türk Boğazlarının değişen ve gelişen jeostratejik önemini ortaya koymaktadır. Özellikle 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Asya’da bir çok denize çıkışı olmayan bağımsız devletler ortaya çıkmıştır. Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan’ın deniz yoluyla dünyaya açılmaları Boğazlar yoluyla mümkün görünmektedir. Ayrıca gelecekte Karadeniz ve Akdeniz’i bütünleştirmede tek önemli geçiş yolu, Bulgaristan Romanya, Moldova ,Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan’ın tek çıkış kapısı ve Ermenistan ve Azerbaycan’da dünyaya çıkışlarını Boğazlar yoluyla sağlılamaktadırlar. Buna ek olarak Tuna nehri ve bağlantı kanallarıyla ve kara yoluyla Hazar denizi ve çevresiyle Orta Asya açık denizlere Boğazlar yoluyla bağlanmaktadır. Bu bakımdan gerek Kafkas gerek Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler gerek de Orta Asya’da denize çıkışı olmayan ülkeler için Boğazlar hem stratejik hem de ticari açıdan önemli bir su yoludur.
Orta Asya petrollerinin ve Hazar Denizi çevresindeki petrolün Novorosisk Limanı aracılığıyla petrol tankerleri tarafından taşınması Rusya Federasyonu tarafından 1990’ların başından itibaren sık dile getirilmiştir. 1997 Kasım sonu Aralık başı itibariyle, Azerbaycan erken üretim petrolünü taşıyan ilk tanker Boğazlar üzerinden geçmiştir. Zaten Azerbaycan erken üretim petrolünün taşınmasından önce de tankerler bir çok kazaya neden olmuş, İstanbul kentinin güvenliğini tehdit etmiştir.
Aslında Türk Boğazları 1991 yılına kadar Sovyetler Birliği Bulgaristan ve Romanya arasında bir takım tartışmalara yol açmışsa da, 1991 yılı dünyanın dış politika sisteminin yeniden yapılanmasında bir dönüm noktasını oluşturmuştur. 1991’de SB’nin feshi Bulgaristan Romanya’nın yanı sıra SB’inn ardılı Rusya Federasyonu, Moldova, Ukrayna, Gürcistan Karadeniz’e kıyısı olan devletler olmuşlardır .Bu yılda eş anlı olarak Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin sayısının artmasının yanında denize çıkışı olmayan devletlerin de ortaya çıktığını görmekteyiz Bu denize çıkışı olmayan devletler eş deyişle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ancak Karadeniz yolu ile dış dünyaya açılabileceklerdi .
Erken üretim petrolünün Boğazlar geçişinin 1997 sonu itibariyle başlamasıyla Boğazlardan geçiş güvenliği yeniden gündeme gelmiştir. AOİC konsorsiyumunun üreteceği petrolün ulaşımı için Baku-Novorosisk ve Bakü-Supsa hatları belirlenmiştir. Türkiye’nin önerisi olan Baku-Ceyhan hattı ise gündemdeki yerini korumakla birlikte çok pahalı bir proje olarak nitelenmiştir. Bu projenin maliyeti 3 milyar doları aşmaktadır. (Cumhuriyet; 13 Aralık 1997) Bu bağlamda gelirinin maliyetini karşılayamıyacağı yolunda bir takım görüşler vardır. Bu bağlamda Baku-Basra hattından oluşturulmasına yöneliktir. ABD’nin İran’a baskısı bu hattın geleceği için çok önemlidir. Bu da Azerbaycan Dışişleri Bakanı tarafından kabul edilmiştir. (Cumhuriyet; 18 Ocak 1998) Yine Hasanov ”petrol isteyen gaz borusuna da yardım eder” mesajını Ankara’ya göndermiştir. Tüm bunların ışığında Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğu dikkate alındığında, dengeleri gözetmesi gerektiği de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, alternatif olarak Bakü-Basra hattının oluşturulmasına yönelik bir takım girişimler vardır. Ankara Bakü - Ceyhan boru hattı projesine ABD destek aramış ve Mesut Yılmaz’ın 1997 sonundaki son ABD ziyaretinde de bunu bulmuştur. Aslında burada ABD’nin Kafkasya politikasında öne çıktığını görmekteyiz. Bu da ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott’un John Hopkins Üniversitesi Orta Asya Enstitüsünde 21 Temmuz’da yaptığı konuşmada kendini ortaya koymaktadır. Talbott ABD’nin Kafkasya ve Orta Asya’ya ilişkin yeni politikaları hakkında geniş açıklamalarda bulunmuştur. Talbott’un konuşması, Orta Asya ve Kafkasya’da demokrasi, Serbest Pazar ekonomisinin gerçekleştirilmesi, bölge ülkeleri arasında barış ve işbirliğinin geliştirilmesi ve uzun süre uluslararası toplumdan uzak kalan bu ülkelerin uluslararası toplulukla bütünleşmesinin sağlanmasını içermektedir. ABD ile Türkiye’nin yeni stratejik işbirliğini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. ABD bu bölgede artık etki alanı kurmak isteyen bir güç olarak yerini almış ve Rusya Federasyonu’nun Near Abroad (Yakın Çevre) doktrinine artık destek vermediğini açıkça ortaya koymuştur.*
Bu bölgede artık Türkiye petrol taşımacılığı ve boğazlardan geçiş güvenliği konusunda Rusya Federasyonu ile ABD arasındaki petrol ve güç dengeleri politikasının arasında yer almaktadır. Bakü-Ceyhan Petrol boru hattının ileride gerçekleştirilmesi kadar Türk Boğazlarının çevresel, denizsel ve kültürel ortamının güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. İşte bu noktada Montreux Sözleşmesinin feshi ya da bazı maddelerinin değiştirilmesi yeniden gündeme gelmiştir. Hatta bu tartışmalar 1994’ten 1982’ye kadar sürmüştür. 1998 Şubat başlarında bir Boğazlar tüzüğü değişikliği Bakanlar Kurulunda imzaya açılmıştır.
René Pinon 1928 yılında Boğazlar konusunda yazdığı bir makalede şöyle bir tespitte bulunuyor.
“İstanbul ve Boğazlar Karadeniz’in ucuna hapsedilmiş Rusların gözlerini ve hırslarını çekmektedir. Rus Milleti elinden kaçırır gibi olduğu milli mukadderatını hangi hukuk altında olursa olsun yarın ele alınca ister Rusya harpten önce olduğu gibi tek bir devlet olsun , ister müstakil bir Ukrayna, müstakil bir Gürcistan bulunsun kuzey milletleri kendilerini aydın adaların yıkandığı denize ulaştıran yola, petrol ve buğday yoluna kayıtsız olmayacaklardır.” (Bilsel, 1948 : 7.)
1928’den 1998’e geldiğimizde Boğazların petrol ve yük taşımacılığı açısından önemini yine koruduğunu görmekteyiz. Bu da Türk Boğazlarının değişen ve gelişen jeostratejik önemini ortaya koymaktadır. Özellikle 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Asya’da bir çok denize çıkışı olmayan bağımsız devletler ortaya çıkmıştır. Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan’ın deniz yoluyla dünyaya açılmaları Boğazlar yoluyla mümkün görünmektedir. Ayrıca gelecekte Karadeniz ve Akdeniz’i bütünleştirmede tek önemli geçiş yolu, Bulgaristan Romanya, Moldova ,Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan’ın tek çıkış kapısı ve Ermenistan ve Azerbaycan’da dünyaya çıkışlarını Boğazlar yoluyla sağlılamaktadırlar. Buna ek olarak Tuna nehri ve bağlantı kanallarıyla ve kara yoluyla Hazar denizi ve çevresiyle Orta Asya açık denizlere Boğazlar yoluyla bağlanmaktadır. Bu bakımdan gerek Kafkas gerek Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler gerek de Orta Asya’da denize çıkışı olmayan ülkeler için Boğazlar hem stratejik hem de ticari açıdan önemli bir su yoludur.
Orta Asya petrollerinin ve Hazar Denizi çevresindeki petrolün Novorosisk Limanı aracılığıyla petrol tankerleri tarafından taşınması Rusya Federasyonu tarafından 1990’ların başından itibaren sık dile getirilmiştir. 1997 Kasım sonu Aralık başı itibariyle, Azerbaycan erken üretim petrolünü taşıyan ilk tanker Boğazlar üzerinden geçmiştir. Zaten Azerbaycan erken üretim petrolünün taşınmasından önce de tankerler bir çok kazaya neden olmuş, İstanbul kentinin güvenliğini tehdit etmiştir.
Aslında Türk Boğazları 1991 yılına kadar Sovyetler Birliği Bulgaristan ve Romanya arasında bir takım tartışmalara yol açmışsa da, 1991 yılı dünyanın dış politika sisteminin yeniden yapılanmasında bir dönüm noktasını oluşturmuştur. 1991’de SB’nin feshi Bulgaristan Romanya’nın yanı sıra SB’inn ardılı Rusya Federasyonu, Moldova, Ukrayna, Gürcistan Karadeniz’e kıyısı olan devletler olmuşlardır .Bu yılda eş anlı olarak Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin sayısının artmasının yanında denize çıkışı olmayan devletlerin de ortaya çıktığını görmekteyiz Bu denize çıkışı olmayan devletler eş deyişle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ancak Karadeniz yolu ile dış dünyaya açılabileceklerdi .
Erken üretim petrolünün Boğazlar geçişinin 1997 sonu itibariyle başlamasıyla Boğazlardan geçiş güvenliği yeniden gündeme gelmiştir. AOİC konsorsiyumunun üreteceği petrolün ulaşımı için Baku-Novorosisk ve Bakü-Supsa hatları belirlenmiştir. Türkiye’nin önerisi olan Baku-Ceyhan hattı ise gündemdeki yerini korumakla birlikte çok pahalı bir proje olarak nitelenmiştir. Bu projenin maliyeti 3 milyar doları aşmaktadır. (Cumhuriyet; 13 Aralık 1997) Bu bağlamda gelirinin maliyetini karşılayamıyacağı yolunda bir takım görüşler vardır. Bu bağlamda Baku-Basra hattından oluşturulmasına yöneliktir. ABD’nin İran’a baskısı bu hattın geleceği için çok önemlidir. Bu da Azerbaycan Dışişleri Bakanı tarafından kabul edilmiştir. (Cumhuriyet; 18 Ocak 1998) Yine Hasanov ”petrol isteyen gaz borusuna da yardım eder” mesajını Ankara’ya göndermiştir. Tüm bunların ışığında Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğu dikkate alındığında, dengeleri gözetmesi gerektiği de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, alternatif olarak Bakü-Basra hattının oluşturulmasına yönelik bir takım girişimler vardır. Ankara Bakü - Ceyhan boru hattı projesine ABD destek aramış ve Mesut Yılmaz’ın 1997 sonundaki son ABD ziyaretinde de bunu bulmuştur. Aslında burada ABD’nin Kafkasya politikasında öne çıktığını görmekteyiz. Bu da ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott’un John Hopkins Üniversitesi Orta Asya Enstitüsünde 21 Temmuz’da yaptığı konuşmada kendini ortaya koymaktadır. Talbott ABD’nin Kafkasya ve Orta Asya’ya ilişkin yeni politikaları hakkında geniş açıklamalarda bulunmuştur. Talbott’un konuşması, Orta Asya ve Kafkasya’da demokrasi, Serbest Pazar ekonomisinin gerçekleştirilmesi, bölge ülkeleri arasında barış ve işbirliğinin geliştirilmesi ve uzun süre uluslararası toplumdan uzak kalan bu ülkelerin uluslararası toplulukla bütünleşmesinin sağlanmasını içermektedir. ABD ile Türkiye’nin yeni stratejik işbirliğini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. ABD bu bölgede artık etki alanı kurmak isteyen bir güç olarak yerini almış ve Rusya Federasyonu’nun Near Abroad (Yakın Çevre) doktrinine artık destek vermediğini açıkça ortaya koymuştur.*
Bu bölgede artık Türkiye petrol taşımacılığı ve boğazlardan geçiş güvenliği konusunda Rusya Federasyonu ile ABD arasındaki petrol ve güç dengeleri politikasının arasında yer almaktadır. Bakü-Ceyhan Petrol boru hattının ileride gerçekleştirilmesi kadar Türk Boğazlarının çevresel, denizsel ve kültürel ortamının güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. İşte bu noktada Montreux Sözleşmesinin feshi ya da bazı maddelerinin değiştirilmesi yeniden gündeme gelmiştir. Hatta bu tartışmalar 1994’ten 1982’ye kadar sürmüştür. 1998 Şubat başlarında bir Boğazlar tüzüğü değişikliği Bakanlar Kurulunda imzaya açılmıştır.
a. Boğazlar Tüzüğü
Tüzük Marmara bölgesinde seyir, can, mal ve çevre güvenliğini gerçekleştirmek üzere trafik ayrım düzenine ilişkin maddeleri içermektedir. Boğazlardan geçecek gemiler tüzükte belirlenen ulaşım kurallarına ve trafik ayrım düzenine uymakla yükümlü tutulmuşlardır. Buna ek olarak; geçecek gemilerde yüksek teknolojik düzeye haiz olma koşulu aranmaktadir. Bununla beraber yüksek teknik donanima sahip olmayan gemilerin geçişi de yasaklanmamiştir.
