Kurtuluş Savaşı ve Hindistan Müslümanları

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan *MeleK*
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Kurtuluş Savaşı ve Hindistan Müslümanları
hindistan etnik yapısı atatürkün kurtuluş savaşında anadoludaki hareketlerini gösteren harita gaznelilerin hindistan tarihine etkileri hindistana onuncu yüzyıl sonlarında gelen gaznelilerin tarihine etkileri a onuncu yüzyıl sonlarında gelen
Yirminci yüzyılın başlarında bütün insanlığın büyük bir cihan savaşının galiplerine boyun eğdiği ve bir yazarımızın deyişiyle tüm dünyanın bir Roma sirkini andırdığı sırada ortaya çıkan iki istiklâl mücadelesinin birbirini etkilediği ve aradaki muazzam mesafeye rağmen adeta iç içe girdiği görülür. Bunlardan birincisi Mustafa Kemal’in önderliğinde Türklerin, ikincisi de Hindistan Müslümanlarının başlattıkları mücadeledir.

Dili, dini, etnik yapısı ve kültürüyle bugün olduğu gibi tarihin her döneminde kendine has özellikler taşıyan Hindistan’ın Türkler ile olan ilgisini milâttan önce birinci bine kadar götürmek mümkündür. Ancak daha milâdın başlarından itibaren bu ilgi, yerini askerî ve idarî güçleri yanında Hint kültüründen ayrı olarak kendi kültür varlıklarını muhafaza eden çeşitli Türk zümrelerinin faaliyetlerine terk edecektir. Yakın geçmişte bir bütün halinde Hindistan Müslümanları olarak anılan, ama günümüzde Pakistan ve Bangladeş devletlerinin ahalisini teşkil edecek şekilde teşkilatlananlar haricinde yine de Hindistan’da önemli bir grubu meydana getiren kitleler, tamamen bu Türk faaliyetlerinin bir neticesi olarak ortaya çıkmışlardır.

İlk defa Araplar vasıtasıyla Hindistan’a ulaşan İslâm yayılışı, 711 yılından itibaren büyük ölçüde gelişme imkanı bulmasına rağmen bölge kültüründe fazla bir tesir bırakmadan sona erecektir. Ancak onbirinci yüzyılın başlarımda Gazneli Mahmud’un akınları sayesinde, Türkler eliyle tekrar hızla yayılmaya başlayan İslâmiyet; bugünkü Hindistan’ın demografik yapısını daha o zamanlar değiştirip, yeniden şekillenmeye zorladığı gibi aynı bölgede temasa geçtiği bütün kültürleri yutan Hinduizmi de bu defa Türk kültürü karşısında aciz kalmaya mahkûm edecektir. Dolayısıyla günümüz Hindistan tarihçilerinden Muhammed Habib’in de gayet yerinde işaret ettiği şekilde bu ülkenin tarihinde hiç bir olay, İslâmiyet’in Türkler eliyle yayılışı kadar önemli bir yere sahip değildir.

Gaznelilerden hemen sonra tam bir Türk hakimiyeti şekline dönüşecek olan Hindistan’daki İslâm hakimiyeti aynı dönemde Anadolu’da meydana gelen gelişmelerle de tam bir benzerlik gösterir. Nitekim, Türkistan’daki iktidarlarını kaybedip, barınacakları yeni bir yer aradıkları sırada, onüçüncü yüzyılın başlarında Anadolu’da Selçuklular, Hindistan’da ise Delhi Türk Sultanları eliyle birer hakimiyet tesis eden Türkler, onaltıncı yüzyılın ortalarında her iki bölgede de hakimiyet, kültür ve medeniyet bakımından zirveye ulaşmışlardır. Bu dönemde Türkler, ellerinde bulundurdukları Türkistan, Hindistan, Ortadoğu ve Balkanlar gibi üç önemli bölgeden eski dünya denilen Asya, Avrupa ve Afrika’yı büyük ölçüde kontrol edebilmekteydiler. Ama onaltıncı yüzyılda Batı’da denizlerde gelişen Hindistan’a ulaşma ve hakim olma yarışı, onyedinci yüzyılın ortalarından itibaren karadan da Rusların katılmasıyla tam manasıyla Türklüğü kuşatma harekâtına dönüşecektir. Avrupalının başlangıçta yeni ülkeler ve zenginlik kaynaklarına ulaşma ve bunlara el koyma şeklinde geliştirip, zamanla Hıristiyanlığı cihana hakim kılma tutkusuna dönüştürdüğü bu yayılma neticesinde Türklük hakim olduğu her üç bölgede de büyük badirelere sürüklenmekten kurtulamayacaktır.

