*MeleK*
♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Mevlâna’nın Vefatı
mevlananin vefati mevlana vefatı mevlananın vefatı mevlananın tabutu mevlana nın
Mevlanâ’nın hemen hemen son zamanlarına ait tasviri şudur:
Hilâl şeklinde açık kaşları altında, sarı ile siyah arası iri elâ gözleri, kimsenin yüzüne bakamayacağı kadar keskin ve çekici idi. Soluk buğday benzinde hummadan gelen hafif kızarıklık vardı ve şakaklarındaki hafif kıllara, altları daima kesilen bıyıklarına ve kumral sakalına kırlar düşmüştü. Önüne doğru eğilmiş yürüyordu. Yaptığı mütemadî riyâzetlerden çok zayıf düşmüştü. Hatta bir gün hamamda iken zayıf vücuduna acıyarak bakmış ve:
-Bütün ömrümde kimseden utanmamıştım; fakat bugün bu zayıf vücudumdan utanıyorum, demişti.
Artık Mesnevî’nin yazılması da bitmişti. Fakat son zamanlarda yüzü biraz daha solgunlaşmıştı. Gözleri dalgın ve hummalı idi. Zaman zaman ateşi küçük hâvaleler gelip gidiyordu.
Son yıllarda artık bu âlemden ayrılmak zamanının geldiğinden bahseden gazeller yazmaya başlamıştı. Bir gün kendisinin oturması için tahsis edilen medresenin sofasında geziniyor ve ara sıra içini çekerek inliyordu. Ansızın hastalandı. Mevsim, Kasım ayının başlangıcı idi. Hastalık kırk gün kadar uzadı. Selçuk Sarayının iki meşhur doktoru, Tabib Mevlâna Ekmeleddin ve Gazanferî hizmetinde bulunuyordu. Fakat hastalığı bir türlü teşhis edilememişti. Hastalık levhasını yüksek humma ve nabızdaki intizamsızlık teşkil ediyordu. Fakat şuurunu ve hâfızasını hiçbir zaman kaybetmiş değildi. Büyük hasta, etrafındakileri:
-Kendinizi üzmeyiniz; hastalığımız bizi bu âlemden ayıracak bir sebepten başka bir şey değildir, diye teselli ediyor; uzayan kış gecelerini elem ve ıstırap içinde geçiriyordu.
Başta Mesnevî’yi yazdırdığı en değerli talebesi Hüsâmeddin Çelebi olmak üzere oğlu Sultan Veled ve bütün arkadaşları; Şeyh Sadreddin, Kadı Sirâceddin, baş ucundan ayrılmıyor, soğuk su ile yüzünü, başını, ayaklarını, göğsünü yıkayarak hararetini azaltmaya çalışıyorlardı. Bazen kendisi de yanında duran su dolu kaba ellerini sokarak yüzünü, gözünü, alnını ıslatıyordu. Bu yüksek ateşe rağmen yine en güzel rubailerini ve gazellerini söylemekte devam ediyordu...
Ölümünden bir gün evvelki 16 Aralık Cumartesi günü Mevlâna nispeten iyileşmişti. Akşama kadar kendisini yoklamaya gelenlerle konuşmuştu; fakat her sözü âdeta bir vasiyetti. O akşam da en sadık dostu Çelebi Hüsâmeddin ve en sevgili oğlu Sultan Veled, iki hekim ve yakın dostlarından bazıları yine baş ucunda idiler. Sultan Veled üst üste birkaç gece uyumamıştı. Mevlâna yaşlı gözlerle ona baktı; zayıf bir sesle:
-Bahaeddin! Bugün kendimi biraz daha iyi hissediyorum; git yat! dedi.
Sultan Veled müteessir bir halde kapıdan çıkarken Mevlâna son gazelini söylüyor ve Hüsâmeddin Çelebi de ağlayarak bunu yazıyordu:
“Git!
Başını yastığa koy!