Boğazlardan geçen gemiler İstanbul ya da Çanakkale Boğazındaki trafik denetim merkezine seyir planı vermek zorundadırlar. Tehlikeli yük taşıyan gemilerle 500 grosston ve daha büyük gemilerin kaptan donatan ya da acentaları İstanbul ve Çanakkale Boğazına girişten en az 24 saat önce yazılı olarak gemi bilgilerini içeren seyir planı vermekle mükellef tutulmuşlardır. Tüzüğün 8. Maddesine göre bu gemiler boğaz ağzına varışlarından 24 saat önce ya da bu bölgeye 20 deniz mili kala durumlarını ve tanıtımlarını UHF radyo kanallarına yapacaklardır. Boğazlardan 20 metreden büyük gemilerin tanıtımlarını boğaz girişine 5 mil kala yapacaklardır ve idarece belirlenmiş mevkii raporunu vereceklerdir.
Boğaza girmeden herhangi bir nedenle teknik yeterliliklerini kaybeden, seyir cihazları arızalanan gemiler teleks, telefon ya da UHF ile gerekli bilgiyi vermekle yükümlü tutulmuşlardır.
Boğazlardan geçen gemiler otomatik pilota bağlanamayacaklar ve yedek dümen donanımının başında bile görevli bulunduracaklardır. Tüzük’ün önemli hükümlerinden biri de seyir sırasında hız sınırlaması getirilmesidir. Normal hava koşullarında 10 deniz milini aşmak yasaklanmıştır. Seyir sırasında gemilerin birbirini geçmemesi kuralının yanı sıra seyreden gemiler arasında en az 8 gomine mesafe bulunma zorunluluğu getirilmiştir.
Çanakkale ve İstanbul Boğazından gelen 150 metreden büyük gemilerin kılavuz kaptan almaları Montreux Sözleşmesi’nde ki boşluktan ötürü sağlanamamıştır. Buna karşın yalnız Türk gemilere kılavuz kaptan alma zorunluluğu getirilmiştir. Bu da Türk bayraklı gemilerin petrol ve yük taşımacılığı pazarını giderek kaybetmesine yol açmıştır. Zaten Lozan Boğazlar Sözleşmesi ve Montreux Boğazlar Sözleşmelerinin giriş bölümünde kılavuzluk ihtiyaridir hükmü bulunmaktadır. Türkiye hem Lozan’da hem Montreux’da kılavuz kaptan almayı zorunlu kılmak istiyor. Ama zamanın güç dengeleri açısından ki İngiltere’nin üstünlüğü söz konusudur, bu görüşünü kabul ettiremiyor. (Boğazlardan Geçiş ve Montreux Sözleşmesi, 1994:66), ( Cumhuriyet,7 Aralık 1997)
Boyu 150 metreden fazla olan gemilerin yaratacağı tehlike nedeniyle bu gemilerle ilgili 29. Madde de hükme bağlanmıştır. Hızı yapısı ve yükü bakımından bu gemiler için önlem alınması gerekmiş, ayrıca boyu 250 metreyi de aşan gemiler için seferin planlanması aşamasında yönetime bilgi vermeleri istenmiştir. İnan bu madde ile idarenin teknik özellikler ve fiziksel olanaksızlıklar olması gerektiği üzerinde durur ve bunun aksinin Montreux Sözleşmesi’nin 2. Maddesinin ve uluslararası hukuk kurallarına ters düşeceğini öne sürer. (İnan, 1995:88)
İnan ve Çelik bu tüzüğün iç hukuk düzenlemesi olduğunu ve tek taraflı bir düzenlemenin hukuksal dayanağının zayıflığından ayrıca ortaya koymaktadırlar. (Boğazlardan Geçiş ve Montreux Sözleşmesi, 1994:59), (İnan, 1995:86) buna ek olarak; İnan bu düzenlemenin Montreux Sözleşmesi ve uluslararası hukuk kurallarına dayandırılmasının daha isabetli olduğu kanısındadırlar. (İnan,1995:86)
Toluner ise; Tüzük ile gerçekleştirilenin “Türkiye’nin Montreux’da sakli tuttugu zabita yetkisi kapsamina giren, hukukun kiyi devletlere tanidigi geçiş güvenligini saglama ve deniz trafigini düzenlemekten” ibaret oldugunu savunmakta ve bu tüzügün Montreux ruhuna uygun oldugunu eklemektedir. (Toluner, 1994:16)
Türkiye bu ulusal düzenlemesini IMO’nun ulaşim güvenligi komitesine götürmüştür. Türkiye’nin bu önerisi ufak degişikliklerle kabul edilmiştir. IMO’nun bu yoldaki kararina Rusya Federasyonu, Romanya, Ukrayna, Yunanistan, GKRK ve liman bu tüzügün uluslararasi hukukun yapilageliş kurallarina, 1982 BMDH Sözleşmesine ve 1936 Montreux Sözleşmesi’ne aykiri oldugu gerekçesiyle karşi çikmişlardir.(IMO kararlarindan aktaran; Inan, 1995: 90)
Toluner de Tüzüğün 29. ve 30. maddesinde yer alan hükümlerin geçiş hakkının özüne dokunduğunu savunmaktadır. 30. madde de Boğazlardan geçiş yapmak isteyen nükleer güçle yürütülen ya da nükleer yük ve atık atan gemilerin Başbakanlık Denizcilik Müsteşarlığından, tehlikeli atık taşıyan gemilerin çevre bakanlığından izin alması zorunluluğu getirmiştir. Bu hukukun Montreux sözleşmesinin 2. maddesi ve BM 3. Deniz Hukuku Konferansındaki serbest geçiş ilkesi ile bağdaştırılmasında tartışmalar gündeme gelmiştir. Toluner, çok taraflı antlaşmalar bu hükmün desteklenmesi hakkında kesin geçerlilik kazanacağı kanısındadır. (Toluner, 1994:18-20 )
Zaten 1 Temmuz 1994 tarihinde yürürlüğe giren Tüzüğün İstanbul ve Boğazların çevresel güvenliğini sağlayamamıştır.
Tüzüğün tam anlamıyla uygulanması çok gelişmiş radar ve sinyalizasyon sistemlerinin Boğazlarda yapılandırılması gerekmektedir. 1997’nin son aylarında radar ve sinyalizasyon ihaleleri için Rusya ile Norveç’ten şirket davet edilmiş ve bu şirketlerin proje ve koşulları dinlenmiştir. (Radikal, 1 Aralık 1997)
Tüzük Marmara bölgesinde seyir, can, mal ve çevre güvenliğini gerçekleştirmek üzere trafik ayrım düzenine ilişkin maddeleri içermektedir. Boğazlardan geçecek gemiler tüzükte belirlenen ulaşım kurallarına ve trafik ayrım düzenine uymakla yükümlü tutulmuşlardır. Buna ek olarak; geçecek gemilerde yüksek teknolojik düzeye haiz olma koşulu aranmaktadir. Bununla beraber yüksek teknik donanima sahip olmayan gemilerin geçişi de yasaklanmamiştir.
Boğazlardan geçen gemiler İstanbul ya da Çanakkale Boğazındaki trafik denetim merkezine seyir planı vermek zorundadırlar. Tehlikeli yük taşıyan gemilerle 500 grosston ve daha büyük gemilerin kaptan donatan ya da acentaları İstanbul ve Çanakkale Boğazına girişten en az 24 saat önce yazılı olarak gemi bilgilerini içeren seyir planı vermekle mükellef tutulmuşlardır. Tüzüğün 8. Maddesine göre bu gemiler boğaz ağzına varışlarından 24 saat önce ya da bu bölgeye 20 deniz mili kala durumlarını ve tanıtımlarını UHF radyo kanallarına yapacaklardır. Boğazlardan 20 metreden büyük gemilerin tanıtımlarını boğaz girişine 5 mil kala yapacaklardır ve idarece belirlenmiş mevkii raporunu vereceklerdir.
Boğaza girmeden herhangi bir nedenle teknik yeterliliklerini kaybeden, seyir cihazları arızalanan gemiler teleks, telefon ya da UHF ile gerekli bilgiyi vermekle yükümlü tutulmuşlardır.
Boğazlardan geçen gemiler otomatik pilota bağlanamayacaklar ve yedek dümen donanımının başında bile görevli bulunduracaklardır. Tüzük’ün önemli hükümlerinden biri de seyir sırasında hız sınırlaması getirilmesidir. Normal hava koşullarında 10 deniz milini aşmak yasaklanmıştır. Seyir sırasında gemilerin birbirini geçmemesi kuralının yanı sıra seyreden gemiler arasında en az 8 gomine mesafe bulunma zorunluluğu getirilmiştir.
Çanakkale ve İstanbul Boğazından gelen 150 metreden büyük gemilerin kılavuz kaptan almaları Montreux Sözleşmesi’nde ki boşluktan ötürü sağlanamamıştır. Buna karşın yalnız Türk gemilere kılavuz kaptan alma zorunluluğu getirilmiştir. Bu da Türk bayraklı gemilerin petrol ve yük taşımacılığı pazarını giderek kaybetmesine yol açmıştır. Zaten Lozan Boğazlar Sözleşmesi ve Montreux Boğazlar Sözleşmelerinin giriş bölümünde kılavuzluk ihtiyaridir hükmü bulunmaktadır. Türkiye hem Lozan’da hem Montreux’da kılavuz kaptan almayı zorunlu kılmak istiyor. Ama zamanın güç dengeleri açısından ki İngiltere’nin üstünlüğü söz konusudur, bu görüşünü kabul ettiremiyor. (Boğazlardan Geçiş ve Montreux Sözleşmesi, 1994:66), ( Cumhuriyet,7 Aralık 1997)
Boyu 150 metreden fazla olan gemilerin yaratacağı tehlike nedeniyle bu gemilerle ilgili 29. Madde de hükme bağlanmıştır. Hızı yapısı ve yükü bakımından bu gemiler için önlem alınması gerekmiş, ayrıca boyu 250 metreyi de aşan gemiler için seferin planlanması aşamasında yönetime bilgi vermeleri istenmiştir. İnan bu madde ile idarenin teknik özellikler ve fiziksel olanaksızlıklar olması gerektiği üzerinde durur ve bunun aksinin Montreux Sözleşmesi’nin 2. Maddesinin ve uluslararası hukuk kurallarına ters düşeceğini öne sürer. (İnan, 1995:88)
İnan ve Çelik bu tüzüğün iç hukuk düzenlemesi olduğunu ve tek taraflı bir düzenlemenin hukuksal dayanağının zayıflığından ayrıca ortaya koymaktadırlar. (Boğazlardan Geçiş ve Montreux Sözleşmesi, 1994:59), (İnan, 1995:86) buna ek olarak; İnan bu düzenlemenin Montreux Sözleşmesi ve uluslararası hukuk kurallarına dayandırılmasının daha isabetli olduğu kanısındadırlar. (İnan,1995:86)
Toluner ise; Tüzük ile gerçekleştirilenin “Türkiye’nin Montreux’da sakli tuttugu zabita yetkisi kapsamina giren, hukukun kiyi devletlere tanidigi geçiş güvenligini saglama ve deniz trafigini düzenlemekten” ibaret oldugunu savunmakta ve bu tüzügün Montreux ruhuna uygun oldugunu eklemektedir. (Toluner, 1994:16)
Türkiye bu ulusal düzenlemesini IMO’nun ulaşim güvenligi komitesine götürmüştür. Türkiye’nin bu önerisi ufak degişikliklerle kabul edilmiştir. IMO’nun bu yoldaki kararina Rusya Federasyonu, Romanya, Ukrayna, Yunanistan, GKRK ve liman bu tüzügün uluslararasi hukukun yapilageliş kurallarina, 1982 BMDH Sözleşmesine ve 1936 Montreux Sözleşmesi’ne aykiri oldugu gerekçesiyle karşi çikmişlardir.(IMO kararlarindan aktaran; Inan, 1995: 90)
Toluner de Tüzüğün 29. ve 30. maddesinde yer alan hükümlerin geçiş hakkının özüne dokunduğunu savunmaktadır. 30. madde de Boğazlardan geçiş yapmak isteyen nükleer güçle yürütülen ya da nükleer yük ve atık atan gemilerin Başbakanlık Denizcilik Müsteşarlığından, tehlikeli atık taşıyan gemilerin çevre bakanlığından izin alması zorunluluğu getirmiştir. Bu hukukun Montreux sözleşmesinin 2. maddesi ve BM 3. Deniz Hukuku Konferansındaki serbest geçiş ilkesi ile bağdaştırılmasında tartışmalar gündeme gelmiştir. Toluner, çok taraflı antlaşmalar bu hükmün desteklenmesi hakkında kesin geçerlilik kazanacağı kanısındadır. (Toluner, 1994:18-20 )
Zaten 1 Temmuz 1994 tarihinde yürürlüğe giren Tüzüğün İstanbul ve Boğazların çevresel güvenliğini sağlayamamıştır.
Tüzüğün tam anlamıyla uygulanması çok gelişmiş radar ve sinyalizasyon sistemlerinin Boğazlarda yapılandırılması gerekmektedir. 1997’nin son aylarında radar ve sinyalizasyon ihaleleri için Rusya ile Norveç’ten şirket davet edilmiş ve bu şirketlerin proje ve koşulları dinlenmiştir. (Radikal, 1 Aralık 1997)
b. Montreux Sözleşmesi degişimine ilişkin görüşler :
Türkiye’de Montreux Sözleşmesi’nin degiştirilmesine ilişkin çeşitli tartişmalar 1990’lardan beri gündemdeki önemini korumaktadir. Bu konudaki en hararetli tartişmalar Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarasi Hukuk ve Milletler Münasebetleri Araştirma ve Uygulama Merkezinin düzenledigi Bogazlardan Geçiş Güvenligi ve Montreux Sözleşmesi Seminerinde yapilmiştir. 1994 yilinda düzenlenen bu seminerden sonra 1996‘da Montreux Sözleşmesinin 60. yildönümünde ve Bogazlarda yürekleri hoplatan her kazada sözleşmenin yeniden revize edilmesi yolunda görüşler ortaya atilmiştir. Hatta, Hazar Denizinden Akdeniz’e uzanacak petrol boru hatlarının konusunun gündeme gelmesi de Boğazlardan geçiş güvenliği eş deyişle Montreux Sözleşmesinin değiştirilmesi yolundaki görüşleri ön plana çıkarmıştır.