Onsekizinci yüzyılın başlarından itibaren Türkistan’da Ruslar, Ortadoğu ve Balkanlar’da diğer Avrupalılarla birlikte yine Ruslar, Hindistan’da büyük ölçüde İngilizler vasıtasıyla Türk hakimeyetlerine yöneltilen taarruzlar kısa sürede etkisini göstermeye başladı. Daha çok çevreden merkeze doğru gelişen bu saldırılarla, 1707’de Alemgir’in ölümünü müteakip Hindistan’da gerilemeye başlayan Türk varlığı, 1718’de imzalanan Pasarofça Antlaşması’yla da Ortadoğu’da çöküşe doğru ilk adımı atacaktır. Bu yüzyılın sonlarına gelindiğinde Hindistan’daki Mysore devletinin Müslüman hükümdarı Tipu Sultan’ın düşüşünü daha sonra, 1847’de meydana gelen Navarin deniz muharebesiyle karşılaştıran Muhamnmed İkbal’in “Tipu’nun kabrini ziyaret edenler, onun düşüşü hakkında tarihçilerin yazdıkları ve kabrinin duvarına kazınmış olan şu mucizevî sözleri okurlar: Hind’in (Hindistan Müslümanları) şanı da gitti, Rum’un (Türkiye’nin) şanı da” şeklindeki tesbitine katılmamak mümkün değildir. Hind Müslümanlarını “Millet-i Hakime” oldukları ülkede ikinci sınıf vatandaşlığa iterken , bu tarihten yaklaşık yirmibeş sene sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun, dolayısıyla batı Türklüğünün de can düşmanı haline gelecektir.

İngiltere’nin bu şekilde, dünyada İslâm’ı esaret zincirine alma tertibinin baş aktörü haline gelmesi, başta Cemâleddîn Efganî olmak üzere bir kısım İslâm düşünürünün İslâm ittihadı fikrini savunmalarına sebep oldu. Hindistan Müslümanlarınca büyük bir hüsn-ü kabul gören bu fikirler II. Abdülhamid’in hilâfet kurumuna işlerlik kazandırması ve “İslamcılığı” milletlerarası siyaset sahasında etkili bir hale getirmesi ile daha da bir canlılık kazanmıştır. Bu durum İslâm ülkelerini sömüren diğer ülkeler gibi İngiltere’yi de endişelendirecek, hatta bir kısım İngiliz yönetici İslamcı siyaseti kendilerinin takip etmeleri gerektiğini dahi savunmaya başlayacaklardır.

II. Abdülhamid’in siyaseti Hindistan Müslümanlarını heycanlandırmış ilk etkisini de 1906’da Akabe meselesinde göstermiştir. Bunun üzerine Hinduların İslâm düşmanlığını sokağa dökmelerine fırsat veren İngiltere’nin, ayrıca Hindistan Müslümanlarını parçalamaya yönelik bir politika geliştirmesi, Hindu ve İngilizler arasında kaldıklarını anlayan İslamların teşkilatlanmasına zemin hazırladı. Ama Hindistan Müslümanları aynı zamanda manen bağlı bulundukları Osmanlı Devleti ile madden bağlı oldukları İngiltere arasında da kaldıklarını gördüler. Ortaya çıkan bu durum İngilizlerin işine yaramış ve Hindistan Müslümanları istemeyerek de olsa kendi hükümetlerine bağlı olduklarını göstermek ihtiyacını hissetmişlerdir. Bu da İslamcılık cereyanının etkisini azaltmakta gecikmedi. Abdülhamid’in politikasını yalnız bu sahada devam ettiren İttihatçılar, bir yandan teşkilatlanma safhasında olan Hint Müslümanlarının istiklâl mücadelelerine örnek teşkil ederlerken öte yandan da Trablusgarb ve Balkan savaşlarında siyasî alanda bunların çok büyük desteğini gördüler.

Enver Paşa’nın gayretiyle 23 Şubat 1914’ten sonra Hindistan Müslümanlarına Teşkilat-ı Mahsûsa el attı ve onların topyekûn isyanlarını teşkilâtlandırmaya başladı. Bilhassa Balkan savaşlarından çok etkilenen Hindistan Müslümanları, 22 - 23 Mart 1913’de Lucknow’daki kongrelerinde başkan Muhamhmed Şafî’nin ağzından bu savaşları bir haçlı taasubu ve taarruzu olarak değerlendirip, sözde medeni Avrupa’nın Müslüman Türkleri kadın, çoluk-çocuk demeden mezalime tâbi tutmalarını nefretle kınayacaklardır.