Beni, geceleri rahatsız olan bîçâreyi yalnız başına bırak!
Biz geceleri sabahlara kadar inleyen, çırpınan sevda dalgalarıyız.
Sen, istersen gülerek bize lûtfet;
İstersen ayrılarak cefa et.
Güzel yüzlülerin padişahı için sözünde durmaya lüzum yoktur.
Sen ey yüzü solmuş âşık, sabret;
Vefâlı ol!
Bizi öldürenin gönlü taş gibi katıdır.
Bizi öldüren, kanımızın bahası için hiçbir tedbir söylemiyor.
Bu derde ölmekten başka çare yoktur;
Şu halde nasıl olur da:
‘Bu derde devâ et!..’ diyebilirim?
Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm.
Başı ile bana işaret etti:
‘Bizim tarafa gel’ dedi.
Her ne kara bu yolda ejderha varsa da
O zümrüdün parlaklığı ile ejderhayı kov!
Artık yetişir!
Ben kendimde değilim.
Sen hüner göstermek istiyorsan Ebu Ali Sina’nın tarihini söyle;
Ebu’l Alâ-ûl-Muarrî’nin tenbihinden bahset!”
İşte Mevlâna’nın son gazeli bu olmuştu.
Mevlâna 672 Hicret senesinin cümadel-âhiresinin beşinci Pazar günü olan 17 Aralık 1273’de, hakikat ve irfana dair sözler söylemekte iken, güneşin battığı bir sırada, hayranlarının dedikleri gibi: “Celâlinin güneşi de Kuds âleminin gurub yerinde battı, görünmez oldu.”
Ertesi sabah Konya şehri vakarlı bir sükûnet içinde idi. Muazzam bir cenaze merasimi yapılıyordu. Fakat bu sükûnet cenaze kaldırılacağı zaman yırtıldı. Mevlâna’nın daima üstünde taşıdığı ferace denilen geniş mantoya sarılı olan tabutu dışarıya çıkarıldığı zaman sokaklarda gezip çarşı ve pazarlardan akın akın süzülen halk samimi göz yaşları dökerek, hıçkıra hıçkıra cenazeyi karşılamaya geliyorlardı. Cenaze alayının başında Sadreddin Konevî, iki doktor, Muineddin Pervâne ve bütün Selçuklu vezirleri, emirler, müderrisler, talebeler yürüyorlardı. Sipehsâlâr’a göre, tabutu çarşı ve pazardan dolaştırıyorlar, âsayişi temin için kullanılan memurlar ellerinde değneklerle halkın hücumunu dağıtmaya çalışıyorlardı. Nihayet akşam namazına yakın tabut musallaya gelebilmişti...
Mevlâna, namazının Şeyh Sadreddin tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Şeyh Sadreddin namazda imamlık etmek için tabutun önüne gelince, Tabib Ekmeleddin:
-Edebe riâyet ediniz. Bu hakiki şeyhlerin sultanı Mevlâna idi, göç etti! dedi.
Bunu duyan Sadreddin teessürünü tutamayarak hıçkırdı; ve bayılacak gibi oldu. Kollarına girip çektiler. Onun yerine Kadı Sirâceddin geçerek namazı kıldırdı.
Mevlâna’nın hayranları bu gecenin bir ayrılık gecesi değil, bir visâl (kavuşma) gecesi olduğunu söylediler. Bunun için de o geceye Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi) adını vermişlerdir... Çünkü Mevlâna :
“Be-rûz-i merg çu tâbût-i men revân bâşed” diye başlayan bir gazelinde:
“Ben ölüp de tabutum taşındığı zaman benim bu cihanın derdi ile uğraştığımı zannetme. Cenazemi görünce: ‘Ayrılık! Ayrılık!’ diye ağlama. Benim sevgilime kavuşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca: ‘Vedâ! Vedâ!’ deme; çünkü mezar bir perdedir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır.” diyor...
Asaf Halet ÇELEBİ
(Hayat Mecmuası, 16 Aralık 1960)
Mevlanâ’nın hemen hemen son zamanlarına ait tasviri şudur:
Hilâl şeklinde açık kaşları altında, sarı ile siyah arası iri elâ gözleri, kimsenin yüzüne bakamayacağı kadar keskin ve çekici idi. Soluk buğday benzinde hummadan gelen hafif kızarıklık vardı ve şakaklarındaki hafif kıllara, altları daima kesilen bıyıklarına ve kumral sakalına kırlar düşmüştü. Önüne doğru eğilmiş yürüyordu. Yaptığı mütemadî riyâzetlerden çok zayıf düşmüştü. Hatta bir gün hamamda iken zayıf vücuduna acıyarak bakmış ve:
-Bütün ömrümde kimseden utanmamıştım; fakat bugün bu zayıf vücudumdan utanıyorum, demişti.
Artık Mesnevî’nin yazılması da bitmişti. Fakat son zamanlarda yüzü biraz daha solgunlaşmıştı. Gözleri dalgın ve hummalı idi. Zaman zaman ateşi küçük hâvaleler gelip gidiyordu.
Son yıllarda artık bu âlemden ayrılmak zamanının geldiğinden bahseden gazeller yazmaya başlamıştı. Bir gün kendisinin oturması için tahsis edilen medresenin sofasında geziniyor ve ara sıra içini çekerek inliyordu. Ansızın hastalandı. Mevsim, Kasım ayının başlangıcı idi. Hastalık kırk gün kadar uzadı. Selçuk Sarayının iki meşhur doktoru, Tabib Mevlâna Ekmeleddin ve Gazanferî hizmetinde bulunuyordu. Fakat hastalığı bir türlü teşhis edilememişti. Hastalık levhasını yüksek humma ve nabızdaki intizamsızlık teşkil ediyordu. Fakat şuurunu ve hâfızasını hiçbir zaman kaybetmiş değildi. Büyük hasta, etrafındakileri:
-Kendinizi üzmeyiniz; hastalığımız bizi bu âlemden ayıracak bir sebepten başka bir şey değildir, diye teselli ediyor; uzayan kış gecelerini elem ve ıstırap içinde geçiriyordu.
Başta Mesnevî’yi yazdırdığı en değerli talebesi Hüsâmeddin Çelebi olmak üzere oğlu Sultan Veled ve bütün arkadaşları; Şeyh Sadreddin, Kadı Sirâceddin, baş ucundan ayrılmıyor, soğuk su ile yüzünü, başını, ayaklarını, göğsünü yıkayarak hararetini azaltmaya çalışıyorlardı. Bazen kendisi de yanında duran su dolu kaba ellerini sokarak yüzünü, gözünü, alnını ıslatıyordu. Bu yüksek ateşe rağmen yine en güzel rubailerini ve gazellerini söylemekte devam ediyordu...
Ölümünden bir gün evvelki 16 Aralık Cumartesi günü Mevlâna nispeten iyileşmişti. Akşama kadar kendisini yoklamaya gelenlerle konuşmuştu; fakat her sözü âdeta bir vasiyetti. O akşam da en sadık dostu Çelebi Hüsâmeddin ve en sevgili oğlu Sultan Veled, iki hekim ve yakın dostlarından bazıları yine baş ucunda idiler. Sultan Veled üst üste birkaç gece uyumamıştı. Mevlâna yaşlı gözlerle ona baktı; zayıf bir sesle:
-Bahaeddin! Bugün kendimi biraz daha iyi hissediyorum; git yat! dedi.
Sultan Veled müteessir bir halde kapıdan çıkarken Mevlâna son gazelini söylüyor ve Hüsâmeddin Çelebi de ağlayarak bunu yazıyordu:
“Git!
Başını yastığa koy!
Beni, geceleri rahatsız olan bîçâreyi yalnız başına bırak!
Biz geceleri sabahlara kadar inleyen, çırpınan sevda dalgalarıyız.
Sen, istersen gülerek bize lûtfet;
İstersen ayrılarak cefa et.
Güzel yüzlülerin padişahı için sözünde durmaya lüzum yoktur.
Sen ey yüzü solmuş âşık, sabret;
Vefâlı ol!
Bizi öldürenin gönlü taş gibi katıdır.
Bizi öldüren, kanımızın bahası için hiçbir tedbir söylemiyor.
Bu derde ölmekten başka çare yoktur;
Şu halde nasıl olur da:
‘Bu derde devâ et!..’ diyebilirim?
Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm.
Başı ile bana işaret etti:
‘Bizim tarafa gel’ dedi.
Her ne kara bu yolda ejderha varsa da
O zümrüdün parlaklığı ile ejderhayı kov!
Artık yetişir!
Ben kendimde değilim.
Sen hüner göstermek istiyorsan Ebu Ali Sina’nın tarihini söyle;
Ebu’l Alâ-ûl-Muarrî’nin tenbihinden bahset!”
İşte Mevlâna’nın son gazeli bu olmuştu.
Mevlâna 672 Hicret senesinin cümadel-âhiresinin beşinci Pazar günü olan 17 Aralık 1273’de, hakikat ve irfana dair sözler söylemekte iken, güneşin battığı bir sırada, hayranlarının dedikleri gibi: “Celâlinin güneşi de Kuds âleminin gurub yerinde battı, görünmez oldu.”
Ertesi sabah Konya şehri vakarlı bir sükûnet içinde idi. Muazzam bir cenaze merasimi yapılıyordu. Fakat bu sükûnet cenaze kaldırılacağı zaman yırtıldı. Mevlâna’nın daima üstünde taşıdığı ferace denilen geniş mantoya sarılı olan tabutu dışarıya çıkarıldığı zaman sokaklarda gezip çarşı ve pazarlardan akın akın süzülen halk samimi göz yaşları dökerek, hıçkıra hıçkıra cenazeyi karşılamaya geliyorlardı. Cenaze alayının başında Sadreddin Konevî, iki doktor, Muineddin Pervâne ve bütün Selçuklu vezirleri, emirler, müderrisler, talebeler yürüyorlardı. Sipehsâlâr’a göre, tabutu çarşı ve pazardan dolaştırıyorlar, âsayişi temin için kullanılan memurlar ellerinde değneklerle halkın hücumunu dağıtmaya çalışıyorlardı. Nihayet akşam namazına yakın tabut musallaya gelebilmişti...
Mevlâna, namazının Şeyh Sadreddin tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Şeyh Sadreddin namazda imamlık etmek için tabutun önüne gelince, Tabib Ekmeleddin:
-Edebe riâyet ediniz. Bu hakiki şeyhlerin sultanı Mevlâna idi, göç etti! dedi.
Bunu duyan Sadreddin teessürünü tutamayarak hıçkırdı; ve bayılacak gibi oldu. Kollarına girip çektiler. Onun yerine Kadı Sirâceddin geçerek namazı kıldırdı.
Mevlâna’nın hayranları bu gecenin bir ayrılık gecesi değil, bir visâl (kavuşma) gecesi olduğunu söylediler. Bunun için de o geceye Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi) adını vermişlerdir... Çünkü Mevlâna :
“Be-rûz-i merg çu tâbût-i men revân bâşed” diye başlayan bir gazelinde:
“Ben ölüp de tabutum taşındığı zaman benim bu cihanın derdi ile uğraştığımı zannetme. Cenazemi görünce: ‘Ayrılık! Ayrılık!’ diye ağlama. Benim sevgilime kavuşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca: ‘Vedâ! Vedâ!’ deme; çünkü mezar bir perdedir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır.” diyor...
Asaf Halet ÇELEBİ
(Hayat Mecmuası, 16 Aralık 1960)