Aslında Boğazların petrol tankerleri ve geçişinden dolayı çevresel zarar görmesinde dönüm noktası olan tarih 15 kasım 1979’dur. 15 kasım 1979’da Evriyali adlı yunan gemisi ile Independente adlı Rumen tankerinin çarpışması İstanbul kenti ve çevresel güvenliğini gündeme getirmiştir. Kaza öyle şiddetli bir patlamaya neden olmuştu ki patlamanın şiddeti ve çıkan yangından dolayı Sarayburnu’nda kaza sırasında yol yapan bir ticari taksi sürücüsünün kaş ve saçları tutuşması ile açıklanabilir.* Kadıköy ve Moda ile Fenerbahçe’de sahile bakan evler ve apartmanların camları patlamanın şiddeti ile kırılıyordu. Bu kaza ilk defa Montreux Sözleşmesi’nin ticaret gemileri açısından geçiş serbestliğinin sorgulanmasına yol açan öncü bir kaza oluyordu. Bu tanker infilak sonucu çevreye yayılan petrol ile ekolojik denge büyük ölçüde zarar görmesinin yanı sıra bu enkaz Marmara Denizinde uzun süre İstanbulluların kamu sağlığını tehdit etmiştir. Aradan geçen uzun yıllar süresinde yetkililerin bir önlem almadığını görmekteyiz. Bu konuda yukarıda sözü edilen tüzük yayınlanmış ve uygulanmaya başlanmıştır.
Tüzük yayınlanmadan önce Rusya Federasyonu tüzüğün hazırlık çalışmaları sırasında Rusya Federasyonu Ankara eski Büyükelçisi Albert Çernişev “Montreux değiştirilemez“ biçiminde uyarıcı açıklamalar yapmış ve (Hürriyet, 7 Ağustos 1993) ve bu da Türkiye’de büyük tepki uyandırmıştır. (Soysal, 1993:124)
Aslında, Montreux Sözleşmesi genelde Türkiye ve özelde Karadeniz’e kıyısı olan devletleri gözeten bir sözleşmedir. Montreux Sözleşmesi 1946-1980’ler arasında kısım 2‘de yer alan (8-22) maddeleri açısından eleştirilmiştir. Günümüzde ise eleştiriler sık sık vurgulandığı üzere çevresel güvenlik ve İstanbul metropolünün güvenliği üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu güvenliğin sağlanması Türkiye’ye coğrafi konumunu avantaj olarak değerlendirme fırsatı da verebilir. (Akgün, 1994:221-224)
Tüm bunlar Montreux Sözleşmesi’nin 2. maddesi’nin degiştirilmesini gündeme getirmiştir. Bu maddeye göre; “sulh zamaninda ticaret gemileri sancak ve hamule ne olursa olsun gündüz ve gece aşagidaki 3. Maddenin hükümleri mahfuz kalmak üzere, hiçbir merasime tabi olmadan Bogazlardan geçiş ve seyrüsefer tam serbestisinde müstefit olacaklardir. Bu gemiler bogazlarin hiç bir limaninda tekavuf etmeksizin transit surette geçtikleri taktirde Türkiye alakadar makamlari tarafinda cibayeti bu mukavelenamenin 1. Lahikasinda derpiş edilen rüsum yada tekafillerden başka hiçbir rüsum veya tekalife tabi tutulmayacaklardir.“ hükmünü getirmektedir. Ortadogu ve Balkan Incelemeleri Vakfi Direktörü Emekli Büyükelçi Ismail Soysal, bu maddede gereken hususun yükleri ne olursa olsun (hamulesi ne olursa olsun ) bölümün üzerinde durmasi gerektigini savunuyor. Bu maddenin geçmişte kaldigini, bu madde yapildigi sirada petrol tankerlerinin tonajlarinin küçüklügünün ve n gazi ile dolu gemilerin olmadigini eklemektedir. (Cumhuriyet, 15-16 Mayis 1996) Tüzügün 2. maddeye lüzum getirmedigini savunmaktadir. (Soysal, 1996:5) 2. Maddeye çözüm getirmeyen tüzügün işlevinin tam olarak yerine getiremeyecektir. Bu baglamda, Soysal, Montreux Sözleşmesinin fesih edilmesi gerekliligi üzerinde durmaktadir. Ve bir uluslararasi konferansta ABD’nin de destegini alarak Türkiye’nin Bogazlar ve Istanbul’un güvenliginin saglanacagi kanisindadir. Geçiş serbestligine güvenli (secure) ve zararsiz (innocent) geçiş kavramlarini eklenmesi üzerinde durmaktadir. (Soysal, 1996: 7)
Türkiye’nin Boğazları tamamen kapatışı ve iç sular rejimine tabi tutması uluslararası hukuk kuralları ve antlaşmalar gözönüne alındığında olası görülmemektedir. Yine Boğazlardan tankerlerinin geçirilmesine de seyirci kalması düşünülemez, bu İstanbul’un güvenliği kadar Türkiye’yi de etkiler. Ali Karaosmanoğlu, Montreux Sözleşmesinin Türkiye ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiğinin altını çizerek, bu sözleşmenin çevresel koşullar ve değişen güvenlik öncelikleri açısından yeniden ele alınmasını savunmaktadır.(Karaosmanoğlu, 1995:29) .Tahir Çağa’ya göre; Montreux Sözleşmesi ile Boğazlar Tüzüğü uzlaştırılmalıdır ve uluslararası hukukun ilkeleri zedelenmemelidir. (Çağa, 1994:40)
Dışişleri Bakanlığı Eski Başhukuk Müşaviri Hüseyin Pazarcı Montreux Sözleşmesi’nin yenilenmesinin teknik olarak olası olduğunu (Boğazlardan Geçiş Güvenliği ve Montreux, 1994: 28) ancak bu sözleşme yenilenmesi halinde Boğazlardan geçiş serbestisi ilkesine bir fayda sağlamayacağı kanısındadır. (Pazarcı,1986: 866-867) ABD ile Türkiye’nin çıkarlarının denizlerin serbestliği konusunda çakışmadığını vurgulamaktadır. Montreux Sözleşmesinin yeniden revize edilmesi ya da tamamen değiştirilmesinin Pandora’nın Kutusu’nu açacak gelişmelere neden olacağını eklemektedir. Tüzüğün (Boğazlardan Geçiş Güvenliği ve Montreux,1994:28) Zaten Montreux Sözleşmesi’nin 28. madde ile 1. maddesinde belirtilen Boğazlardan geçiş serbestliği ilkesi sonsuz olarak belirlenmiştir, bu durum 1982 BM III. Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesinin 36/1 ve 45/2 maddelerine uymaktadır. Yine de; Pazarcı’ya göre Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 39. maddesine göre; Montreux Sözleşmesine taraf devletlerin oybirliğiyle bu ilkeden vazgeçmesi ya da bu ilkenin aynı tarafların oybirliğiyle değiştirilme olanağı teknik olarak bulunmaktadır. (Pazarcı, 1990:359) ABD ile Türkiye’nin çıkarlarının denizlerin serbestliği konusunda çakışmadığı, hatta çatıştığı vurgulanarak Montreux Sözleşmesinin yeniden revize edilmesi ya da tamamen değiştirilmesinin Pandora’nın Kutusu’nu açacak gelişmelere neden olacağını eklemektedir. Zaten esasında Montreux Dışişleri Bakanlığı da Montreux Sözleşmesi’ne dokunmamak gerektiği görüşünü savunmaktadır. (Denk, 1997:58) Ayrıca 1997 sonlarında Başbakanlığa bağlı Türk Boğazları Yönetim ve Bilgi Sistemini Geliştirme Proje Ofisi kurulmuş ve başına Em. Amiral Güven Erkaya getirilmiştir. Erkaya da Montreux Sözleşmesini degiştirmenin Türk Bogazlarindan güvenli geçişi etkilemeyecegi kanisindadir. (Erkaya ile Bogazlar, NTV, 7 Mart 1998). Bu bölümün sonunda Türkiye’nin resmi görüşünün Montreux Sözleşmesi’nin degiştirilmesi ya da yeniden yapilandirilmasi olmadigi görülmektedir. Bu baglamda, Türkiye ancak tüzük degişiklikleri ve 1 Ocak 2000’e kadar oluşturulacak güvenli geçiş sistemleri ile Montreux Sözleşmesi’nin boşluklarini doldurmaya çalişacaktir.
Türkiye’de Montreux Sözleşmesi’nin degiştirilmesine ilişkin çeşitli tartişmalar 1990’lardan beri gündemdeki önemini korumaktadir. Bu konudaki en hararetli tartişmalar Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarasi Hukuk ve Milletler Münasebetleri Araştirma ve Uygulama Merkezinin düzenledigi Bogazlardan Geçiş Güvenligi ve Montreux Sözleşmesi Seminerinde yapilmiştir. 1994 yilinda düzenlenen bu seminerden sonra 1996‘da Montreux Sözleşmesinin 60. yildönümünde ve Bogazlarda yürekleri hoplatan her kazada sözleşmenin yeniden revize edilmesi yolunda görüşler ortaya atilmiştir. Hatta, Hazar Denizinden Akdeniz’e uzanacak petrol boru hatlarının konusunun gündeme gelmesi de Boğazlardan geçiş güvenliği eş deyişle Montreux Sözleşmesinin değiştirilmesi yolundaki görüşleri ön plana çıkarmıştır.
Aslında Boğazların petrol tankerleri ve geçişinden dolayı çevresel zarar görmesinde dönüm noktası olan tarih 15 kasım 1979’dur. 15 kasım 1979’da Evriyali adlı yunan gemisi ile Independente adlı Rumen tankerinin çarpışması İstanbul kenti ve çevresel güvenliğini gündeme getirmiştir. Kaza öyle şiddetli bir patlamaya neden olmuştu ki patlamanın şiddeti ve çıkan yangından dolayı Sarayburnu’nda kaza sırasında yol yapan bir ticari taksi sürücüsünün kaş ve saçları tutuşması ile açıklanabilir.* Kadıköy ve Moda ile Fenerbahçe’de sahile bakan evler ve apartmanların camları patlamanın şiddeti ile kırılıyordu. Bu kaza ilk defa Montreux Sözleşmesi’nin ticaret gemileri açısından geçiş serbestliğinin sorgulanmasına yol açan öncü bir kaza oluyordu. Bu tanker infilak sonucu çevreye yayılan petrol ile ekolojik denge büyük ölçüde zarar görmesinin yanı sıra bu enkaz Marmara Denizinde uzun süre İstanbulluların kamu sağlığını tehdit etmiştir. Aradan geçen uzun yıllar süresinde yetkililerin bir önlem almadığını görmekteyiz. Bu konuda yukarıda sözü edilen tüzük yayınlanmış ve uygulanmaya başlanmıştır.