Şafî’nin konuşması dikkatle incelendiğinde Hindistan Müslümanlarının Türk istiklâl mücadelesine bakış açılarının daha o zaman netleşmeye başladığı görülür. Aynı zamanda İslâm liderleri, ilk defa Balkan faciası sebebiyle giriştikleri faaliyetlerde Türkiye’nin kaybının gerçek medeniyetin kaybı olarak gören Hinduların da desteğini sağlamış bulunuyorlardı. Bu ittifak 1930’lara kadar devam edecektir.

Bu gelişmeler İngiltere’yi harekete geçirmekle kalmadı, onu dış siyasetini Müslüman tebasının isteklerine göre çizemeyeceğini açıklamaya sevk etti. Dolayısıyla I. Cihan Savaşı’nın ufukta göründüğü bir sırada tekrar Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında kaldıklarını ve bu sefer tamamen ezileceklerini anlayan Hindistan Müslümanları çıkacak bir savaşta Osmanlı’nın tarafsız kalması için harekete geçtiler. Başlangıçta ilan edilen tarafsızlık büyük bir memnuniyetle karşılandı. Fakat Almanların safında savaşa girilerek “cihâd” ilân edilmesi ile birlikte Hindistan Müslümanlarının korktukları başlarına geldi.

Hindistan’da genel bir Müslüman ayaklanmasına karşı sıkı güvenlik tedbirleri almasına rağmen aynı zamanda büyük bir propagandaya da girişen İngiltere, savaş sonunda Türkiye’ye anlayışlı davranılacağını ve mukaddes topraklar başta olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşılmasına müsaade etmeyeceklerini taahhüt etti. Dolayısıyla Türk İstiklâl Savaşı sırasında Hindistan Müslümanları hep bu vaadlerin yerine getirilmesini İngiliz yöneticilerden isteyeceklerdir. Ancak Kureyeş soyundan Şerif Hüseyin’in de Türklere isyan etmesi Hindistan Müslümanlarının zihninde bir takım soruların uyanmasına sebep oldu. Biraz da yapılan bu propagandanın tesiri ile Çanakkale muharebelerini Halife Padişahı, dinsiz İttihatçılardan kurtarma harekâtı olarak gören Hindistan Müslümanlarına karşılık Teşkilât-ı Mahsûsa’nın planlayıp uygulamaya koyduğu “İpekli Mektuplar Komplosu” büyük bir taraftar topladı. Bu konudaki çalışmalar Konya’daki esir kamplarında bizzat Halil Paşa tarafından yürütüldü ve başarılı da olundur.

Esasen, Maliye Bakanı Lloyda George’un İmparatorunu Hz. Muhammed’e benzetmesi gibi İngilizlerin yaptığı bir takım hatalar da Türklere yardımcı olmuştur. Burada dikkate değer bir nokta var ki, o da, Anadolu’daki Türk istiklâl mücadelesinin ortaya çıkmasında menfî yönde oynadıkları rollerle önemli bir yere sahip olan Lloyd George ile Lord Curzon’un Hind Müslümanlarının istiklâl mücadelesinde de aynı rolleri ifa ederek yer almış olmalarıdır.

I. Cihan Savaşı’nın sonunda İngiltere’nin gerçek niyetinin anlaşılması ile ortaya çıkan Türk millî harekâtının başlangıçtaki karakteri Hindistan Müslümanlarını Türk istiklâl mücadelesinde hem madden, hem de manen tam bir taraf haline getirmekte gecikmeyecektir. Bu hususa işaret eden Sir Theodore Morrison, Hindistan Müslümanlarının bütün Müslüman milletlere ilgi duyduklarını belirttikten sonra “fakat bu duygu Türklere karşı özel bir boyut kazanmaktadır. Çünkü Türkiye ve en büyük İslâm ülkesidir. Yegâne müstakil İslâm devletidir. Tarih boyunca İslâm aleminin başı ve kılıcı olmuştur.” Demektedir.

Prof. Dr. S. Anwarul Haquc Haqqi da, “Türkiye’nin Hint halkının gözünde değer ve sevgi yüklü özel bir yeri vardır ve bu özellikle Hindistan’daki Türk yönetiminin etkisi ve bıraktığı mirastan ileri geliyordu” derken, Morrison’un görüşüne daha da bir derinlik kazandırmakta ve Hindistan Müslümanlarının Türk istiklâl mücadelesine bakış açılarının temellerini göstermektedir. Esasen Galyur anıtında da görüleceği gibi daha VI. yüzyılda Hintlilerin hafızasında “eşsiz kahramanlığa sahip ve her yere hükmedebilen adil kimseler” olarak yer eden Türk imajı, bütün istiklâl savaşı boyunca aynı zamanda bir kültür, medeniyet ve ayrı bir kimliğe sahip olma şuuru olarak da telakkî edilecektir. Hindistan Müslümanlarındaki bu duyguyu Avrupa’daki vatanseverlikle kıyaslayan Morrison’a göre yenilgiyle Türk’e bağlılık daha da perçinlenmiştir. Haliyle Müslümanlar, son müstakil İslâm devleti olan Osmanlı Türklüğü’nün tarih sahnesinden çekilmesinin İslâmın olanca kültürü ve medeniyeti ile dünyadan silinmesine sebep olacağına inanmaktadırlar. Mustafa Kemal da, 26 Şubat 1921 ‘de Philadelphia-Public Ledger muhabiri Clarance K. Steit’e verdiği cevapta “Türk milletinin mevcudiyeti ve kudreti sultanlık ve hilâfetin gerçek istinadgâhıdır” diyerek bu hususa işaret etmekteydi.

Bütün bunlar Hint Müslümanların! “İngiltere’nin Osmanlı ile şerefli bir anlaşma yapması ve onu büyük bir dünya devleti olarak tanıması gerekir. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in başlattığı Türk istiklâl mücadelesi bunu sağlamaya çalışmaktadır. İngiltere böyle bir tavır içerisine girmezse, zorlanmalıdır” şeklinde düşünmeye şevketti. Bu bakış açısı Büyük Millet Meclisi’nin açılışında söz konusu edilen “Hakimiyet bilâkayd-u şart milletindir” sözündeki millet kavramının asla manasıyla değerlendirilmesi ve Mustafa Kemal’in açılış konuşmasında meclisin “Ruh-ı Mazlûm-ı İslâm”ı temsil ettiğini açıklaması ile daha da bir anlam kazanmıştır. Bunun yanında Ankara hükümeti bilhassa Hindistan Müslümanlarına hitaben yayınladığı broşür ve beyannamelerde Ermeni ve Yunan’ın Müslümanları düçâr bıraktıkları mezalimde bahisle Türk’ün davasının “sekizyüz milyon İslâmın Kıble-ı uhuvvetini başında tutan bir ümidin istiklâl mücadelesi” olduğunu kaydediyordu.

İstanbul’un işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye adına İslâm alemine seslenen Mustafa Kemal Paşa, söz konusu tecavüzün Osmanlı saltanatından ziyade, hilâfet makamına, hatta bu makamdan hürriyet ve istiklâllerinin yegâne istinadgâhını gören bütün İslâm alemine yönelik olduğunu bilhassa vurgulayacaktır. Kuvay-ı Milliye, “bu son Ehl-i Salip muhacematına karşı davasında İslâm milletlerinin desteğinden emindir, demekteydi. Yine Mustafa Kemal’in, 9 Mayıs 1929’de yayınlattığı “Öğrendik ki, Mısır’da ve Hint’te olduğu gibi İslâmın başını İslâm’ın eliyle ezenler, bizi halifeye asî ve günahkâr bir zümre olarak tanıtmak istiyorlar.

İngiltere’de harekete geçen Hindistan asıllı Müslümanlar, İslam cemiyeti aracılığıyla 5 Ocak 1921’de Lloyd George’a verdikleri muhtırada Türkiye’yi İtilâf Devletlerinin savaşa sürdüğünü iddia edecekler ve Türklerin savaş öncesi statükosunun korunmasını isteyeceklerdir. Dolayısıyla Hindistan Müslümanlarına göre Yunanlı vasıtasıyla Türklere haçlı seferi açan İngiltere, dünyadaki en intikamcı ve kan dökücü ruhları tatmin edecek bir yola girmemelidir. Zira, bu muhtırada Hindistan Müslümanları “Türkler için kalplerimiz kan ağlıyor. İngiltere savaş sırasında bize vaadettiklerini şimdi gerçekleştirmelidir. Londra, Türk meselesinin bir İslâm meselesi olduğunu hiç bir zaman unutmamalıdır. Padişahları halifedir. Yüzyıllardır İslâmın gururu onların elindeydi, bu şeref için şehit verdiler. Şimdi de Anadolu’da yaşlı-genç, kadın-erkek demeden aynı mücadeleye hazırlanmaktadırlar.” diye haykırıyorlardı. Ayrıca Türklerle yapılacak barış tatminkâr olmazsa İngiltere’nin Müslüman tebasından sadakat beklememesi gerektiği ve esasen bu tebanın hilâfet için, Türklük için silahlı mücadele de dahil ellerinden geleni yapacaklarını açıklıyorlardı. Buna ek olarak, Batılıların son aylarda giriştikleri bütün hareketler de, haçlı faaliyetleri olarak niteleniyordu. Bütün bunların yanında artık Hindistan’a Daru’1-harb ilân ediliyordu ve bu topraklardan göç edilerek Anadolu’da toplanıp, en etkili mücadeleyi orada vermek üzere harekete geçen gruplar bile oldu. Bunlardan Abbas Han gibi Ankara’ya ulaşanlardan büyük ölçüde istifade edilecektir.