Tüzük yayınlanmadan önce Rusya Federasyonu tüzüğün hazırlık çalışmaları sırasında Rusya Federasyonu Ankara eski Büyükelçisi Albert Çernişev “Montreux değiştirilemez“ biçiminde uyarıcı açıklamalar yapmış ve (Hürriyet, 7 Ağustos 1993) ve bu da Türkiye’de büyük tepki uyandırmıştır. (Soysal, 1993:124)
Aslında, Montreux Sözleşmesi genelde Türkiye ve özelde Karadeniz’e kıyısı olan devletleri gözeten bir sözleşmedir. Montreux Sözleşmesi 1946-1980’ler arasında kısım 2‘de yer alan (8-22) maddeleri açısından eleştirilmiştir. Günümüzde ise eleştiriler sık sık vurgulandığı üzere çevresel güvenlik ve İstanbul metropolünün güvenliği üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu güvenliğin sağlanması Türkiye’ye coğrafi konumunu avantaj olarak değerlendirme fırsatı da verebilir. (Akgün, 1994:221-224)
Tüm bunlar Montreux Sözleşmesi’nin 2. maddesi’nin degiştirilmesini gündeme getirmiştir. Bu maddeye göre; “sulh zamaninda ticaret gemileri sancak ve hamule ne olursa olsun gündüz ve gece aşagidaki 3. Maddenin hükümleri mahfuz kalmak üzere, hiçbir merasime tabi olmadan Bogazlardan geçiş ve seyrüsefer tam serbestisinde müstefit olacaklardir. Bu gemiler bogazlarin hiç bir limaninda tekavuf etmeksizin transit surette geçtikleri taktirde Türkiye alakadar makamlari tarafinda cibayeti bu mukavelenamenin 1. Lahikasinda derpiş edilen rüsum yada tekafillerden başka hiçbir rüsum veya tekalife tabi tutulmayacaklardir.“ hükmünü getirmektedir. Ortadogu ve Balkan Incelemeleri Vakfi Direktörü Emekli Büyükelçi Ismail Soysal, bu maddede gereken hususun yükleri ne olursa olsun (hamulesi ne olursa olsun ) bölümün üzerinde durmasi gerektigini savunuyor. Bu maddenin geçmişte kaldigini, bu madde yapildigi sirada petrol tankerlerinin tonajlarinin küçüklügünün ve n gazi ile dolu gemilerin olmadigini eklemektedir. (Cumhuriyet, 15-16 Mayis 1996) Tüzügün 2. maddeye lüzum getirmedigini savunmaktadir. (Soysal, 1996:5) 2. Maddeye çözüm getirmeyen tüzügün işlevinin tam olarak yerine getiremeyecektir. Bu baglamda, Soysal, Montreux Sözleşmesinin fesih edilmesi gerekliligi üzerinde durmaktadir. Ve bir uluslararasi konferansta ABD’nin de destegini alarak Türkiye’nin Bogazlar ve Istanbul’un güvenliginin saglanacagi kanisindadir. Geçiş serbestligine güvenli (secure) ve zararsiz (innocent) geçiş kavramlarini eklenmesi üzerinde durmaktadir. (Soysal, 1996: 7)
Türkiye’nin Boğazları tamamen kapatışı ve iç sular rejimine tabi tutması uluslararası hukuk kuralları ve antlaşmalar gözönüne alındığında olası görülmemektedir. Yine Boğazlardan tankerlerinin geçirilmesine de seyirci kalması düşünülemez, bu İstanbul’un güvenliği kadar Türkiye’yi de etkiler. Ali Karaosmanoğlu, Montreux Sözleşmesinin Türkiye ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiğinin altını çizerek, bu sözleşmenin çevresel koşullar ve değişen güvenlik öncelikleri açısından yeniden ele alınmasını savunmaktadır.(Karaosmanoğlu, 1995:29) .Tahir Çağa’ya göre; Montreux Sözleşmesi ile Boğazlar Tüzüğü uzlaştırılmalıdır ve uluslararası hukukun ilkeleri zedelenmemelidir. (Çağa, 1994:40)
Dışişleri Bakanlığı Eski Başhukuk Müşaviri Hüseyin Pazarcı Montreux Sözleşmesi’nin yenilenmesinin teknik olarak olası olduğunu (Boğazlardan Geçiş Güvenliği ve Montreux, 1994: 28) ancak bu sözleşme yenilenmesi halinde Boğazlardan geçiş serbestisi ilkesine bir fayda sağlamayacağı kanısındadır. (Pazarcı,1986: 866-867) ABD ile Türkiye’nin çıkarlarının denizlerin serbestliği konusunda çakışmadığını vurgulamaktadır. Montreux Sözleşmesinin yeniden revize edilmesi ya da tamamen değiştirilmesinin Pandora’nın Kutusu’nu açacak gelişmelere neden olacağını eklemektedir. Tüzüğün (Boğazlardan Geçiş Güvenliği ve Montreux,1994:28) Zaten Montreux Sözleşmesi’nin 28. madde ile 1. maddesinde belirtilen Boğazlardan geçiş serbestliği ilkesi sonsuz olarak belirlenmiştir, bu durum 1982 BM III. Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesinin 36/1 ve 45/2 maddelerine uymaktadır. Yine de; Pazarcı’ya göre Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 39. maddesine göre; Montreux Sözleşmesine taraf devletlerin oybirliğiyle bu ilkeden vazgeçmesi ya da bu ilkenin aynı tarafların oybirliğiyle değiştirilme olanağı teknik olarak bulunmaktadır. (Pazarcı, 1990:359) ABD ile Türkiye’nin çıkarlarının denizlerin serbestliği konusunda çakışmadığı, hatta çatıştığı vurgulanarak Montreux Sözleşmesinin yeniden revize edilmesi ya da tamamen değiştirilmesinin Pandora’nın Kutusu’nu açacak gelişmelere neden olacağını eklemektedir. Zaten esasında Montreux Dışişleri Bakanlığı da Montreux Sözleşmesi’ne dokunmamak gerektiği görüşünü savunmaktadır. (Denk, 1997:58) Ayrıca 1997 sonlarında Başbakanlığa bağlı Türk Boğazları Yönetim ve Bilgi Sistemini Geliştirme Proje Ofisi kurulmuş ve başına Em. Amiral Güven Erkaya getirilmiştir. Erkaya da Montreux Sözleşmesini degiştirmenin Türk Bogazlarindan güvenli geçişi etkilemeyecegi kanisindadir. (Erkaya ile Bogazlar, NTV, 7 Mart 1998). Bu bölümün sonunda Türkiye’nin resmi görüşünün Montreux Sözleşmesi’nin degiştirilmesi ya da yeniden yapilandirilmasi olmadigi görülmektedir. Bu baglamda, Türkiye ancak tüzük degişiklikleri ve 1 Ocak 2000’e kadar oluşturulacak güvenli geçiş sistemleri ile Montreux Sözleşmesi’nin boşluklarini doldurmaya çalişacaktir.
Montreux Sözleşmesinden Dogan Diger Sorunlar
Türkiye’nin bir diğer gündem maddesi de hem akademik çevrelerde hem basında hem de denizcilik sektöründe tartışılan gemi geçişlerinde alınacak geçiş vergisi konusudur.* Montreux Sözleşmesi’nin 2. maddesi geregince alinabilecek rüsum ve tekalüf Sözleşmenin Ekler (1) Bölümünde belirtilmiştir. 2. Dünya Savaşi öncesi altin Isviçre frankina göre belirlenen geçiş vergisi kur ayarlamalari yapilmadigindan ya da yanliş hesaplandigindan 50.000 dolar alinmasi gereken bir gemiden 8000 dolar alinmaktadir. Bunun degiştirilmesi ekonomik gelirin petrol tankerlerinin elinden alinmasi, Türk- Azerbaycan stratejik işbirligi çerçevesinde yeniden gündeme gelen Bakü - Ceyhan petrol Boru hatti projesinin işlerligini kolaylaştirabilir. (Cumhuriyet, 13 aralik 1997) Yine de altin frank hesabinin kisa bir sürede düzeltilecegi kanisina kapilmamak gerekir. Sorunu hem uluslararasi hukuk hem de uluslararasi güç dengeleri açisindan degerlendirmek gerekir. (Aybay, 1994:66) Kur ayarlamalari yapilsa bile, Rusya Federasyonu ve Yunanistan’in Bogazlar dişinda petrolü taşima projeleri de halen gündemdedir. Bu proje, Novorosisk‘e gelen petrolün Bulgaristan’in Burgaz limanina tankerlerle getirildikten sonra 300 km’lik boru hattiyla Yunanistan’in Dedeagaç (Aleksandra ) limanindan Akdeniz’e çikarilmasidir. Bu Türkiye’nin Bakü- Ceyhan petrol boru hatti projesine alternatif oluşturmaktadir. Bu proje aşagi yukari Baku-Ceyhan kadar maliyetlidir.
Türkiye’nin resmi görüşü Bakü-Ceyhan ile bogazlardan güvenli geçişin ilişkilendirilmemesi yolundadir. (Nokta, 23-29 Haziran 1996 :57)
Başbakanlik Denizcilik Müsteşari Reşat Özkan, Bogazlarda güvenli geçişin 1979 yilinda Independenta tankerinin yaptigi kaza ile yeni bir boyut kazandigini ve orta Asya petrollerinin konusundan daha önce çalişmalarin sonuçlandiginin altini çizmektedir. (Nokta, 23-29 Haziran: 57)
Sorun güvenli geçiş güvenli geçişin ve Istanbul’un güvenliginin nasil saglanacagi konusunda odaklanmalidir. Bu da deniz kirliligini önleyen sözleşmeleri uygulamakla imzalamakla mümkün olacaktir. Zaten Montreux sözleşmesinin 1. ve 2. Maddeleri geçiş serbestliginden formüle etmeden Türkiye’nin kazalardan dogacak zararlari tazmin etmeme hakkini dogurmaz. Bu hem bir cezai yaptirim hem de yeni bir para cezasi biçiminde olabilir. Bunun yaninda; kazadan dogacak hasarlarin uluslararasi özel hukuk mevzuatina uygun olarak tazmin edilmesi de mümkündür. Yalnizca kazalari önlemek yada en aza indirmek için geçiş güvenligi ilkesini yeniden boyutlandirmak gerekir. Bu ilkenin makalemizde de sikça vurguladigimiz gibi uluslararasi geçiş güvenliginin zedelenmemesi gerekir.
Bir diğer sorunda İstanbul Liman Tüzüğünden kaynaklanmaktadır. Bu tüzük 6 eylül 1996’da 22745 sayılı resmi gazetede yayınlanmıştır. Tüzük boğazlar bölgesinin bazı bölümlerini İstanbul Boğazının tümünü ve Çanakkale Boğazının büyük bölümünü liman sınırları içine alan bir düzenleme öngörmüştür. (Toluner, 1989: 166, 197 nolu dipnot) Ne var ki; boğazlarla ilgili diğer uluslararası antlaşmalar göz önünde bulundurulduğunda liman kavramına girmeyen sular, iç sular rejimine tabi tutulamaz. (Toluner, 1989:167) Bu bakımdan gerek eski tüzük, gerekse 6 Eylül 1996 tarihli İstanbul Liman Tüzüğü’nün uluslararası hukuka bütünüyle uyduğu söylenemez; ( Toluner, 1989:167) yinede, İstanbul Liman Tüzüğünün 44. maddesinde limana gelecek ya da limandan hareket edecek gemilerle transit gemilerin kaptan donatan yada acentalarına limana gelişten 24 saat önce bildirim yükümlüğü getirilmesi Montreux ve diğer uluslararası sözleşmelere uygundur. Toluner’in de sözünü ettiği gibi Monreux, limana uğramadan geçen gemilere ilişkin düzenlemeleri içermektedir. Bununla birlikte, transit geçen gemilerin de 44. madde içinde yer alması tartışmalara yer açabilir. Bu bağlamda, Toluner geminin taşıdığı yükün niteliği ve tehlikesine göre soruna yaklaşılması gerektiğini savunmaktadır. Yine, İstanbul Liman Tüzüğünün 8. Maddesi ve 1994 tarihli tüzüğün 43. maddesinde kılavuz alma ve römorkör alma zorunluluğundan söz edilmektedir. İstanbul Liman Tüzüğü’nün 8. maddesinin a fıkrasında ”limandaki iskele rıhtım, tesis ve işyerlerine yanaşacak, şamandıralara bağlanacak, ya da buralardan ayrılacak, Paşabahçe ve Dolmabahçe demir yerlerine demirleyecek ya da demirden kalkacak 1000GRT ve daha büyük ticaret gemileri ile 150 GRT üzerindeki yabancı gemiler, kılavuz kaptan almak zorunda olduğu“ yolundaki hüküm, 1982 tarihli eski tüzükte “her tonajdaki yabancı gemiler, ticaret gemileri kılavuz kaptan almak (madde 15)“ biçimindeydi. Buradan hareketle, 1996 tarihli İstanbul liman Tüzüğünün yukarıda söz edilen 1994 tarihli Boğazlar Tüzüğüne uyumlaştırıldığı söylenebilir. Halen Bakanlar Kurulunda imzaya açılan yeni tüzüğün de yayınlanmasıyla İstanbul ve Çanakkale Liman Tüzüklerinin de değiştirileceği sonucu çıkarılabilir.
Türk Boğazlarında trafiğin giderek yoğunlaşmasını hem tablo 3’de yer alan gemilerin toplam tonajının artışı ile hem de gemi sayısındaki artışla doğru orantılıdır. Mayıs 1996 da Tüzük hükümlerine göre; boyu 150 metreden büyük 689 adet gemi geçmiştir. (Deniz Sektörü Raporu, 1997:115) Türk denizcileri, Türk bayraklı gemiler için kılavuz kaptan alma zorunluluğunu kendi istekleriyle koydurmuş olsalar da, (Deniz Sektörü Raporu, 1997:196) bu durumdan rahatsızlık duymaktadırlar.(Cumhuriyet, 7 Aralık 1997) 1996’da İstanbul boğazında kılavuz alma oranı %41, seyir planı verme I %26 dır. Çanakkale Boğazında kılavuz oranı %28, seyir planı verme I oranı %37’dir.
1996 yılı itibariyle İstanbul Boğazından 49.952 ortalama gemi geçiş yapmış bu da günde 139 gemiye tekabül etmektedir. Çanakkale Boğazından 36.198 gemi, günde ortalama 99 gemi geçiş yapmıştır. İstanbul Boğazında yıllık miktarın %23’ü Türk, %62’si ise yabancı bayraklı gemilerdir. Sorun yabancı bayraklı gemilerden, özellikle Türk Boğazlar bölgesinde geçiş yapan tankerlerden kaynaklanmaktadır. 1996 yılında 4.248 adet tanker geçiş yapmış, Çanakkale Boğazında bu sayı 5.658’e ulaşmıştır.
Buna göre; İstanbul Boğazı’ndan günlük ortalama 12, Çanakkale Boğazından ise 16 adet tanker geçiş yapmıştır. İstanbul Boğazından geçiş yapan tankerlerin %47’si, Çanakkale Boğazından geçen tankerlerin %23’ü 150 m’den büyük gemilerdir. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını en sık kullanan ülkelerin Rusya Federasyonu,Ukrayna,Malta, Bulgaristan, Suriye, Yunanistan, Panama, Güney Kıbrıs, Honduras ve Romanya olduğu gerçeğinden hareketle Karadeniz’e kıyısı olan devletler ve bunun yanında Yunanistan gibi aramızda bir çok sorun olan ülkeyle yeni sorunlara yol açması yadırganmamalıdır. Bu da Boğazlar bağlamında Türkiye’ye yapılacak bir takım tazyiklerin artmasına yol açacaktır. ( Nokta, 8-14 Mart 1998: 27)
Bu da Türkiye’nin hem dış politikası hem de deniz ticaret filosu açısından değerlendirilir. Boğazları en fazla kullanan ülkelerden Yunanistan 156 ülke arasında 3. Sırada yer almaktadır. (Deniz Sektörü Raporu ’96, 1997 :139)
Türkiye ise; gemi kayıpları verme aşamasındadır. 1997 rakamlarına göre 17. sıraya inmiştir. Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin toplam deniz filosu içinde %1.4 pay alması düşündürücüdür. Bunun yanı sıra Türkiye’nin ve komşu ülkelerin deniz ticaret filoları (1 Ocak 1997) kapasiteleri incelendiğinde Yunanistan’ın en büyük payı aldığını ve buna 2. sırada Güney Kıbrıs’ın eklendiğini ve iki filo toplamının tüm deniz filosunun %11.7 sini oluşturduğu dikkate alındığında durumun ciddiyyeti daha iyi anlaşılabilir. 1987 de akaryakıt (ithalatı) taşıyıcılığı yapan Türk bayraklı gemilerin oranı %64.4 iken 1996 da bu oran %44.2 ye indi ve yabancı bayraklı gemilerin (ithalat) taşımacılığında payı 1986‘dan 1996’ya %32.6’dan %58.5’e yükseldi. (Deniz Sektörü Raporu’96, 1997:101) Türkiye, tüketime bağlı olarak artış gösteren ham petrol gereksinimi karşısında her yıl daha çok dışa bağımlı hale gelmektedir. (Deniz Sektörü Raporu ’96, 1997:102) Denizcilik sektörü yetkilileri 1997 yılında Endostar adlı tankerin Yunanlı bir armatöre satıldığını, TPAO adlı tankerin yandığını, Azmi Karaveli tankerinin hurdaya çıktığını ve veriler dikkate alındığında bu oranın düşeceğini belirtiyorlar (Cumhuriyet, 7 Aralık 1997) Türk Deniz Sektörü yetkilileri devletin finansman desteğinin yok denecek kadar az olduğundan yakınıyorlar ve buna ek olarak ABD’de bile deniz ticaretini geliştirmek için sübvansiyonların uygulamaya konduğunu ekliyorlar . Başbakanlık Denizcilik Müsteşarı Reşat Özkan da Türk deniz sektörünün sorunları olduğunu kabul ediyor. TBMM’de Tuzla Tersanesinde 1 yıl önce meydana gelen TPAO adlı tanker yangını dolayısıyla oluşturulan meclis araştırma komisyonu hazırladığı raporu Şubat1998’de genel kurula sunmuştur. DSP, CHP, ANAP ve RP gruplarınca verilen araştırma önergesi üzerine kurulan komisyonun raporunda, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizinde çevre kirliliği ve güvenliğini düzenleyecek özel bir birim oluşturulması ve bunun yanında ayrıca Denizcilik Bakanlığı kurulması gerektiği belirtilmiştir. (TBMM Bülteni, Şubat 1998:6)
Bu araştirma raporunda, Denizcilik Bakanligi’nin kurulmasina ek olarak yalnizca Marmara ve Bogazlar konusunda görev yapacak bir birim oluşturulmasi, bunun yaninda, Bogazlar bölgesindeki deniz trafigini girişlerden başlayarak güvenlik içinde düzenleyecek radar denetiminin kurulmasi ve bilgisayar destekli, kilavuz kaptanlarca kullanilacak sistemin ivedilikle gerçekleştirilmesi gerektigi bir kez daha belirtilmiştir. Bu tür sorunlarin çözülmesinin Denizcilik Bakanliginin kurulmasindan geçtigine şüphe yoksa da, siyasi iktidarlarin böyle bir Bakanlik kurma girişiminin üzerine tam olarak gitmedikleri de bir gerçektir.
Bu bağlamda, Türk deniz sektörünün sürekli kan kaybettiği bir ortamda, Türk tankerleri Yunanlı ve Kıbrıs Rum kesimi armatörleri tarafından satın alınmakta, bir başka ülkenin bayrağı ile Türkiye’ye petrol taşımayı sürdürmektedir. Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi gemileri Türkiye’ye petrol taşımacılığında Malta bayrağını tercih ettikleri de gözlemlenmektedir. Bir başka deyişle, Türk bayraklı gemilere tüzükde zorluk çıkarılması denizlerimizdeki petrol taşımacılığının Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimine geçmesine yol açıyor. Bu da Yunanistan ile aramızdaki sorunları, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminin destekçisi olan Rusya federasyonu ile olan ilişkilerimizi Boğazlar açısından zora sokmaktadır. ABD ile Rusya Federasyonu gerek Kafkasya gerek belli bölgelerde güç mücadelesine geri dönmüşlerdir. Dolayısıyla, bir bakıma Shatterbelt artık ne Güneydoğu Asya da ne Ortadoğu’dadır; daha belirgin olarak 21. y.y ‘ın kırılma kuşağı, Kafkasya da odaklanmıştır. Bu da Türk Boğazlarının hem çevresel strateji hem de jeostrateji açısından halen önemini korutmakta olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’nin bir diğer gündem maddesi de hem akademik çevrelerde hem basında hem de denizcilik sektöründe tartışılan gemi geçişlerinde alınacak geçiş vergisi konusudur.* Montreux Sözleşmesi’nin 2. maddesi geregince alinabilecek rüsum ve tekalüf Sözleşmenin Ekler (1) Bölümünde belirtilmiştir. 2. Dünya Savaşi öncesi altin Isviçre frankina göre belirlenen geçiş vergisi kur ayarlamalari yapilmadigindan ya da yanliş hesaplandigindan 50.000 dolar alinmasi gereken bir gemiden 8000 dolar alinmaktadir. Bunun degiştirilmesi ekonomik gelirin petrol tankerlerinin elinden alinmasi, Türk- Azerbaycan stratejik işbirligi çerçevesinde yeniden gündeme gelen Bakü - Ceyhan petrol Boru hatti projesinin işlerligini kolaylaştirabilir. (Cumhuriyet, 13 aralik 1997) Yine de altin frank hesabinin kisa bir sürede düzeltilecegi kanisina kapilmamak gerekir. Sorunu hem uluslararasi hukuk hem de uluslararasi güç dengeleri açisindan degerlendirmek gerekir. (Aybay, 1994:66) Kur ayarlamalari yapilsa bile, Rusya Federasyonu ve Yunanistan’in Bogazlar dişinda petrolü taşima projeleri de halen gündemdedir. Bu proje, Novorosisk‘e gelen petrolün Bulgaristan’in Burgaz limanina tankerlerle getirildikten sonra 300 km’lik boru hattiyla Yunanistan’in Dedeagaç (Aleksandra ) limanindan Akdeniz’e çikarilmasidir. Bu Türkiye’nin Bakü- Ceyhan petrol boru hatti projesine alternatif oluşturmaktadir. Bu proje aşagi yukari Baku-Ceyhan kadar maliyetlidir.
Türkiye’nin resmi görüşü Bakü-Ceyhan ile bogazlardan güvenli geçişin ilişkilendirilmemesi yolundadir. (Nokta, 23-29 Haziran 1996 :57)
Başbakanlik Denizcilik Müsteşari Reşat Özkan, Bogazlarda güvenli geçişin 1979 yilinda Independenta tankerinin yaptigi kaza ile yeni bir boyut kazandigini ve orta Asya petrollerinin konusundan daha önce çalişmalarin sonuçlandiginin altini çizmektedir. (Nokta, 23-29 Haziran: 57)
Sorun güvenli geçiş güvenli geçişin ve Istanbul’un güvenliginin nasil saglanacagi konusunda odaklanmalidir. Bu da deniz kirliligini önleyen sözleşmeleri uygulamakla imzalamakla mümkün olacaktir. Zaten Montreux sözleşmesinin 1. ve 2. Maddeleri geçiş serbestliginden formüle etmeden Türkiye’nin kazalardan dogacak zararlari tazmin etmeme hakkini dogurmaz. Bu hem bir cezai yaptirim hem de yeni bir para cezasi biçiminde olabilir. Bunun yaninda; kazadan dogacak hasarlarin uluslararasi özel hukuk mevzuatina uygun olarak tazmin edilmesi de mümkündür. Yalnizca kazalari önlemek yada en aza indirmek için geçiş güvenligi ilkesini yeniden boyutlandirmak gerekir. Bu ilkenin makalemizde de sikça vurguladigimiz gibi uluslararasi geçiş güvenliginin zedelenmemesi gerekir.
Bir diğer sorunda İstanbul Liman Tüzüğünden kaynaklanmaktadır. Bu tüzük 6 eylül 1996’da 22745 sayılı resmi gazetede yayınlanmıştır. Tüzük boğazlar bölgesinin bazı bölümlerini İstanbul Boğazının tümünü ve Çanakkale Boğazının büyük bölümünü liman sınırları içine alan bir düzenleme öngörmüştür. (Toluner, 1989: 166, 197 nolu dipnot) Ne var ki; boğazlarla ilgili diğer uluslararası antlaşmalar göz önünde bulundurulduğunda liman kavramına girmeyen sular, iç sular rejimine tabi tutulamaz. (Toluner, 1989:167) Bu bakımdan gerek eski tüzük, gerekse 6 Eylül 1996 tarihli İstanbul Liman Tüzüğü’nün uluslararası hukuka bütünüyle uyduğu söylenemez; ( Toluner, 1989:167) yinede, İstanbul Liman Tüzüğünün 44. maddesinde limana gelecek ya da limandan hareket edecek gemilerle transit gemilerin kaptan donatan yada acentalarına limana gelişten 24 saat önce bildirim yükümlüğü getirilmesi Montreux ve diğer uluslararası sözleşmelere uygundur. Toluner’in de sözünü ettiği gibi Monreux, limana uğramadan geçen gemilere ilişkin düzenlemeleri içermektedir. Bununla birlikte, transit geçen gemilerin de 44. madde içinde yer alması tartışmalara yer açabilir. Bu bağlamda, Toluner geminin taşıdığı yükün niteliği ve tehlikesine göre soruna yaklaşılması gerektiğini savunmaktadır. Yine, İstanbul Liman Tüzüğünün 8. Maddesi ve 1994 tarihli tüzüğün 43. maddesinde kılavuz alma ve römorkör alma zorunluluğundan söz edilmektedir. İstanbul Liman Tüzüğü’nün 8. maddesinin a fıkrasında ”limandaki iskele rıhtım, tesis ve işyerlerine yanaşacak, şamandıralara bağlanacak, ya da buralardan ayrılacak, Paşabahçe ve Dolmabahçe demir yerlerine demirleyecek ya da demirden kalkacak 1000GRT ve daha büyük ticaret gemileri ile 150 GRT üzerindeki yabancı gemiler, kılavuz kaptan almak zorunda olduğu“ yolundaki hüküm, 1982 tarihli eski tüzükte “her tonajdaki yabancı gemiler, ticaret gemileri kılavuz kaptan almak (madde 15)“ biçimindeydi. Buradan hareketle, 1996 tarihli İstanbul liman Tüzüğünün yukarıda söz edilen 1994 tarihli Boğazlar Tüzüğüne uyumlaştırıldığı söylenebilir. Halen Bakanlar Kurulunda imzaya açılan yeni tüzüğün de yayınlanmasıyla İstanbul ve Çanakkale Liman Tüzüklerinin de değiştirileceği sonucu çıkarılabilir.
Türk Boğazlarında trafiğin giderek yoğunlaşmasını hem tablo 3’de yer alan gemilerin toplam tonajının artışı ile hem de gemi sayısındaki artışla doğru orantılıdır. Mayıs 1996 da Tüzük hükümlerine göre; boyu 150 metreden büyük 689 adet gemi geçmiştir. (Deniz Sektörü Raporu, 1997:115) Türk denizcileri, Türk bayraklı gemiler için kılavuz kaptan alma zorunluluğunu kendi istekleriyle koydurmuş olsalar da, (Deniz Sektörü Raporu, 1997:196) bu durumdan rahatsızlık duymaktadırlar.(Cumhuriyet, 7 Aralık 1997) 1996’da İstanbul boğazında kılavuz alma oranı %41, seyir planı verme I %26 dır. Çanakkale Boğazında kılavuz oranı %28, seyir planı verme I oranı %37’dir.
1996 yılı itibariyle İstanbul Boğazından 49.952 ortalama gemi geçiş yapmış bu da günde 139 gemiye tekabül etmektedir. Çanakkale Boğazından 36.198 gemi, günde ortalama 99 gemi geçiş yapmıştır. İstanbul Boğazında yıllık miktarın %23’ü Türk, %62’si ise yabancı bayraklı gemilerdir. Sorun yabancı bayraklı gemilerden, özellikle Türk Boğazlar bölgesinde geçiş yapan tankerlerden kaynaklanmaktadır. 1996 yılında 4.248 adet tanker geçiş yapmış, Çanakkale Boğazında bu sayı 5.658’e ulaşmıştır.
Buna göre; İstanbul Boğazı’ndan günlük ortalama 12, Çanakkale Boğazından ise 16 adet tanker geçiş yapmıştır. İstanbul Boğazından geçiş yapan tankerlerin %47’si, Çanakkale Boğazından geçen tankerlerin %23’ü 150 m’den büyük gemilerdir. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını en sık kullanan ülkelerin Rusya Federasyonu,Ukrayna,Malta, Bulgaristan, Suriye, Yunanistan, Panama, Güney Kıbrıs, Honduras ve Romanya olduğu gerçeğinden hareketle Karadeniz’e kıyısı olan devletler ve bunun yanında Yunanistan gibi aramızda bir çok sorun olan ülkeyle yeni sorunlara yol açması yadırganmamalıdır. Bu da Boğazlar bağlamında Türkiye’ye yapılacak bir takım tazyiklerin artmasına yol açacaktır. ( Nokta, 8-14 Mart 1998: 27)
Bu da Türkiye’nin hem dış politikası hem de deniz ticaret filosu açısından değerlendirilir. Boğazları en fazla kullanan ülkelerden Yunanistan 156 ülke arasında 3. Sırada yer almaktadır. (Deniz Sektörü Raporu ’96, 1997 :139)
Türkiye ise; gemi kayıpları verme aşamasındadır. 1997 rakamlarına göre 17. sıraya inmiştir. Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin toplam deniz filosu içinde %1.4 pay alması düşündürücüdür. Bunun yanı sıra Türkiye’nin ve komşu ülkelerin deniz ticaret filoları (1 Ocak 1997) kapasiteleri incelendiğinde Yunanistan’ın en büyük payı aldığını ve buna 2. sırada Güney Kıbrıs’ın eklendiğini ve iki filo toplamının tüm deniz filosunun %11.7 sini oluşturduğu dikkate alındığında durumun ciddiyyeti daha iyi anlaşılabilir. 1987 de akaryakıt (ithalatı) taşıyıcılığı yapan Türk bayraklı gemilerin oranı %64.4 iken 1996 da bu oran %44.2 ye indi ve yabancı bayraklı gemilerin (ithalat) taşımacılığında payı 1986‘dan 1996’ya %32.6’dan %58.5’e yükseldi. (Deniz Sektörü Raporu’96, 1997:101) Türkiye, tüketime bağlı olarak artış gösteren ham petrol gereksinimi karşısında her yıl daha çok dışa bağımlı hale gelmektedir. (Deniz Sektörü Raporu ’96, 1997:102) Denizcilik sektörü yetkilileri 1997 yılında Endostar adlı tankerin Yunanlı bir armatöre satıldığını, TPAO adlı tankerin yandığını, Azmi Karaveli tankerinin hurdaya çıktığını ve veriler dikkate alındığında bu oranın düşeceğini belirtiyorlar (Cumhuriyet, 7 Aralık 1997) Türk Deniz Sektörü yetkilileri devletin finansman desteğinin yok denecek kadar az olduğundan yakınıyorlar ve buna ek olarak ABD’de bile deniz ticaretini geliştirmek için sübvansiyonların uygulamaya konduğunu ekliyorlar . Başbakanlık Denizcilik Müsteşarı Reşat Özkan da Türk deniz sektörünün sorunları olduğunu kabul ediyor. TBMM’de Tuzla Tersanesinde 1 yıl önce meydana gelen TPAO adlı tanker yangını dolayısıyla oluşturulan meclis araştırma komisyonu hazırladığı raporu Şubat1998’de genel kurula sunmuştur. DSP, CHP, ANAP ve RP gruplarınca verilen araştırma önergesi üzerine kurulan komisyonun raporunda, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizinde çevre kirliliği ve güvenliğini düzenleyecek özel bir birim oluşturulması ve bunun yanında ayrıca Denizcilik Bakanlığı kurulması gerektiği belirtilmiştir. (TBMM Bülteni, Şubat 1998:6)
Bu araştirma raporunda, Denizcilik Bakanligi’nin kurulmasina ek olarak yalnizca Marmara ve Bogazlar konusunda görev yapacak bir birim oluşturulmasi, bunun yaninda, Bogazlar bölgesindeki deniz trafigini girişlerden başlayarak güvenlik içinde düzenleyecek radar denetiminin kurulmasi ve bilgisayar destekli, kilavuz kaptanlarca kullanilacak sistemin ivedilikle gerçekleştirilmesi gerektigi bir kez daha belirtilmiştir. Bu tür sorunlarin çözülmesinin Denizcilik Bakanliginin kurulmasindan geçtigine şüphe yoksa da, siyasi iktidarlarin böyle bir Bakanlik kurma girişiminin üzerine tam olarak gitmedikleri de bir gerçektir.
Bu bağlamda, Türk deniz sektörünün sürekli kan kaybettiği bir ortamda, Türk tankerleri Yunanlı ve Kıbrıs Rum kesimi armatörleri tarafından satın alınmakta, bir başka ülkenin bayrağı ile Türkiye’ye petrol taşımayı sürdürmektedir. Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi gemileri Türkiye’ye petrol taşımacılığında Malta bayrağını tercih ettikleri de gözlemlenmektedir. Bir başka deyişle, Türk bayraklı gemilere tüzükde zorluk çıkarılması denizlerimizdeki petrol taşımacılığının Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimine geçmesine yol açıyor. Bu da Yunanistan ile aramızdaki sorunları, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminin destekçisi olan Rusya federasyonu ile olan ilişkilerimizi Boğazlar açısından zora sokmaktadır. ABD ile Rusya Federasyonu gerek Kafkasya gerek belli bölgelerde güç mücadelesine geri dönmüşlerdir. Dolayısıyla, bir bakıma Shatterbelt artık ne Güneydoğu Asya da ne Ortadoğu’dadır; daha belirgin olarak 21. y.y ‘ın kırılma kuşağı, Kafkasya da odaklanmıştır. Bu da Türk Boğazlarının hem çevresel strateji hem de jeostrateji açısından halen önemini korutmakta olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
sonuc
Boğazlar sorunu geçmişten günümüze gerek coğrafi gerek sosyal gerekse ekonomik açıdan önemini korumuştur. Boğazların askeri öneminin sürekli olarak azaldığı bu dönemde Boğazların çevresel güvenliği ön plana çıkmıştır. Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler açısından da geçmişten günümüze jeostratejik önemini yitirmemiştir, hatta petrol ve doğalgaz boru hatlarının giderek artması özellikle bu konudaki rekabettin arttığı bir dönemde ekostratejik bir önem kazanmıştır. Bu ekostratejik önem paradokssal olarak Boğazların çevresel güvenliğinin zedelenmesi sonucunu ön plana çıkarmıştır.
Montreux Antlaşmasi’nin tümden ya da bazi maddelerinin degiştirilmesi mutlaka uluslararasi hukuka ilişkin düzenlemeleri dikkate alacaktir. Türk diş politikasina yön veren etkenlerden biri de uluslararasi hukuka ve yaptigi anlaşmalara bagliliktan kaynaklanir.
Yine de uluslararası ilişkiler uluslararası hukuka göre daha etkin olmaktadır. Tüm bunların ışığında yeni dünya düzeninin getirdiği belirsizlik ve kaos ortamını, yeni bir dünya düzeninin daha henüz olgunlaşmadığını kabul ettiğimizde; Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu üçgeninde yer alan Türkiye, son yıllarda Boğazlar sorununu petrol boru hatlarıyla ensesinde hissetmiştir. Bugüne değin Montreux Sözleşmesinde savaş gemileri büyük bir sorun oluştururken, artık ticaret gemilerine ilişkin olarak, bunların geçiş serbestileri, yükleri ve zararsız geçiş hakları büyük bir sorun oluşturmaya başlamıştır.
Son onbeş yilin Türk diş politikasini genel olarak degerlendirdigimizde, Güneydogu sorununun Türk diş politikasini derinden etkiledigi görülmektedir. Bu bakimdan, ekonomik sorunlar, hükümet bunalimlari, Avrupa Birligi üyeliginin sürüncemede birakilmasi gibi sorunlarla ugraştigimiz bu dönemde. Montreux Sözleşmesinin günümüz şartlarina uygun olarak degiştirilmesinin mümkün olamayacagi kanisindayim. Kuşkusuz, Sözleşmenin sonsuza degin oldugu gibi sürdürülebilecegi anlamina da gelmemektedir. Yine de, uygun zaman ve uygun koşullar altinda bu degişim gündeme getirilebilir. Nitekim bu konudaki yasal boşluklar farkli bir düzeyde giderilmeye çalişilmaktadir. Bu baglamda, 11 Ocak 1994 tarihli Tüzük’ün 20’ye yakin maddesinin degiştirilmesi gündeme getirilmiştir. Bu konuda çalişmalar Denizcilik Müsteşarligi tarafindan sürdürülmektedir.
Montreux Sözleşmesinin degişmesi ya da yeniden yapilandirilmasi sorunu öncelikle Dişişleri Bakanligini ilgilendirmektedir. Dişişleri Bakanliginin yani sira Ortadogu ve Balkan Incelemeleri Vakfi Türk Bogazlari Gönüllü Izleme Grubu kurulmuş ve bilimsel platformda yapitlar yayinlamişlardir. Türkiye’de bu konuda ve diger konularda think-tank kuruluşlarinin artmasi olumlu bir gelişmedir. Bogazlarin çevresel güvenligi sorunu ile çevre dernekleri de yakindan ilgilenmektedir. Ancak tüm bunlar Türkiye’nin uluslararasi platformda sesini yeterince duyurmasini saglayamamaktadir. Eger Montreux Sözleşmesinin bazi maddelerinin degiştirilmesi isteniyorsa gerekli alt yapi çalişmalari tamamlanmali ve Montreux’a taraf ülkelere tüm bunlar anlatilmalidir. Hazirlik ve alt yapi çalişmalari ve dünya konjonktürü uygun olmadan degişim yapilmasi eldeki kazanimlarin da kaybedilmesine yol açabilir.
Atatürk, 1936’da Yunus Nadi‘ye dikte ettirdiği yazıda* Boğazlarda Türk egemenliğinin sürekliliği ve tartışılmazlığını vurgulamaktadır. Montreux’den günümüze ulusal egemenlik konusundaki tutarlılık ve gerekçeler aynı şekilde sürmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin Montreux Sözleşmesi ve taraf olduğu uluslararası sözleşmelere halel getirmeden yaptığı ve yapacağı düzenlemeler uluslararası hukukun ve uluslararası ilişkilerin doğasına uygundur.
Türkiye’nin Boğazlar konusunda yapmış olduğu tüm düzenlemeler geçmişte de belli güç ve dengeleri korumaya yönelmiştir. Bu durum bugün de böyle gelecekte de böyle olmalıdır. Dolayısıyla, Boğazlar konusunda yapılacak her türden öneri sırasında taraf ülkelerin çıkar ve beklentileri göz ardı edilmeksizin, bunlardan çok daha önemli olarak, Türkiye’nin çıkar ve güvenliği göz önünde bulundurulmak zorundadır. Şu da unutulmamalıdır ki; Atatürk’ün dediği gibi, hiçbir güç Türkiye’nin çıkarlarına aykırı düzenlemeleri Türkiye’ye dikte ettiremez .
MISIR VE BOĞAZLAR SORUNU GEÇMİŞ ZAMANLARI
III.Selim Mehmet Ali’yi Mısır Valiliğine atadı.Böylece Mısır’da Kavalalı Mehmet Paşa dönemi başladı.
Otoriteler bir yönetim kuran Mehmet ali kısa sürede Mısır’ı kalkındırdı.Gelirlerini arttırdı.Avrupa’da kendisine büyük bir hayranlık uyandırdı.Fransa’nın yardımı ile güçlü bir ordu kurdu.Bu ordu ile ;
a) 1807’de İngilizlerin Mısır’ı işgal etmesi önlendi.
b) 1812’de çıkan Vehhabi isyanı bastırıldı.
c) 1822’de II.Mahmut’un isteği üzerine , Moraya asker gönderilerek rum isyanı bastırıldı.
MISIR İSYANI’NIN NEDENLERİ :
1. Mehmet Ali’nin Mısır’da kendi soyunun yönetiminde bağımsız bir devlet kurmak istemesi.
2. Mora Valiliğinin Mehmet Ali’ye verilmemesi.
3. Mehmet Ali’nin 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’nda padişahın istediği yardımı göndermemesi.
4. Padişah II.Mahmut’un valiyi kiskanmasi ve kin tutmasi
İsyan 1830’da başladı.Mehmet Ali’nin oğlu İbrahim Paşa Osmanlı ordularını birçok kez yenerek İstanbul üzerine yürümeye başladı. O zamana kadar olayı İmparatorluğunun bir iç sorunu olarak gören İngiltere müdehale ederek savaşı durdurdu.
Not: Bu isyanda Fransa açıktan açığa Mehmet Ali’yi destekledi. İngiltere başlangıçta tarafsız kalınca Padişah II.Mahmut “Denize düşen yılana sarılır” diyerek Rusya’dan yardım istedi.Bir Rus filosu boğazı geçerek İstanbul’a geldi.İşte o zaman İngiltere tarafsızlığını bırakarak olaya karıştı.
KÜTAHYA ANTLAŞMASI 1833
Nedeni : Rusların boğazlardan çekilmesini isteyen İngiltere Osmanlı Devleti ve Mısır valisi arasında bu antlaşmayı sağlamıştır.
Hükümleri :
1. Mehmet Ali Paşa’ya Misir’dan başka Suriye ve Girit valilikleri de verildi.
2. Oğlu İbrahim Paşa’ya Adana ve Cidde valilikleri verildi.
Not: Antlaşma her iki tarafi da tatmin etmedi. Padişah çok şey kaybettigini ,Mehmet Ali, hiçbir şey alamadigi savunuyordu.Bu nedenle savaş yeniden başlayabilirdi.
HÜNKAR İSKELESİ ANTLAŞMASI 1833
Nedenleri : Kütahya Antlaşmasina ragmen Ikinci Mahmut , Mehmet Ali Paşa’nin yeni bir saldirisindan çekiniyor ve bu konuda Ingiltere ve Fransa’ya güvenmiyordu. Bu nedenle Ruslar ile bu antlaşma imzalanmiştir.
Hükümleri :
1. Rusya bir saldırıya uğrarsa Osmanlı Devleti sadece boğazları kapıyacak.
2. Osmanlı Devleti bir saldırıya uğrarsa Rusya askeri yardımda bulunacak , yalnız bu ordunun masraflarını Osmanlı Devleti karşılayacak.
3. Bu antlaşma 8 yil süreli olacak.
Not : Osmanlı Devleti’nin Boğazlar ile ilgili egemenlik hakkını kullanarak imzaladığı son antlaşmadır.
Yorum : Bu antlaşma ile Dünya’da bir Bogazlar Sorunu başlamiştir.
LONDRA SÖZLEŞMESI 1840
Nedeni : Kütahya Antl. Memnun olmayan Osmanlı Devleti ve Kavalalı arasında yeniden savaşlar başladı.Nizip savaşında Mısır orduları Osmanlı orduları yendi.Bu durumda hünkar iskelesine göre Rusların müdahalesini istemeyen İngiltere ,Londra’da bir konferans düzenledi.
Hükümleri :
1. Mısır, Osmanlılarda kalacak , yönetimi ise Mehmet Ali Paşa ve oğullarına bırakılacaktı.
2. Mısır ,Osmanlı Devletine yıllık vergi ödeyecekti.
3. Suriye , Girit ve Adana Osmanlı Devletine yeniden verilecekti.
Sonuç :
Fransa’ya güvenen Mehmet Ali Paşa bu koşullari kabul etmedi. Fakat Osmanli-Ingiliz ortak kuvvetlerine yenilince kabul etmek zorunda kaldi.
Yorum : Böylece Mısır sorunu çözümlenmiştir.
LONDRA BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ 1841
Nedenleri : Osmanlı Devletinin Rusya ile imzaladığı Hünkar İskelesi Antlaşmasının yürürlük süresi bitince , İngiltere’nin girişimi sonunda İngiltere , Osmanlı Devleti ,Rusya , Avusturya , Prusya ve Fransa arasında Lodra sözleşmesi imzalandı.
Buna göre ;
1. Boğazlar Osmanlı devletinin egemenliğinde kalacak.
2. Barış zamanında Boğazlardan hiçbir savaş gemisi geçemiyecekti.
Not: Bu sözleşme bogazlar ile ilgili olarak imzalanan ilk uluslar arasi sözleşmedir.
MACAR MÜLTECİLER SORUNU 1848
Avusturya’ya karşi ayaklanan Macarlar Osmanli Devletine sigindi. Osmanli Devletinin Macar mültecileri geri vermemesi Avrupa’da sayginligini arttirdi. Ayrica Kirim savaşinda Ingiltere’nin ve Fransa’nin Osmanli Devletine yardim etmesinin nedenlerinden biri oldu.
KIRIM SAVAŞI (1853-1856)
Nedenleri:
1. Macar mültecilere Osmanlı devletinin sahip çıkması.
2. Kudüs’te Fransızlarla Ruslar arası çıkan “kutsal yerler” sorunu
3. Rus çarının hasta adam deyimini kullanarak İngiltere’ye Osmanlı topraklarının paylaşılması önermesi.
4. Osmanlı Devletinin ıslahat hareketleriyle güçlenmesinin Rusya’nın işine gelmemesi.
5. İstanbul’a olağanüstü elçi olarak gelen Prens Mençikof’un kabul edilemez isteklerde bulunması.
İsteklerini zorla kabul ettirmek isteyen Rusya , Eflak ve Boğdan’ı işgal etti. Böylece yeni bir Osmanlı Rus savaşı başlamış oldu.
Ruslar 30 Kasım 1830'da Sinop'ta bulunan Osmanlı donanmasını yaktılar.Kafkaslardan saldırarak doğu anadoluyu işgale başladılar.
Sinop baskınından sonra İngiltere , Fransa ve Piyemonte krallığı , Osmanlı Devletinin yanında savaşa katıldılar. Birleşik kuvvetler Kırım'ın Sivastapol bölgesine saldırdı.Böylece Osmanlı-Rus savaşı Kırım savaşına dönüştü.Aylarca süren siper savaşlarından sonra Rusya yenilgiyi kabul edererk barış istedi.Doğuda ise Ruslar 1855'te Kars'ı aldı.
Not: Osmanlı Devleti ilk borç parayı bu savaş sırasından 1854'te İngiltere'den aldı.
PARİS ANTLAŞMASI 1856
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalandı.
1. Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılarak , Avrupa Devletler Hukukundan yararlanması kabul edildi.
2. Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğü Avrupa Devletlerinin toplu garantisi altına alındı.
(Osmanlı Devletinin kendisini koruyamayacağı kanıtlandı.)
3. Eflak ve Boğdan'a özerklik verilecekti.
4. Karadeniz tarafsız bir eniz olacak , bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı , ticaret gemilerine açık bulunacaktı.Osmanlı Devleti ve Rusya , bu denizde donanma bulundurmayacak , tershane kuramaycaktı.
5. Tuna nehrinde ticaret serbest olacaktı. Kontrolü anlaşmayı imzalayan devletlerin oluşturacağı bir komisyon sağlayacaktı.
6. Boğazlar , 1841 Londra sözleşmesine göre yönetilecekti.
7. Taraflar bu savaş sırasında aldıkları yerleri geri verecekti.
8. 1856 Islahat Fermanına göre yapılacak İslahata hiçbir Avrupa devleti karışmayacaktı.
Not:
- Antlaşmaya Osmanlı Devleti , İngiltere, Fransa , Rusya ve Piyemonte imzaladı .Ayrıca Kırım savaşına katılmayan Avusturya ve Prusya'da antlaşmayı imzaladılar.
- Antlaşmada, Osmanlı Devleti ile yenile Rusya'nın eşit koşullarda düşünülmesi dikkat çekicidir.
- Rusya'nın karadeniz ve boğazlara inmesi bir süre için önlenmiştir.
- Islahat fermanı bu antlaşmanın 9 . maddesinde yer almıştır.Amaç iç işlerine karışılmasını önlemektir.
PAN İSLAVİZM
Rusya'nın balkanlarda yaşayan tüm Slav kökenlileri birleştirme düşüncesidir.19.yy ikinci yarısında ortaya çıkmıştır.Amaç balkanları kullanarak sıcak denizlere inmektir
OSMANLI -RUS SAVAŞI (93 HARPİ-1877-1878)
Nedenleri:
1. 1870'de İtalya , 1871 Almanya birliğinin kurulması ile Avrupa güçler dengesinde önemli değişiklerin olması.
2. Avrupadaki siyasal olayları izleyen İngiltere ve Fransa'nın 1870 'de Rusya 'nın Karadeniz'in tarafsızlığını bozmasına engel olmamaları.
3. Rusya'nın pan islavizm politikası sonucunda Balkanlarda ayaklanmaların başlaması.
(İlk Ayaklanmayı 1875'de Bosna-Hersek başlattı.)
4.Abdullaziz'in Rus istekleri doğrultusunda Mahmut Nedim paşayı sadrazam yapması.Bulgar Kilisesine özerklik verilmesi.
5. Osmanlı-Rus savaşını istemeyen Avrupa devletleri ,Balkanların durumun görüşmek amacıyla İstanbul konferansını topladılar.Konferansa , Osmanlı Devleti ,Rusya , İngiltere ,Fransa ,Avusturya ,Almanya ve İtlaya katıldı.Konferansın başlayacağı saatte
(23 Aralık 1876 ) I.Meşrutiyet ilan edildi. Konferansa başkanlık eden , hariciye nazırı Saffet Paşa , artık konferansa gerek kalmadığı bildirerek toplantıyı kapattı.
Ancak yabancı devlet temsilcileri toplantıya devam ederek şu kararları aldılar.
a) Sırpistan ve Karadağ'dan Türk askerleri çekilsin.
b) Bulgaristan doğu ve batı diye iki eyalete ayrılsın ve özerklik verilsin.
c) Bosna-Hersek özerk olsun.
Osmanlı Devleti bu kararları kabul etmedi. Konferans dağıldı.Daha sonra yapılan Londra konferansı kararıda kabul edilmeyince yeni bir Osmanlı-Rus savaşı başladı.
Ruslar , Balkanlarda ve Doğu Anadolu'da saldırıya geçtiler.Rus kuvvetleri Plevnede Osman Paşa tarafından durduruldu ise de yardım alamayınca eser düştü.İlerleyen Ruslar Ayestefenos (Yeşilköy)' a kadar geldiler.Doğuda ise Erzurum'a kadar ilerlediler.
Rusya ile 3 Mart 1878 Ayestefenos (Yeşilköy) antlaşmasını imzaladı.
Buna göre :
1. Büyük Bulgaristan Krallığı kurulacaktı.
2. Bosna-Hersek'e özerklik verilecekti.
3. Romanya ,Sırpistan ,Karadağ tam bağımsız olacaktı.
4. Teselya Yunanistan'a , Batum,Kars,Ardahan ,Doğu Beyazıd Rusya'ya verilecekti.
5. Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacaktı.
6. Rusya'ya 30 milyan savaş zararı (tazminat) ödenecekti.
NOT:
Antlaşma ile Rusya'nın güçlenmesi , İngiltere ve Fransa'nın çıkarlarına uygun olmadığı için karşı çıktılar .Bu nedenle Ayestefenos (Yeşilköy) antlaşması yürürlüğe girmedi.
BERLİN ANTLAŞMASI ( 13 Temmuz 1878)
1. Bulgaristan 3 kısıma ayrıldı. Osmanlılara verilen Makedonya , özerk olan Doğu Rumeli , prenslik haline gelen Bulgaristan
2. Bosna-Hersek'in yönetimi Avusturya'ya bırakıldı.
3. Karadağ ,Romanya ve Sırbistan'a tam bağımsızlık verildi.
4. Kars , Ardahan , Batum ;Rusya'ya , Doğu Beyazıd; Osmanlılara verildi.
5. Ermenistan'da ıslahat yapılacaktı.
6. Teselye Yunanistan'a verildi.
7. Rusya 60 milyon savaş zararı verilecekti.
NOT : Berlin antlaşmasından sonra İngiltere ve Fransa , Osmanlı İmp. parçalanmasına giriştiler.Paris antlaşmasına aykırı olan bu durumun temel nedeni ham madde ve pazar ihtiyacının artmasıdır.
Yine de uluslararası ilişkiler uluslararası hukuka göre daha etkin olmaktadır. Tüm bunların ışığında yeni dünya düzeninin getirdiği belirsizlik ve kaos ortamını, yeni bir dünya düzeninin daha henüz olgunlaşmadığını kabul ettiğimizde; Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu üçgeninde yer alan Türkiye, son yıllarda Boğazlar sorununu petrol boru hatlarıyla ensesinde hissetmiştir. Bugüne değin Montreux Sözleşmesinde savaş gemileri büyük bir sorun oluştururken, artık ticaret gemilerine ilişkin olarak, bunların geçiş serbestileri, yükleri ve zararsız geçiş hakları büyük bir sorun oluşturmaya başlamıştır.
Son onbeş yilin Türk diş politikasini genel olarak degerlendirdigimizde, Güneydogu sorununun Türk diş politikasini derinden etkiledigi görülmektedir. Bu bakimdan, ekonomik sorunlar, hükümet bunalimlari, Avrupa Birligi üyeliginin sürüncemede birakilmasi gibi sorunlarla ugraştigimiz bu dönemde. Montreux Sözleşmesinin günümüz şartlarina uygun olarak degiştirilmesinin mümkün olamayacagi kanisindayim. Kuşkusuz, Sözleşmenin sonsuza degin oldugu gibi sürdürülebilecegi anlamina da gelmemektedir. Yine de, uygun zaman ve uygun koşullar altinda bu degişim gündeme getirilebilir. Nitekim bu konudaki yasal boşluklar farkli bir düzeyde giderilmeye çalişilmaktadir. Bu baglamda, 11 Ocak 1994 tarihli Tüzük’ün 20’ye yakin maddesinin degiştirilmesi gündeme getirilmiştir. Bu konuda çalişmalar Denizcilik Müsteşarligi tarafindan sürdürülmektedir.
Montreux Sözleşmesinin degişmesi ya da yeniden yapilandirilmasi sorunu öncelikle Dişişleri Bakanligini ilgilendirmektedir. Dişişleri Bakanliginin yani sira Ortadogu ve Balkan Incelemeleri Vakfi Türk Bogazlari Gönüllü Izleme Grubu kurulmuş ve bilimsel platformda yapitlar yayinlamişlardir. Türkiye’de bu konuda ve diger konularda think-tank kuruluşlarinin artmasi olumlu bir gelişmedir. Bogazlarin çevresel güvenligi sorunu ile çevre dernekleri de yakindan ilgilenmektedir. Ancak tüm bunlar Türkiye’nin uluslararasi platformda sesini yeterince duyurmasini saglayamamaktadir. Eger Montreux Sözleşmesinin bazi maddelerinin degiştirilmesi isteniyorsa gerekli alt yapi çalişmalari tamamlanmali ve Montreux’a taraf ülkelere tüm bunlar anlatilmalidir. Hazirlik ve alt yapi çalişmalari ve dünya konjonktürü uygun olmadan degişim yapilmasi eldeki kazanimlarin da kaybedilmesine yol açabilir.
Atatürk, 1936’da Yunus Nadi‘ye dikte ettirdiği yazıda* Boğazlarda Türk egemenliğinin sürekliliği ve tartışılmazlığını vurgulamaktadır. Montreux’den günümüze ulusal egemenlik konusundaki tutarlılık ve gerekçeler aynı şekilde sürmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin Montreux Sözleşmesi ve taraf olduğu uluslararası sözleşmelere halel getirmeden yaptığı ve yapacağı düzenlemeler uluslararası hukukun ve uluslararası ilişkilerin doğasına uygundur.
Türkiye’nin Boğazlar konusunda yapmış olduğu tüm düzenlemeler geçmişte de belli güç ve dengeleri korumaya yönelmiştir. Bu durum bugün de böyle gelecekte de böyle olmalıdır. Dolayısıyla, Boğazlar konusunda yapılacak her türden öneri sırasında taraf ülkelerin çıkar ve beklentileri göz ardı edilmeksizin, bunlardan çok daha önemli olarak, Türkiye’nin çıkar ve güvenliği göz önünde bulundurulmak zorundadır. Şu da unutulmamalıdır ki; Atatürk’ün dediği gibi, hiçbir güç Türkiye’nin çıkarlarına aykırı düzenlemeleri Türkiye’ye dikte ettiremez .
MISIR VE BOĞAZLAR SORUNU GEÇMİŞ ZAMANLARI
III.Selim Mehmet Ali’yi Mısır Valiliğine atadı.Böylece Mısır’da Kavalalı Mehmet Paşa dönemi başladı.
Otoriteler bir yönetim kuran Mehmet ali kısa sürede Mısır’ı kalkındırdı.Gelirlerini arttırdı.Avrupa’da kendisine büyük bir hayranlık uyandırdı.Fransa’nın yardımı ile güçlü bir ordu kurdu.Bu ordu ile ;
a) 1807’de İngilizlerin Mısır’ı işgal etmesi önlendi.
b) 1812’de çıkan Vehhabi isyanı bastırıldı.
c) 1822’de II.Mahmut’un isteği üzerine , Moraya asker gönderilerek rum isyanı bastırıldı.
MISIR İSYANI’NIN NEDENLERİ :
1. Mehmet Ali’nin Mısır’da kendi soyunun yönetiminde bağımsız bir devlet kurmak istemesi.
2. Mora Valiliğinin Mehmet Ali’ye verilmemesi.
3. Mehmet Ali’nin 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’nda padişahın istediği yardımı göndermemesi.
4. Padişah II.Mahmut’un valiyi kiskanmasi ve kin tutmasi
İsyan 1830’da başladı.Mehmet Ali’nin oğlu İbrahim Paşa Osmanlı ordularını birçok kez yenerek İstanbul üzerine yürümeye başladı. O zamana kadar olayı İmparatorluğunun bir iç sorunu olarak gören İngiltere müdehale ederek savaşı durdurdu.
Not: Bu isyanda Fransa açıktan açığa Mehmet Ali’yi destekledi. İngiltere başlangıçta tarafsız kalınca Padişah II.Mahmut “Denize düşen yılana sarılır” diyerek Rusya’dan yardım istedi.Bir Rus filosu boğazı geçerek İstanbul’a geldi.İşte o zaman İngiltere tarafsızlığını bırakarak olaya karıştı.
KÜTAHYA ANTLAŞMASI 1833
Nedeni : Rusların boğazlardan çekilmesini isteyen İngiltere Osmanlı Devleti ve Mısır valisi arasında bu antlaşmayı sağlamıştır.
Hükümleri :
1. Mehmet Ali Paşa’ya Misir’dan başka Suriye ve Girit valilikleri de verildi.
2. Oğlu İbrahim Paşa’ya Adana ve Cidde valilikleri verildi.
Not: Antlaşma her iki tarafi da tatmin etmedi. Padişah çok şey kaybettigini ,Mehmet Ali, hiçbir şey alamadigi savunuyordu.Bu nedenle savaş yeniden başlayabilirdi.
HÜNKAR İSKELESİ ANTLAŞMASI 1833
Nedenleri : Kütahya Antlaşmasina ragmen Ikinci Mahmut , Mehmet Ali Paşa’nin yeni bir saldirisindan çekiniyor ve bu konuda Ingiltere ve Fransa’ya güvenmiyordu. Bu nedenle Ruslar ile bu antlaşma imzalanmiştir.
Hükümleri :
1. Rusya bir saldırıya uğrarsa Osmanlı Devleti sadece boğazları kapıyacak.
2. Osmanlı Devleti bir saldırıya uğrarsa Rusya askeri yardımda bulunacak , yalnız bu ordunun masraflarını Osmanlı Devleti karşılayacak.
3. Bu antlaşma 8 yil süreli olacak.
Not : Osmanlı Devleti’nin Boğazlar ile ilgili egemenlik hakkını kullanarak imzaladığı son antlaşmadır.
Yorum : Bu antlaşma ile Dünya’da bir Bogazlar Sorunu başlamiştir.
LONDRA SÖZLEŞMESI 1840
Nedeni : Kütahya Antl. Memnun olmayan Osmanlı Devleti ve Kavalalı arasında yeniden savaşlar başladı.Nizip savaşında Mısır orduları Osmanlı orduları yendi.Bu durumda hünkar iskelesine göre Rusların müdahalesini istemeyen İngiltere ,Londra’da bir konferans düzenledi.
Hükümleri :
1. Mısır, Osmanlılarda kalacak , yönetimi ise Mehmet Ali Paşa ve oğullarına bırakılacaktı.
2. Mısır ,Osmanlı Devletine yıllık vergi ödeyecekti.
3. Suriye , Girit ve Adana Osmanlı Devletine yeniden verilecekti.
Sonuç :
Fransa’ya güvenen Mehmet Ali Paşa bu koşullari kabul etmedi. Fakat Osmanli-Ingiliz ortak kuvvetlerine yenilince kabul etmek zorunda kaldi.
Yorum : Böylece Mısır sorunu çözümlenmiştir.
LONDRA BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ 1841
Nedenleri : Osmanlı Devletinin Rusya ile imzaladığı Hünkar İskelesi Antlaşmasının yürürlük süresi bitince , İngiltere’nin girişimi sonunda İngiltere , Osmanlı Devleti ,Rusya , Avusturya , Prusya ve Fransa arasında Lodra sözleşmesi imzalandı.
Buna göre ;
1. Boğazlar Osmanlı devletinin egemenliğinde kalacak.
2. Barış zamanında Boğazlardan hiçbir savaş gemisi geçemiyecekti.
Not: Bu sözleşme bogazlar ile ilgili olarak imzalanan ilk uluslar arasi sözleşmedir.
MACAR MÜLTECİLER SORUNU 1848
Avusturya’ya karşi ayaklanan Macarlar Osmanli Devletine sigindi. Osmanli Devletinin Macar mültecileri geri vermemesi Avrupa’da sayginligini arttirdi. Ayrica Kirim savaşinda Ingiltere’nin ve Fransa’nin Osmanli Devletine yardim etmesinin nedenlerinden biri oldu.
KIRIM SAVAŞI (1853-1856)
Nedenleri:
1. Macar mültecilere Osmanlı devletinin sahip çıkması.
2. Kudüs’te Fransızlarla Ruslar arası çıkan “kutsal yerler” sorunu
3. Rus çarının hasta adam deyimini kullanarak İngiltere’ye Osmanlı topraklarının paylaşılması önermesi.
4. Osmanlı Devletinin ıslahat hareketleriyle güçlenmesinin Rusya’nın işine gelmemesi.
5. İstanbul’a olağanüstü elçi olarak gelen Prens Mençikof’un kabul edilemez isteklerde bulunması.
İsteklerini zorla kabul ettirmek isteyen Rusya , Eflak ve Boğdan’ı işgal etti. Böylece yeni bir Osmanlı Rus savaşı başlamış oldu.
Ruslar 30 Kasım 1830'da Sinop'ta bulunan Osmanlı donanmasını yaktılar.Kafkaslardan saldırarak doğu anadoluyu işgale başladılar.
Sinop baskınından sonra İngiltere , Fransa ve Piyemonte krallığı , Osmanlı Devletinin yanında savaşa katıldılar. Birleşik kuvvetler Kırım'ın Sivastapol bölgesine saldırdı.Böylece Osmanlı-Rus savaşı Kırım savaşına dönüştü.Aylarca süren siper savaşlarından sonra Rusya yenilgiyi kabul edererk barış istedi.Doğuda ise Ruslar 1855'te Kars'ı aldı.
Not: Osmanlı Devleti ilk borç parayı bu savaş sırasından 1854'te İngiltere'den aldı.
- Florans Naytingeyt adlı İngiliz genç kızı gönüllü hemşireliği başlattı.
- Piyomente bu savaşa , İtalyan birliği kurarken Fransa'nın desteğini sağlamak için katıldı.
PARİS ANTLAŞMASI 1856
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalandı.
1. Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılarak , Avrupa Devletler Hukukundan yararlanması kabul edildi.
2. Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğü Avrupa Devletlerinin toplu garantisi altına alındı.
(Osmanlı Devletinin kendisini koruyamayacağı kanıtlandı.)
3. Eflak ve Boğdan'a özerklik verilecekti.
4. Karadeniz tarafsız bir eniz olacak , bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı , ticaret gemilerine açık bulunacaktı.Osmanlı Devleti ve Rusya , bu denizde donanma bulundurmayacak , tershane kuramaycaktı.
5. Tuna nehrinde ticaret serbest olacaktı. Kontrolü anlaşmayı imzalayan devletlerin oluşturacağı bir komisyon sağlayacaktı.
6. Boğazlar , 1841 Londra sözleşmesine göre yönetilecekti.
7. Taraflar bu savaş sırasında aldıkları yerleri geri verecekti.
8. 1856 Islahat Fermanına göre yapılacak İslahata hiçbir Avrupa devleti karışmayacaktı.
Not:
- Antlaşmaya Osmanlı Devleti , İngiltere, Fransa , Rusya ve Piyemonte imzaladı .Ayrıca Kırım savaşına katılmayan Avusturya ve Prusya'da antlaşmayı imzaladılar.
- Antlaşmada, Osmanlı Devleti ile yenile Rusya'nın eşit koşullarda düşünülmesi dikkat çekicidir.
- Rusya'nın karadeniz ve boğazlara inmesi bir süre için önlenmiştir.
- Islahat fermanı bu antlaşmanın 9 . maddesinde yer almıştır.Amaç iç işlerine karışılmasını önlemektir.
PAN İSLAVİZM
Rusya'nın balkanlarda yaşayan tüm Slav kökenlileri birleştirme düşüncesidir.19.yy ikinci yarısında ortaya çıkmıştır.Amaç balkanları kullanarak sıcak denizlere inmektir
OSMANLI -RUS SAVAŞI (93 HARPİ-1877-1878)
Nedenleri:
1. 1870'de İtalya , 1871 Almanya birliğinin kurulması ile Avrupa güçler dengesinde önemli değişiklerin olması.
2. Avrupadaki siyasal olayları izleyen İngiltere ve Fransa'nın 1870 'de Rusya 'nın Karadeniz'in tarafsızlığını bozmasına engel olmamaları.
3. Rusya'nın pan islavizm politikası sonucunda Balkanlarda ayaklanmaların başlaması.
(İlk Ayaklanmayı 1875'de Bosna-Hersek başlattı.)
4.Abdullaziz'in Rus istekleri doğrultusunda Mahmut Nedim paşayı sadrazam yapması.Bulgar Kilisesine özerklik verilmesi.
5. Osmanlı-Rus savaşını istemeyen Avrupa devletleri ,Balkanların durumun görüşmek amacıyla İstanbul konferansını topladılar.Konferansa , Osmanlı Devleti ,Rusya , İngiltere ,Fransa ,Avusturya ,Almanya ve İtlaya katıldı.Konferansın başlayacağı saatte
(23 Aralık 1876 ) I.Meşrutiyet ilan edildi. Konferansa başkanlık eden , hariciye nazırı Saffet Paşa , artık konferansa gerek kalmadığı bildirerek toplantıyı kapattı.
Ancak yabancı devlet temsilcileri toplantıya devam ederek şu kararları aldılar.
a) Sırpistan ve Karadağ'dan Türk askerleri çekilsin.
b) Bulgaristan doğu ve batı diye iki eyalete ayrılsın ve özerklik verilsin.
c) Bosna-Hersek özerk olsun.
Osmanlı Devleti bu kararları kabul etmedi. Konferans dağıldı.Daha sonra yapılan Londra konferansı kararıda kabul edilmeyince yeni bir Osmanlı-Rus savaşı başladı.
Ruslar , Balkanlarda ve Doğu Anadolu'da saldırıya geçtiler.Rus kuvvetleri Plevnede Osman Paşa tarafından durduruldu ise de yardım alamayınca eser düştü.İlerleyen Ruslar Ayestefenos (Yeşilköy)' a kadar geldiler.Doğuda ise Erzurum'a kadar ilerlediler.
Rusya ile 3 Mart 1878 Ayestefenos (Yeşilköy) antlaşmasını imzaladı.
Buna göre :
1. Büyük Bulgaristan Krallığı kurulacaktı.
2. Bosna-Hersek'e özerklik verilecekti.
3. Romanya ,Sırpistan ,Karadağ tam bağımsız olacaktı.
4. Teselya Yunanistan'a , Batum,Kars,Ardahan ,Doğu Beyazıd Rusya'ya verilecekti.
5. Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacaktı.
6. Rusya'ya 30 milyan savaş zararı (tazminat) ödenecekti.
NOT:
Antlaşma ile Rusya'nın güçlenmesi , İngiltere ve Fransa'nın çıkarlarına uygun olmadığı için karşı çıktılar .Bu nedenle Ayestefenos (Yeşilköy) antlaşması yürürlüğe girmedi.
BERLİN ANTLAŞMASI ( 13 Temmuz 1878)
1. Bulgaristan 3 kısıma ayrıldı. Osmanlılara verilen Makedonya , özerk olan Doğu Rumeli , prenslik haline gelen Bulgaristan
2. Bosna-Hersek'in yönetimi Avusturya'ya bırakıldı.
3. Karadağ ,Romanya ve Sırbistan'a tam bağımsızlık verildi.
4. Kars , Ardahan , Batum ;Rusya'ya , Doğu Beyazıd; Osmanlılara verildi.
5. Ermenistan'da ıslahat yapılacaktı.
6. Teselye Yunanistan'a verildi.
7. Rusya 60 milyon savaş zararı verilecekti.
NOT : Berlin antlaşmasından sonra İngiltere ve Fransa , Osmanlı İmp. parçalanmasına giriştiler.Paris antlaşmasına aykırı olan bu durumun temel nedeni ham madde ve pazar ihtiyacının artmasıdır.