Yunanlıların Anadolu’daki başarısızlıkları 16 Haziran 1921’de Hindistan Müslümanlarını İngiltere’nin işe bulaşacağı korkusuna sevk eder. Buna karşı da İngiltere’nin Mustafa Kemal’e çekeceği kılıcın bütün İslâm alemine çekilmiş kabul edileceği ve Hindistan İmparatorluğu mezarının kazılmış olacağı bir kere daha hatırlatılır. Bu vesile ile Mustafa Kemal’e de Mücahid-i İslâm, Seyfü’l İslâm , daha sonra da Mücahid-i İslâmiyet Şampiyonu, Çağdaş İslâm Dünyasındaki En Büyük Müslüman gibi unvanlar verilir.

Aslında M. Kemal bütün bu unvanları haketmiştir. Zira o, eşine az rastlanır bir gerçekliği, dinamik bir kişilikte birleştirerek Hindistan aydınlarının hayal gücünü alevlendirmiş, Hintlilerin politik toplumsal ve dinî bakış açılarını değiştirmiştir.48 Öyleki, bütün aleyhdeki propagandalara rağmen Türkiye, Hindistan’ın özellikle Müslüman toplumu için karanlıkta parlayan bir yıldız olmuş, bu ülkede hiçbir yabancı devlet adamı ya da halka mal olmuş kişi, Gazi Mustafa Kemal Paşa kadar değişik yerlerden ve onun kadar çök övgüye mazhar olmamıştır

Baştan bu yana gösterilmeye çalışıldığı üzere sosyal, politik ve ideolojik görünüşlerindeki zıtlığa rağmen Hindistan’daki grupların hemen hemen tümü Türk davasına destek verirken dinî ve siyasî iki büyük akım da, yani İslâmlar ve Hindular belki ilk defa kısa süreli de olsa bir hususta birleşeceklerdir. Türkiye’de bugün bazı Hintli liderlerin bir takım isteklerinin hilâfetin lağvedilmesine yol açtığı şeklindeki iddiaları çok fazla abartılmış görüşler olarak değerlendirmek gerekir. Zaten Mustafa Kemal de, bu istekleri Türkiye’nin içişlerine haksız bir karışma ve iki camia arasındaki mevcut dostluğu bozmaya yönelik bir İngiliz entrikası olarak gördü. Bu gün o girişim, Hintli Müslümanların Türkiye’nin İslâm dünyasındaki manevi önderliğinin sürmesini istemeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Sonuç olarak Hindistan Müslümanlarının Türk İstiklâl mücadelesine bakış açılarının odak noktasını İslamiyet’in teşkil ettiği söylenebilir. Ama onları esas harekete geçiren husus, bu ülkede geçmişteki Türk varlığından tevarüs edilen değerleri Anadolu’da gelişen Türk istiklâl mücadelesinin tahrik etmesiyle başlayan uyanıştır. Bu uyanışla tarihten gelen birikim, halihazırda ülkeyi kontrol eden İngiliz varlığı ve temsil ettiği değerlere karşı bir tepkinin ifadesi olarak tezahür etmiştir. Baştan beri benzer tarihi süreci yaşayan bu iki toplumdan birisi olan Anadolu Türklüğü tarihi gerçeklerine uygun millî bir kimliğe kavuşurken farklı bir yapılanma içerisinde bulunmasına rağmen Hindistan Müslümanları da böyle bir kimliğe ulaşma yolunda önemli adımlar atacaklardır.





Prof. Dr. Salim Cöhce ,İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü