Kur'anın bozulmadan günümüze kadar geldiği nasıl ispat edilebilir?
kuranı kerim değişmeden günümüze kadar nasıl gelmiştir kuranı kerim nasıl bozulmadan kaldı kuran bozulmadan kaldı kalmıştır kuran ı
Kur'anın bozulmadan günümüze kadar geldiği nasıl ispat edilebilir? Kur'ân, Peygamberimizin (sav) beyânı olamaz mı? Değilse nasıl isbât edilir?
Bu mevzuda şimdiye kadar, hiçbir tereddüde, hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde, pek çok şey söylenmiş ve pek çok şey yazılmıştır. Biz, sual-cevap sütununun müsaadesi ölçüsünde ve hülâsa mahiyetinde birkaç ana başlığı zikretmekle yetineceğiz.
Kur'ân-ı Kerim'in, Efendimiz veya başka biri tarafından tertib edildiği iddiası birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla, günümüzün, Kur'ân düşmanı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz, görgüsüz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kanaatimce, dünün müşrikleri gibi, bugünün müşrikleri de, bu mevzuda düşünmeden garazlı davranıyor ve garazlı konuşuyorlar. Zira Kur'ân, kim tarafından olursa olsun, insafla ele alındığı zaman bir beşere mal edilemeyecek kadar muallâ ve ilâhî olduğu anlaşılacaktır.
Şimdi bu ciddî mevzuun derinlemesine tahlilini dev adamların devâsâ kitaplarına havale edip sadece birkaç ana başlığı hatırlatacağız:
1 . Bir kere Kur'ân'ın üslubuyla hadislerin üslubu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Arablar, Efendimizin Kur' ân dışı beyanlarını, kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.
2. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysa ki, Kur'ân'ın sesinde yüksek bir celâdet, heybetli bir edâ ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslubu birden tasavvur etmek ne makuldür ne de mümkün.
3. Mektep-medrese görmemiş ümmî bir insanın (Peygamberimiz s.a.v) -O ümmîye ruhlar feda olsun- eksiksiz, kusursuz; ferdî, ailevî, içtimâî, iktisâdî ve hukukî bir sistem getirip vaz' etmesi, herşeyden evvel düşünce ve aklın bedâhetine terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa...
4. Kur'ân'da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet , hukuk ve iktisad gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmemezlikten gelerek onu insan kelâmı farzetmek, bir bakıma onun mübelliğini beşer kabul etmemek demektir. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olma gibi, hususiyetleriyle en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle, yüzlerce meselesinden herbiri, birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin muhtevalı bir kitabı, mektep-medrese görmemiş bir ümmîye (okuma-yazma bilmeyen bir kimseye) dayandırmak delilsiz bir iddiadır.
5. Kur'ân, geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibariyle de hârikadır ve katiyyen insan kelâmı olamaz. Bugün, yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan, geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları, iyi veya kötü akıbetleri kelimesi kelimesine asırlârca evvel Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte, Hz. Sâlih, Hz. Lüt ve Hz. Musa gibi peygamberler, işte onların kavimleri ve işte herbiri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri..!
Kur'ân'ın, geçmişe dair verdiği haberlerin katiyyet ve doğruluğu kadar, geleceğe aid ihbarâtı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Mesela: senelerce evvel Mekke'nin fethedileceğini ve Kâbe'ye emniyet içinde girileceğini "Allah dilediğinde, güven içinde başlarınızı traş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkmadan Mescid-i Haram’â gireceksiniz" (Fetih suresi/27) ayetiyle haber verdiği gibi, İslâm'ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da "O, Resûlünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki bütün dinlere galebe çalsın. Şâhid olarak Allah yeter" (Fetih/28) beyanıyla ilân etti. Kezâ, o gün Roma'lılar karşısında savaş galibi görünen Sâsânilerin yenileceğini ve aynı zamanda, Bedir gâlibiyetiyle müslümanların da sevineceğini "Rum yenildi (bölgenize) en yakın bir yerde. Onlar bu mağlubiyetden sonra (yeniden) galebe çalacaklar. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de sonra da iş Allah'a aiddir. O gün mü'minler de sevinirler." (Rum/2-4) müjdesiyle duyurmuşdu; vakti gelince Kur'ân'ın haber verdiği gibi çıktı.
Bunun gibi, "Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni (insanlardan gelen kötülüklerden) koruyacaktır" (Maide/67) ayetiyle de, en yakınındaki amcasından, düşman millet ve düşman devletlere kadar çevresi düşmanlıklarla sarılı olduğu halde, hayatını emniyet içinde geçireceği va'dolunmuşdu ve öyle de oldu.
Değişik ilim dallarının inkişâfıyla, âfâk ve enfüsün yâni insan mâhiyeti ve mekânların didik didik edileceğini, ilmî buluş ve tesbitlerin, yeni yeni keşiflerin insanoğlunu inanmaya zorlayacağını "Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, o (Kur'ân ve Kur'ân'ın getirdikleri)nin gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin herşeye şâhid olması yetmez mi?" (Fussilet/53) mucizevî beyanıyla ifâde etmişti ki, günümüzde süratle o noktaya doğru gidilmektedir.
Ayrıca, Kur'ân, nazil olduğu günden bu yana "Deki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine O'nun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka verseler de." (İsra/88) deyip, hasımlarının damarlarına dokundurduğu halde, bir-iki küçük hezeyanın dışında, kimsenin ona nazire yapmaya teşebbüs etmemesi ve edememesi, onun verdiği haberi doğrulamakda ve mucize olduğunu ilan etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'in nâzil olduğu ilk yıllarda, müslümanlar az, zayıf, iktidarsız ve geleceğe aid hiçbir düşünceleri yoktu. Ne bir devlet, ne dünya hakimiyeti ne de yeryüzündeki sistemleri altüst edecek dinamikleri gizli yeni dinin güç kaynağı adına hiç birşey bilmiyorlardı. Oysa ki, Kur'ân "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara va'deti ki; onlardan öncekilerini nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini sağlama bağlayacak ve korkularının ardından da onları güvene erdirecektir." (Nur/55) ayetiyle onlara, bu yüksek hedefleri gösteriyor ve cihanın hakimi olacakları müjdesini veriyordu.
Daha bunlar gibi, müslümanlığın ve müslümanların geleceği, zafer ve hezimetleri, yükselmeleri ve alçalmaları ile alâkalı pekçok ayetler var ki, hepsini burada zikretmemiz mümkün değil.
Kur'ân-ı Kerim'in gelecekle alâkalı verdiği haberlerin büyük bir bölümünü, değişik ilim dallarının varacakları nihâi hudutlarla ilgili olan ayetler teşkil eder. İlmî tesbitlerle alâkalı, kısa fezlekeler halinde, Kur'ân'ın verdiği haberler o kadar hârika ve o kadar erişilmezdir ki, onun bu mevzudaki beyanlarını kulak ardı etmek mümkün olmayacağı gibi, bu mevzudaki beyanlarıyla ona beşer kelâmı demek de mümkün değildir.
Yüzlerce âyetin sarâhat, delâlet ve işaret yoluyla ifâde ettikleri harikalara dair pekçok eser yazıldığından, bu meselenin tafsilâtını o eserlere havale ederek, misâl teşkil edecek birkaç ayetin işaret ve delâlet ettikleri hususları kaydedip geçeceğiz.
1. Kâinatın Yaratılışı
Kâinatın yaratılışıyla alâkalı olarak "İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik bir durumdayken, onları birbirinden ayırdığımızı, sonra da bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Halâ imân etmeyecekler mi?" (Enbiya/30) ayetinin anlattığı yüksek hakikat, teferruatına dair farklı mütalâalar ileri sürülse bile ilk yaradılışla alâkalı değişmeyen en sabit bir prensiptir. Ayette anlatılan, bitişik olma ve ayrılma, ister gazlardan müteşekkil kitlenin, nebulolara ayrılması, ister güneş sistemi gibi sistemlere bölünüp şekillenmesi ve manzumelerin ortaya çıkması, isterse bir sehâbiye ve bir dumanın bölünüp, parçalanıp, zabt-ü rabt altına alınması şeklinde olsun netîce değişmez. Âyet, kullandığı malzeme ve seçtiği üslup itibariyle, ilmî araştırmalar için hep bir ışık kaynağı olmuş, bütün faraziye ve nazariyelerin eskiyip atılmasına karşılık o, tazeliğini korumuş, bugünlere gelmiş ulaşmış ve yarınlara hakim olmaya da namzed görünmektedir.
2. Astronomi
Kur'ân-ı Kerim'de astronomiye esas teşkil edecek o kadar çok âyet vardır ki, bunların biraraya getirilerek teker teker tahlil edilmeleri, cildler ister. Biz bir-iki âyetin işaretiyle iktifâ edeceğiz. "Allah o zattır ki, gökleri, görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti; sonra da iradesini (tekvin) arşına yöneltti. Artık hepsi belli bir süreyle kayıtlı olarak akıp gitmektedir." (Ra'd/2) Âyet, göklerin yükseltilmesini, genişleyip büyümesini hatırlattığı gibi, herşeyin nizam içinde baş başa, omuz omuza olmasını da (bilebileceğimiz cinsten bir direk olmaksızın) sözüyle ifade etmektedir. Evet, kubbe-ı âsumânı tutup, dağılmasına meydan vermeyen, görebileceğimiz cinsten bir direk yok ama, yine de bütün bütün direksiz değil. Zira, kütlelerin dağılmaması ve gelip birbirine çarpmaması için, görülsün görülmesin mevcut nizama esas teşkil edebilecek kanun, kaide, prensip mânâsında böyle bir direğin vücudu zarurîdir.
Kur'ân bu ifadesiyle bizlere, kültürlerarası ile 'il-merkez (merkez çek) an'il-merkez (merkez kaç) prensibini düşündürmektedir ki, bunun, Newton'un çekim kanununa veya Einstein'in (hayyiz)'ine* uyup uymaması birşey ifade etmez.
Hele âyetin, Güneş ve Ay'ın akıp gittiğini ifade etmesi çok enteresandır ve üzerinde durulmaya değer. Rahmân suresindeki "Güneş ve Ay'ın hareketleri. tamamen bir hesaba bağlıdır" (Rahman/5), Enbiya suresindeki "Geceyi, gündüzü, Güneşi, Ay'ı yaratan O'dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedirler" (Enbiya/33), Yâsin suresindeki "Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir" dedikten sonra "Bunların herbiri belli bir yörüngede döner dururlar"(Yasin/38-40) diyerek,Güneş, Ay ve sair gezegenlerin bir nizama göre yaratıldıklarını, bir âhengi temsil ettiklerini ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulunduklarını apaçık dile getirmektedir.
Yerin Yuvarlaklığı:
"Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne doluyor" (Zümer/5) ayeti, kullandığı malzeme itibariyle, gece ve gündüzün birbirini takib etmesini, sarığın başa sarılması gibi, ışık ve karanlığın,Yerküre'nin başına "sarık gibi dolanması" sözüyle anlatıyor. Bir diğer âyette ise "Arkasından da yeryüzünü mücessem kat-ı nâkıs (yâni yerküreyi elips şeklinde), söbüleştirdi" (Naziat/30) diyerek müşahidlere peygamberlik buudunda varılmış en nihâi noktayı göstermektedir.
Mekân genişlemesi hususunda:
"Semâyı biz kendi elimizle kurduk ve sürekli genişletmekteyiz" (Zariyat/47) Bu genişleme ister Einsteine'nin anladığı mânâda, ister Edwin Hubble'in Güneş sisteminin dahil olduğu galaksiden, nebulozların uzaklaşması şeklinde olsun fark etmez. Önemli olan Kur'ân'ın, ana teme parmak basıp, tecrübî ilimlerin çok önünde zirveleri tutup onlara ışık neşretmesidir.
3. Meteoroloji
Hava akımları, bulutların kesâfet kazanması, havanın elektriklenmesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların meydana gelmesi Kur'ân-ı Kerim'de, yer yer ilâhî nimetleri hatırlatma ve yer yer de insanları tehdid etme sadedinde çokça zikredilen hususlardan biri. Meselâ "Baksana, Allah bulutları sürüyor, sonra toparlayıp birleştiriyor, sonra da üstüste yığıyor.. Bir de bakıyorsun bunun arkasından yağmur ortaya çıkıyor. Doluyu da yukarıda dağlar gibi olanlardan indiriyor; onunla dilediğini vuruyor, dilediğinden de onu öteye çeviriyor" (Nur/43) Her yerde olduğu gibi, burada da Kur'ân yağmur vak'asının nihâî durumunu ihtâr ederek, fezâyı velveleye veren, bulut, yağmur, şimşek ve yıldırımlar gibi ürperten, haşyet veren hadiselerin arkasındaki in'amperver eli göstermek ve ruhları ona karşı uyanık olmaya çağırmakta aynı anda, belli disiplinlere bağlı olarak yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini ve sonra da yeryüzüne inmelerini öyle garib bir biçimde anlatmaktadır ki; böyle bir anlatış tarzından hemen herkes bugün bilinene ters düşmeyecek şekilde yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini anlar ve Kur'ân'ın beyanına hayranlık duyar. Kur'ân, iki ayrı çeşit elektriğin birbirini çekmesi, aynı cinsten elektrik yükünün birbirini itmesi , rüzgârların devreye girerek birbirini iten bu bulutları birleştirmesi; yerden yukarıya yükselen pozitif yüklü akımların fezadaki mevcut elektrikle birleşmesi neticesinde elektriklenmenin meydana gelmesi ve bu noktada buharın su damlaları halinde yere inmesi gibi teferruâtla meşgul olmaz. O ana vak'a ve asıl tem üzerinde durur; teferruata ait diğer meselelerin izah ve isimlendirilmelerini zamanın tefsirine bırakır.
Hicr suresindeki "Aşılayıcı rüzgârları gönderip onunla gökyüzünden su indirip size takdim ettik (yoksa) siz o suyu depo edemezdiniz" (Hacr/22) ayeti, bu hususa ayrı bir buud ilâve ederek ağaçların ve çiçeklerin aşılanmasında rüzgârların fonksiyonuna dikkati çektiği gibi onların bilhassa, bulutları aşılama vazifesini de ihtar etmektedir. Oysa ki, Kur'ân nâzil olduğu zaman, ne otun, ağacın, çiçeğin ne de bulutların aşılanma ihtiyaçları bilinmediği gibi, rüzgârların çelik-çavak bu önemli vazifeyi gördüklerinden de hiç kimse haberdar değildi...
4. Fizik
Varlığın ana unsuru madde ve onun çift ve tek olma gibi hususiyetleri de Kur'ân-ı Kerim'in ele alıp anlattığı mevzulardandır.
Meselâ, Zâriyat suresinde "iyice düşünesiniz diye biz herşeyi çift olarak yarattık" (Zariyat/49) herşeyin çift olarak yaratıldığı ve Kur'ân'ın kullandığı malzeme itibariyle, bunun önemli bir esas ve âlem-şümul bir prensip olduğu anlaşılmakta. Şuarâ suresindeki ayette ise" Yeryüzüne bakmıyorlar mı? Biz onda nice içaçıcı çiftler yaratıp yetiştirdik" (şuara/7) denilerek, her sene gözümüzün önünde haşr-ü neşr olan yüzbinlerce çifte dikkat çekilmekte ve Allâh'ın nimetleri hatırlatılmakta. Yâsin suresindeki ayet ise, daha şümullü ve daha enteresan. "Ne yücedir o Allah’ki toprağın bitirdiklerinden, (onların) kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çiftler yaratmıştır" (Yasin/36) şeklindeki beyanıyla, bugün bilip tesbit edebildiğimiz çift yaratıkların yanında, henüz bilemediğimiz birçok çiftlerin varlığı da, ihtar edilmektedir.
Evet, Allah, insanlardaki erkeklik ve dişilikten, otların, ağaçların çift olma esasına; atomlar, atomlardaki elektron ve çekirdek ikiliğinden, madde -anti madde zıd eşliliğine kadar, canlı-cansız, yerde-gökte değişik keyfiyet ve buudda ne kadar çift varsa, umum nimetlerini tâdâd sadedinde, kendinden başka herşeyin çift olduğunu zikredip bizleri düşünmeye davet ediyor.
Sırf birer misal teşkil etsin diye, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden başka, pekçok ilâhî beyan var ki, herbirisi başlı başına birer mucize olması itibariyle, hem Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna hem de Peygamberimizin O'nun elçisi bulunduğuna apaçık delâlet etmektedir.
Evet, Kur'ân yeryüzünde hayatın ortaya çıkışından, bitkilerin aşılanma ve üremelerine, hayvan topluluklarının yaratılmasından hayatlarını onlarla devam ettirdikleri bir kısım sırlı düsturlara, bal arısı ve karıncanın esrarlı dünyalarından kuşların uçuş keyfiyetine, hayvan sütünün hasıl olma yollarından insanın anne karnında geçirdiği safhalara kadar pekçok mevzuda, kendine has ifade tarzıyla, öyle veciz, öyle muhtevâlı, öyle hâkim bir üslupla ele aldığı şeyleri takib etmektedir ki; bizim yorumlarımız bir yana, ne zaman onlara müracaat edilse hep taze, genç ve ilimlerin varabilecekleri en son hedefleri tutmuş oldukları görülecektir.
Şimdi, bir kitap, binlerce insanın, bilmem kaç asırlık çalışmaları neticesinde varabildikleri noktaların dahi ötesine parmak basıyor, mevzua hakim bir üslupla o mevzuun hülâsasını veriyorsa, o kitabı, değil ondört asır evvelki bir insana, günümüzün mütefennin yüzlerce, binlerce dâhisinin mesâisine vermek dahi mümkün değildir. Hele o kitap, Kur'ân gibi muhtevası zengin, ifadeleri çarpıcı, üslubu âli, şivesi de ilâhi olursa...
Şimdi dönüp muhatabımıza soralım, ümmîliği mucize o Zât, mektebin, medresenin, kitabın bilinmediği o cahilî vasatta, canlılarda sütün meydana geliş keyfiyetini kimden öğrendi? Rüzgârların aşılayıcı olduğunu, nebatât ve bulutları telkih ettiğini, yağmur ve dolunun meydana gelme noktalarını nasıl bilebildi? Yerkürenin elipsî olduğunu O'na kim ta'lim etti? Mekân genişlemesini hangi rasathanede ve hangi dev teleskoplarla tesbit edebildi? Atmosferin yapı taşlarını ve yukarılara doğru çıktıkça oksijenin azlığını hangi laboratuvarda öğrendi? Hangi röntgen şualarıyla cenînin anne karnında geçirdiği safhaları aynı aynıya tesbit etti? Sonra da bütün bu bilgilerin teferruâtına vâkıf, mütehassıs bir ilim adamı edasıyla, tereddüdsüz, fütursuz ve kendinden gayet emin bir tarzda muhatablarına anlattı?..
5. Kur'ân-ı Kerim, Efendimizin vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerini anlatıp O'na yol gösterdiği gibi, yer yer de seviyesine uygun olarak O'na itâbda bulunmakta ve ikaz edip ırgalamaktadır.
Meselâ: Bir defa münafıklara, izin vermemesi gerekirken izin verdiğinden dolayı "Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup ve yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin?" (Tevbe/43) şeklinde tenbihde bulunduğu gibi, Bedir esirleri hakkındaki tatbikatından dolayı da "Yeryüzünde tam yerleşip istikrar kazanıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir... (Enfâl/67) "Eğer Allah'tan (affınıza dair) bir yazı ve takdir geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu." (Enfal/68) mahiyetinde itabda bulunmuştu. Bir keresinde, Allah'ın dilemesine havale etmeden, "yarın bu işi yaparım" dediği için "Hiçbir şey için bunu yarın yapacağım deme. Ancak Allah dilerse(de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve "Umarım Rabbim beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştırır de" (Kehf/23-24) emir ve tenbihinde bulunmuş, bir başka sefer "insanlardan korkup çekiniyordun; oysa asıl çekinmeye lâyık olan Allah idi" (Ahzsb/37) itab işmâm eder mahiyette sadece AIlah'tan korkulması lâzım geldiğini ihtar etmişti. Zevcelerini bir meseledeki tavırlarına karşı bal şerbeti içmemeye yemin edince "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arıyarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun? Allah çok gafûr ve rahimdir" (Tahrim/1) diyerek sertçe ikaz ediyordu.
Daha bunlar gibi, pekçok âyetle, bir taraftan O'nun vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerinin sınırları belirlenirken, diğer taraftan az dahi olsa bu sınırlara riâyet edilmediği, vazife ve mes'uliyetin mukarrabine göre yerine getirilmediği zamanlarda O'na itab edilmiş, tenbihde bulunulmuş ve yeryer sertçe uyarmalar yapılmıştır.
Şimdi hiç akıl kabul edermi ki, bir insan bir kitap telif etsin, sonra da o kitabın muhtelif yerlerine kendi hakkında, itab, kınama, ikaz ve ihtar ifade eden âyetler yerleştirsin. Hâşâ!... O kitap Allah kitabı, O zât da O'nun şerefli mübelliğidir...
6. Kur'ân-ı Kerim, bir belâğat harikasıdır ve bu sahada eşi menendi yoktur. Bu itibarla da onu bir beşere maletmek mümkün değildir.
Efendimiz (sav) Peygamberlikle ortaya çıktığı zaman, kitleleri arkasından sürükleyen bir sürü şâir, edib ve söz üstâdı vardı. Bunlar pekçoğu itibariyle de O'na muârız idiler. Yeryer kafa kafaya verip düşünüyor; Kur'ân'ı bir kalıba yerleştirmek, birşeye benzetmek ve ne olursa olsun mutlaka hakkından gelmek istiyorlardı. Hatta, zaman zaman hristiyan ve yahudi âlimleriyle de görüşüyor, onların düşüncelerini alıyorlardı . Ne pahasına olursa olsun Kur'ân çağlayanını durdurmak ve kurutmak için akıllarına gelen herşeyi yapma kararındaydılar. Bütün bu engellere ve engellemelere, akla hayâle gelmedik karşı koymalara aldırmadan yoluna devam eden Hz. Muhammed (sav), bilumum inkârlara, ilhadlara karşı sadece ve sadece Kur'ân'la muâraza ediyor ve mücadelesini de zaferle noktalıyordu. Hem de bunca hasıma rağmen..
Evet, o gün, hristiyan ve yahudi ulemasıyla beraber, belâğatın dev temsilcileri, tek cebhe olup etrafı velveleye verdikleri bir dönemde, Kur'ân o üstün ifade gücü, o büyüleyici beyanı, o baş döndürücü üslûbu, o insanın içini ürperten ledünniliği ve ruhâniliğiyle muhatablarının gönlüne girdi; arşı, ferşi çınlatacak bir ses, bir soluk oldu yükseldi.. bir mübâriz gibi hasımlarını muârazaya çağırdı, tehdit etti, meydan okudu "siz de Kur'ân'a benzer bir kitap, hiç olmazsa onun bir suresine denk birşey, daha da olmazsa aynı ağırlıkta bir âyet ortaya koyun; yoksa savulun gidin!.." dediği ve o günden bugüne de "Eğer kulumuz Muhammed'e (sav) indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız." (Bakara/23) "De ki: and olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de" (İsra/88) "Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyle ise siz de onun benzeri on uydurulmuş (dahi olsa) sure getiriniz. (Hatta) eğer doğru iseniz, Allah'dan başka çağırabildiklerinizi de çağırınız" (Hıld/13) ayetleriyle aynı şeyleri tekrar edip durduğu halde, bir-iki hezeyanın dışında, Kur'ân'ın bu meydan okuyuşuna cevab verilmemesi, onun. kaynağının beşerî olmadığını gösterir. Zira, tarih şahitdir ki, Kur'ân'ın muârızları O'na ve O'nun mübelliğine her türlü kötülük yapmayı denedikleri halde, Kur'ân'a nazire yapmayı akıllarından bile geçirmediler. Böyle birşeye güçleri yetseydi, nazire ile Kur'ân'ın sesini kesecek, tehlikelerle dolu muharebe yoluna girmeyeceklerdi.
Evet, o koca belâğat üstadları, şeref, haysiyet hatta ırz, namus gibi en değerli şeylerini tehlikeye atıp muharebe yolunu seçmeleri, Kur'ân'a nazire yapılamamasının en açık delîlidir. Eğer nazire yapmak mümkün olsaydı, münazara yolunu muharebe yoluna tercîh edecek ve geleceklerini katiyyen tehlikeye atmayacaklardı.
Arab şâir ve nâşirlerinin, Kur'ân'ın benzerini getirememeleri tahakkuk edince, ona hristiyan ve yahudiler arasında menşe' aramak beyhude ve bir çaresizlik ifadesidir. Hem, hristiyan ve yahudiler bu muhteva ve bu ifade zenginliğinde bir kitap hazırlayıp ortaya koymaya güçleri yetseydi, ne diye onu başkasına nisbet edeceklerdi. "Biz yaptık" der ve onunla övünürlerdi...
Kaldı ki, dünden bugüne, dikkatsiz veya garazlı bir iki müsteşrik ve müşrike bedel, bir sürü ilim adamı, araştırmacı ve mütefekkir Kur'ân'ın muhteva zenginliği, ifade gücü karşısında hayranlıklarını gizleyememiş ve onu alkışlamışlardır. Bunlardan bir kaçı:
Charles Milles; Kur'ân'ın üslubundaki zenginlik itibariyle tanzîr ve tercüme edilmeyecek kadar yüksek bir edâya sahib olduğunu...
Victor İmberdes; Kur'an'ın, bütün hukuk esaslarına kaynak olabilecek zengin bir muhtevaya sahib bulunduğunu...
Ernest Renan; Kur'ân'ın dînî bir inkılâb kadar edebî bir inkılâb da yaptığını...
Gustave Le Bon; Kur'ân'la gelen İslâm'ın en saf, en hâlis bir tevhid anlayışını dünyaya tebliğ ettiğini...
CI. Huart; Kur'ân'ın Allah kelâmı olup, vahiy yoluyla Hz. Muhammed'e (sav) tebliğ edildiğini...
H. Holman; Hz.Muhammed (sav)'in Allah'ın son peygamberi, İslâmiyetin de vahyedilmiş dinlerin en sonuncusu bulunduğunu...
Emile Dermenyhem; Kur'an'ın, Peygamber (A.S.)'in birinci mucizesi olduğunu, edebî güzelliği itibariyle de erişilmez bir muamma olduğunu...
Arthur Bellegri; Hz. Muhammed'in (sav) tebliğ ettiği Kur'ân'ın bizzat Allah'ın eseü olduğunu.,.
Jean Paul Roux; Peygamberimizin en güçlü mucizesinin melek vasıtasıyla gönderilen Kur'ân-ı Kerim olduğunu...
Raymond Charles; Kur'ân'ın, hükmü hâlâ devam eden ve Allah'ın bir elçi vasıtasıyla müminlere tebliğ ettiği beyanların en canlısı olduğunu...
Dr. Maurice; Kur'an'ın her türlü tenkîdin fevkinde bir mucize, bir harika olduğunu hatta daha da ileri giderek, edebiyatla ilgilenenler için Kur'ân'ın bir edebî kaynak, lisan mütehassısları için lâfızlar hazinesi ve şairler için bir ilham menbaı bulunduğunu...
Manuel King; Kur'ân'ın, peygamberimizin peygamberliği süresince Allah'dan aldığı emirlerin mecmuu bulunduğunu...
Mr. Rodwell; İnsanın Kur'ân'ı okudukça hayretler içinde kaldığını ifâde eder ve onu takdirlerle alkışlarlar.
Sadece birer cümleciklerini alıp naklettiğimiz bu seçkin ilim adamı ve mütefekkirler gibi, daha yüzlerce düşünür ve araştırmacı bilgilerinin vüs'ati nisbetinde, aynı hakikatlara parmak basmış ve Kur'ân karşısında takdirle iki büklüm olmuşlardır.
Binlerce mütehassıs ve üstad kalemlerden çıkmış çok ciddi eserlerin yanında, Kur'ân hakkında söz söylemek bize düşmezdi ama, başta sâhib-i Kur'ân'ın, sonra da kalem erbâbıbın bağışlayacağı mülâhazasıyla, yaptıkları hizmete iştirak arzusuyla bu cür'ette bulunduk.
Kur’anı Kerim’in Sayısal mu’cizeliği
Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği, -görüşümüze göre-zamanımızda yaşayan herkes için üç esaslı gerçeği ortaya koyar.
BİRİNCİ GERÇEK-. Kuran bir insan tarafından değil, ancak ve ancak Allah (cc) katındandır.
İKİNCİ GERÇEK: İndiği andan günümüze kadar Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir değişme, yer değiştirme, bozma olmamıştır.
ÜÇÜNCÜ GERÇEK: Kur'ân-ı Kerim kıyamete kadar devam edecek olan bir mucizedir...
Binaenaleyh, herhangi bir insan bu gerçekleri ayan beyan gördüğünde artık onun, Allah (cc)'a, O'nun peygamberine ve apaçık kitabına inanmaktan ve bunları tasdik etmekten başka çaresi kalmaz. Bu noktadan hareketle Kur'ân-ı Kerimle ve onun getirdikleriyle amel. hidayet ve sapıklık arasında yegane ayırıcı ve adil sınır olmuş olur. Üstad Nevfel, Kuran-ı Kerim'in sayısal mucizeliği adlı kitabında diyor ki:
"Bu mucizelik, müsbet ve hakkında değişik görüşlerin olamayacağı maddî bir mucizeliktir... Münakaşa kabul etmeyen, tartışma götürmeyen bir mucizelik... Zira rakamların dili ayırıcıdır... Sayıların ve hesapların sözleri kesindir..."
İşte bu büyük yazarımızın Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği konusunda tesbit edebildiği bazı örnekler:
BİRİNCİ ÖRNEK:
Kuran-ı Kerim'de Allah (cc)'ın "Kul=de, söyle" emri, aynı kelimenin fiil olarak kullanılışına sayıca eşittir.
Zira Kur an-ı Kerim'de mahlukatına hitaben Allah (cc) tarafından 332 defa "Kul=de, söyle emri vaki olmuştur. Meselâ: "De ki, bütün işler Allah (cc) ındır" (Al-i Imrân. 154) gibi... Yine yaratılanlardan: insanlardan, meleklerden ve cinlerden vaki olan "Kavl=söylemek, demek fiili de aynı sayıdadır, yani bu da Kur'ân-ı Kerim'de 332 defa geçmektedir. Meselâ Allah (cc)'ın melekler diliyle: "Orada fesat çıkaracak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın! dediler" (Bakara, 30) buyurması. Dünya öncesi alemde beşer diliyle: "Rabbin, insan oğlunun sulbünden olanlara, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da, "Evet, şahidiz" demişlerdi" (Araf, 172) buyurması.
Dünya hayatında beşer diliyle: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver, dediler" (Bakara, 250) buyurması.
Ahirette yine beşer diliyle: "Cennet'te altlarından ırmaklar akarken gönüllerinden kini çıkarıp atarız. "Bizi buraya eriştiren Allah (cc)'a hamdolsun. Eğer Allah (cc) bizi doğru yola iletmeseydi biz doğru yolu bulamazdık..." dediler" (Araf, 43) buyurması.
Cinler diliyle: "Ey Muhammed (sav), de ki, "Cinlerden bir grubun Kuran-ı Kerim'i dinlediği ve "şüphesiz bizi hayrete düşüren bir Kuran dinledik" dedikleri bana vahyolundu" (Cin, 1) buyurması gibi...
Kuran-ı Kerim'de 332 defa "Kul=de, söyle" diye buyuran ve aynı kitabında bu emrin fiil olarak kullanılışını yine 332 defa tekrar ettiren Allah (cc) noksanlıklardan hakikaten münezzehtir!
İKİNCİ ÖRNEK:
Alemlerin Rabbi'nin haber verdiği Kur'ân-î gerçeklerden olarak göklerin sayısının yedi olduğunu biliyoruz. Bu gerçeğin Kur'ân-ı kerim'de yine tam yedi defa tekrar edildiği görülür. Şöyle ki:
1. "Sonra göğe yönelerek onları yedi gök olarak düzenlemiştir" (Bakara, 29).
2. De ki, yedi göğün ve muazzam arşın Rabb'i kimdir?" (Mü'minûn, 86).
3. "O'nu, yedi gök, yer ve onlarda olanların hepsi tesbih ederler' (İsrâ, 44).
4. "Derken Allah yedi gök var etti ve her göğe işini bildirdi" (Fussılet, 12).
5. "Yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratan Allah'tır" (Talâk, 12).
6. "Yedi göğü kat kat yaratan O'dur" (Mülk, 3).
7. "Allah'ın yeri-göğü kat kat yarattığını görmediniz mi" (Nuh, 15).
8. Binaenaleyh, yedi gök yaratan ve bunu kitabında da yedi defa zikreden Allah (cc)'ı tesbih ederiz.
ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:
Allah (cc)'ın; "Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısında, Allah katında ayların sayısı onikidir" (Tevbe, 36) sözü...
Nitekim (eş-Şehr=ay) kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de 12 defa, yeni senenin ayları sayısınca tekrarlanmaktadır. Aynı şekilde (el-Yevm=gün) kelimesi de Kur'ân-ı Kerim'de 365 defa, senenin günleri sayısınca tekrar edilmektedir. Yine (iki gün ve günler) kelimeleri, (Yani günün birden fazla sayı grubu ifade ettiği kelimeler)'de Kur'ân-ı Kerim'de 30 defa, yani bir ayın günleri sayısınca tekrar edilmiştir.
Binanaleyh, ayların sayısı on ikidir derken, Kitabında da (ay) kelimesi 12, (gün) kelimesi 365 ve (günler) kelimesi de 30 defa zikredilen Allah noksanlıklardan müberradır.
DÖRDÜNCÜ ÖRNEK:
İman-küfür ve ikisi arasındaki fark -ki, bu fark bizzat Kur an-ı Kerim'in kendisidir- yine Kuranla birbirinden ayınlıyor... Şöyle ki:
(İman) kelimesinin Kur an-ı Kerim'de tekrarlanış sayısı 25'tir. Bunun 17'si: "İmandan sonra fısk ne kötü bir isimdir" (Hucürât, 11) ayet-i kerimesinde olduğu gibi. 7'si: "Mü'minlerin imanını artırmıştır..." (Tevbe. 124) ayet-i kerimesinde olduğu gibi, biri de: "İnananlara ve imanda soyları da kendilerine tabi olan kimselere soylarını da katarız" (Tür, 21) ayet-i kerimesinde olduğu gibi geçmektedir.
Aynı şekilde (küfr) kelimesi de 25 defa tekrar edilmekte olup, bunun 17'si: "Küfürde yarışanlar seni üzmesinler" (Âl-i İmrân, 176) ayet-i kerimesi gibi, 8'i de: "Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir" (Tevbe, 97) ayetinde olduğu gibi geçmektedir. Ne var ki, (iman) ve (küfür) kelimeleri arasındaki bu sayısal eşitliğe karşı Kuran-ı Kerim'de türevleriyle (müştakları ile) beraber (iman) 811 defa, yine türevleri ve müradifleri ile beraber (küfür) ise 697 defa zikredilmiştir ki, bir yönden (iman) ve türevleri arasındaki fark 114 sayısını gösterir ki, bu sayı Kuran-ı Kerim'in surelerinin sayısıdır.
Binaenaleyh, imanla küfrün arasını Kur'ân'la tefrîk eden Allah, eksikliklerden münezzehtir.
BEŞİNCİ ÖRNEK:
(Melek) ve (Şeytan) kelimelerinin her biri Kur'ân-ı Kerim'de 78'er defa zikredilmiştir.
(Dünya) ve (Ahiret) kelimelerinden her biri 115 defa zikredilmiştir.
(er-Rahîm) kelimesi (er-Rahmân) kelimesinin iki katı kadar geçmektedir. Yani, birincisi 114, ikincisi 57 defa zikredilmiştir.
(İblîs) kelimesi 11 defa, karşılığında (isti'âze=sığınma) kelimesi de yine 11 defa geçmektedir.
(Harp) kelimesi ve türevleri, (esîr) kelimesi ve türevlerine eşittir. Her ikisi de 6'şar defa zikredilmiştir. Ama ne bir ayette ne de bir surede bir arada bulunmuşlardır.
(İnsanın yaratılışına başlangıç olan) (nutfe) ve (tîn=toprak) kelimeleri de eşit sayıda, her biri 12'şer defa geçmektedir.
(Fiil) kelimesi, (ecr) kelimesi kadar, yani her birerleri 108 defa kullanılmıştır.
(Hesap) kelimesi 29 defa tekrarlanmış, ('adl) ve aynı ma'nâya gelen (kist) kelimeleri de biri 14, diğeri ise 15 defa olmak üzere toplam 29 defa zikredilmişlerdir.
(Mağfiret=bağışlama) kelimesi, (ceza) kelimesinin tam iki katı kadar geçmektedir; 234 ve 117...
(Kuran) kelimesi ve türevleri, (vahiy) kelimesi ve türevleri ve (İslâm) kelimesi ve türevleri hepsi aynı sayıda olmak üzere 70'er defa kullanılmıştır.
(es-Salât=namaz) kelimesi 67 defa, (zekat) kelimesi ise 32 defa zikredilmekte ve her ikisinin toplamı 99'a -yani Esmâ-ı Hüsnâ'nın adedine- baliğ olmaktadır. Ayrıca (salat) kelimesi de müştaklarıyla beraber yine 99 defa zikredilmektedir.
(Fir'avn) kelimesi, (sultan) ve (ibtilâ) kelimelerinin katları sayısınca zikredilmiştir. Yani (Fir'avn) kelimesi 74 defa, (sultan ve (ibtilâ) kelimeleri 37'şer defa geçmektedir.
(Şiddet=zorluk, sıkıntı) kelimesi ve türevleri ile, (sabr) kelimesi ve türevleri eşit sayıda-12'şer defa- geçmektedirler.
(Ebrâr=iyiler) kelimesi (füccâr=kötüler) kelimesinin iki katı kadar; biri 6, diğeri 3 defa geçmektedir.
Bütün bunlar, Üstad Abdürrezzak Nevfel'in, Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği ile ilgili olarak tesbit ettiklerinin kaydedebildiğimiz kadarıdır. Bu mucizelik ve bunun muhtelif sahalarda hesabî ve rakamsal uyumluluk olarak ifade ettiği anlamlar, daha önce de adını ettiğimiz üç hakikati desteklemektedirler:
Birinci Hakikat:
Kur'ân-ı Kerim bir beşer katından değildir. Ancak ve ancak "Hakîm ve Habîr bir Allah tarafından ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış..." (Hûd, l) bir kitaptır. "Bu Kur'ân, Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş değildir" (Yunus, 37). "O şair sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz! Kâhin sözü değildir. Ne az düşünüyorsunuz! Alemlerin Rabbi'nden indirilmelidir" (Hakka, 41-43).
Şu anda bütün insanlar sahip oldukları ilim ve terakkilerle, cinler de ellerinde olan bütün güç ve kuvvetlerle bir araya gelseler bu Kur'ân'ın bir benzerini yapmaya güç yetiremezler. Allah (cc)'ın bu meydan okuyuşunun üzerinden tam on dört asır da geçmiş bulunmaktadır... Müthiş bir icazdır bu i'câz... Kur'ân-ı Kerim'in Nebiler Nebisine indirildiğinden beridir onda mevcut olmasına rağmen ancak ihtiyaç duyulunca ortaya çıktı. Kuran-ı Kerim indirildiğinde arapların sayısal i'câza (mucizeliğe) ihtiyaçları yoktu. Onun edebiyat, lügat ve akılla ilgili mucizeliği yetiyordu onlara. Onlardan sonra teşriî, ilmî ve derken sayısal i'câzını görenler geldi... Kitabında saklı olan diğer mucizelikleri ise ancak Allah bilir. Kudreti, şu anda onların bize saklı kalmasını dilemiştir. Onlar O'nun ne zaman ve yarattıklarından kimler için gözler önüne sereceğim biz şu anda bilemiyoruz. "Ey Muhammed! De ki, onu göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz O çok bağışlayandır, çok esirgeyendir" (Furkân, 6).
İkinci Hakikat:
Allah (cc) taralından. Rasül (sav)'üne gönderildiği günden bu güne kadar Kur'ân-ı Kerim'de en ufak bir tahrif, tebdil ve değişme olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır. Binanaleyh; mevzularındaki, sözlerindeki, hatta harflerindeki bu dakik, sayısal ve rakamsal uyumlulukta en küçük bir değiştirme, tahrif ve tebdilin yapılabilmesi muhaldir. Aksi halde bu uyumluluk kaybolur, sayı ve hesap değişir... "Zikri (Kur'ân'ı) biz indirdi. Onun koruyucuları da bizleriz" buyuran Âlemlerin Rabbini tesbih ederiz.. O'nun, Allah (cc)'ın kitabında değiştirme ve tahrife güç yetirilemeyeceğini söylemesini emrettiği Rasül (sav)'ne de salat ve selâm olsun:
"Ayetlerimiz, onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar (Muhammed'e) "bundan başka bir Kur'ân getir, ya da bunu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım" (Yunus, 15). Binaenaleyh, Allah (cc)'ın topladığı ve okutturduğu, bize de uymamızı emrettiği bir sözde nasıl değiştirme olabilir? "Doğrusu onu kalbine toplayıp (yerleştirmek) ve sana okutturmak Bize düşer. Artık Onu biz okuduğumuzda onun okunmasına uy" (Kıyame, 1718).
"Kitap kendilerine gelince onlar onu inkar etmişlerdir. Oysa o değerli bir kitaptır. Geçmişte ve gelecekte onu batıl kılacak yoktur. Hakîm ve Hamîd olan Allah katından indirilmedir" (Fussılet, 41-42).
Üçüncü Hakikat:
Bu Kuran, gökler ve yer var oldukça dimdik kalacak bir mucizedir. Nitekim ondört asır geçmiştir de bir suresine benzer getirilememiştir, işte bizler yeryüzünde daha önce benzeri yaşanmamış ilmî bir terakki içinde yaşıyoruz ama Kur'ân'ın hodri meydan demesi de yaşıyor. Hiç kimse bir suresine bir benzer getiremiyor. Bilakis öyle görünüyor ki, beşer ilerledikçe Kur'ân'ın yeni yeni i'caz yönlerine (mucizeliklerine) şahid olacak ve kendini biteviye bir i'cazın canlı bir meydan okuyuşu önünde bulacaktır.
Bu sayısal i'cazin maverasındaki sırları ancak Allah (cc) bilebilir.
Bir sözün, sayıca diğerine eşit olarak zikredilmesinin; iki-üç ya da daha çok katı olmasının bir anlamı bulunmalı değil midir? Bunun belli bir işareti, özel bir takım sırları olmalıdır ki, bunu, şu ana kadar göklerin ve yerin sırrını bilen Gafur ve Rahîm Allah (cc)'tan başkası bilememektedir.
Sonra, iş bu sayısal i'câza varmakla kalıyor mu? Bu öyle bir feyizdir ki, Allah (cc) onu dilediğine verir. Buyurun, siz de benimle beraber şu ayet-i kerimeye bakıverin!
"Ay'a erişmek Güneş'e düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzerler" (Yâ-Sîn, 40).
-İbn Kesîr tefsirine göre yörüngede yüzen "her biri"inden maksat; gece, gündüz, güneş ve aydır. Yani bunlar sema yörüngesinde dönerler, deveran ederler. "Deveran etmek" demek, bittiği yerden tekrar başlamak demektir. Buna göre "KÜLLÜN Fİ FELEKİN" ibaresini (asli harflerini) düşünürsen sağdan sola da, soldan sağa da aynı şekilde okunduğunu görürsün. Yani Kuran-ı Kerim'de Güneş'in, Ay'ın, Gecenin ve Gündüzün bir yörüngede deveran ettiklerini (döndüklerini) ifade için getirilen kelime grubunun kendisi de bir yörüngede deveran etmektedir...
Ayetlerini iyi düşünmemizi emreden Allah (cc)'ı tesbih ederiz; O'nda eksiklik yoktur.
"Kur'an'ı iyi düşünsünler ya! Eğer o, Allah (cc)'tan başkasından gelmiş olsaydı onda çok çelişkiler bulurlardı" (Nisa, 82). "Kuran'ı iyi düşünsünler ya! Yoksa kalpleri kilitli midir?" (Muhammed, 24).
Kur’an'ın sayısal i'câzından söz eden bu makaleyi bitirirken Allah (cc)'ın, kalbini buna açtığı zatın söylediğini naklediyorum. Şöyle diyordu Üstad:
"İşte Kur'ân bu... Ayırıcılıkları cümlesinden olarak onu diğerlerinden, bir de; insanların, tüm insanların, cinlerin, bütün cinlerin ve insanlar ve cinler beraberliğinin benzerini yapmaktan aciz oldukları sayısal eşitliği, ölçülülüğü, uyum ve tenasübü ayırmaktadır."
Binaenaleyh, o, kesin, şüphesiz hak ve gerçek olarak Ne-bîler Nebîsi'ne Allah (cc)'ın indirdiği VAHİY değildir de nedir? Bununla da, bu eşitlik, uyum ve ölçülülük; tefekkür, tedebbür ve teemmülün keşfettiği bir çok i'câz yönlerinden yeni bir yön olmuş olur. Üstelik öyle bir yön ki, neticesi hususunda görüşler değişik olamaz, yönelişler müteaddid bulunamaz... Bir yorum, ya da bir te'vil değildir bu... İçtihadların çatıştığı, görüşlerin zıtlaşma arzettiği bir tefsir bir yorum değildir... Fakat bu bir hesaptır, rakamlardır... Hesabın gerçekleri ise daima kesin, rakamların şahidleri ebediyyen isabetlidir...
Ya Rab! Kitabını iyiden iyiye düşünmemize engel olan her türlü şaibeden kalplerimizi temizle. Rahmetinin kapılarını açıver üzerimize... Sana, senin meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine inananlar olarak açıver... Amîn!
KUR’AN DEĞİŞMEDEN NASIL GELDİ?
Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitabların hiçbiri, Allah'ın Peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.
Davud'a (A.S.) gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.
İncil'e gelince, Hz. İsa (A.S.) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda incil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa'nın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelikde bunları yazanlar Hz. İsa'nın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.
Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.
Görüldüğü gibi, Hz. İsa'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsa'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?
Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitablar gönderildiğine ve bu kitabların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitablar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.
Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadlann karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.
Bu hususta Ebû Hüreyre (R.A.) şöyle demiştir: «Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (A.S.M.)
ashabına şöyle buyurdu:
«— Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: "Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rablan katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlanz." (Bakara, 136).»
Kur'an Tahriften (Bozulmaktan) Nasıl Uzak Kalmıştır?
Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrail (A.S.) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (A.S.) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibril dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.
Bununla beraber, Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.
Nihayet Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.
Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti. Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.
Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur: «Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz.:.» (Hicr, 9).
Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.
Kur'anın bozulmadan günümüze kadar geldiği nasıl ispat edilebilir? Kur'ân, Peygamberimizin (sav) beyânı olamaz mı? Değilse nasıl isbât edilir?
Bu mevzuda şimdiye kadar, hiçbir tereddüde, hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde, pek çok şey söylenmiş ve pek çok şey yazılmıştır. Biz, sual-cevap sütununun müsaadesi ölçüsünde ve hülâsa mahiyetinde birkaç ana başlığı zikretmekle yetineceğiz.
Kur'ân-ı Kerim'in, Efendimiz veya başka biri tarafından tertib edildiği iddiası birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla, günümüzün, Kur'ân düşmanı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz, görgüsüz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kanaatimce, dünün müşrikleri gibi, bugünün müşrikleri de, bu mevzuda düşünmeden garazlı davranıyor ve garazlı konuşuyorlar. Zira Kur'ân, kim tarafından olursa olsun, insafla ele alındığı zaman bir beşere mal edilemeyecek kadar muallâ ve ilâhî olduğu anlaşılacaktır.
Şimdi bu ciddî mevzuun derinlemesine tahlilini dev adamların devâsâ kitaplarına havale edip sadece birkaç ana başlığı hatırlatacağız:
1 . Bir kere Kur'ân'ın üslubuyla hadislerin üslubu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Arablar, Efendimizin Kur' ân dışı beyanlarını, kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.
2. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysa ki, Kur'ân'ın sesinde yüksek bir celâdet, heybetli bir edâ ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslubu birden tasavvur etmek ne makuldür ne de mümkün.
3. Mektep-medrese görmemiş ümmî bir insanın (Peygamberimiz s.a.v) -O ümmîye ruhlar feda olsun- eksiksiz, kusursuz; ferdî, ailevî, içtimâî, iktisâdî ve hukukî bir sistem getirip vaz' etmesi, herşeyden evvel düşünce ve aklın bedâhetine terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa...
4. Kur'ân'da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet , hukuk ve iktisad gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmemezlikten gelerek onu insan kelâmı farzetmek, bir bakıma onun mübelliğini beşer kabul etmemek demektir. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olma gibi, hususiyetleriyle en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle, yüzlerce meselesinden herbiri, birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin muhtevalı bir kitabı, mektep-medrese görmemiş bir ümmîye (okuma-yazma bilmeyen bir kimseye) dayandırmak delilsiz bir iddiadır.
5. Kur'ân, geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibariyle de hârikadır ve katiyyen insan kelâmı olamaz. Bugün, yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan, geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları, iyi veya kötü akıbetleri kelimesi kelimesine asırlârca evvel Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte, Hz. Sâlih, Hz. Lüt ve Hz. Musa gibi peygamberler, işte onların kavimleri ve işte herbiri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri..!
Kur'ân'ın, geçmişe dair verdiği haberlerin katiyyet ve doğruluğu kadar, geleceğe aid ihbarâtı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Mesela: senelerce evvel Mekke'nin fethedileceğini ve Kâbe'ye emniyet içinde girileceğini "Allah dilediğinde, güven içinde başlarınızı traş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkmadan Mescid-i Haram’â gireceksiniz" (Fetih suresi/27) ayetiyle haber verdiği gibi, İslâm'ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da "O, Resûlünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki bütün dinlere galebe çalsın. Şâhid olarak Allah yeter" (Fetih/28) beyanıyla ilân etti. Kezâ, o gün Roma'lılar karşısında savaş galibi görünen Sâsânilerin yenileceğini ve aynı zamanda, Bedir gâlibiyetiyle müslümanların da sevineceğini "Rum yenildi (bölgenize) en yakın bir yerde. Onlar bu mağlubiyetden sonra (yeniden) galebe çalacaklar. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de sonra da iş Allah'a aiddir. O gün mü'minler de sevinirler." (Rum/2-4) müjdesiyle duyurmuşdu; vakti gelince Kur'ân'ın haber verdiği gibi çıktı.
Bunun gibi, "Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni (insanlardan gelen kötülüklerden) koruyacaktır" (Maide/67) ayetiyle de, en yakınındaki amcasından, düşman millet ve düşman devletlere kadar çevresi düşmanlıklarla sarılı olduğu halde, hayatını emniyet içinde geçireceği va'dolunmuşdu ve öyle de oldu.
Değişik ilim dallarının inkişâfıyla, âfâk ve enfüsün yâni insan mâhiyeti ve mekânların didik didik edileceğini, ilmî buluş ve tesbitlerin, yeni yeni keşiflerin insanoğlunu inanmaya zorlayacağını "Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, o (Kur'ân ve Kur'ân'ın getirdikleri)nin gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin herşeye şâhid olması yetmez mi?" (Fussilet/53) mucizevî beyanıyla ifâde etmişti ki, günümüzde süratle o noktaya doğru gidilmektedir.
Ayrıca, Kur'ân, nazil olduğu günden bu yana "Deki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine O'nun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka verseler de." (İsra/88) deyip, hasımlarının damarlarına dokundurduğu halde, bir-iki küçük hezeyanın dışında, kimsenin ona nazire yapmaya teşebbüs etmemesi ve edememesi, onun verdiği haberi doğrulamakda ve mucize olduğunu ilan etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'in nâzil olduğu ilk yıllarda, müslümanlar az, zayıf, iktidarsız ve geleceğe aid hiçbir düşünceleri yoktu. Ne bir devlet, ne dünya hakimiyeti ne de yeryüzündeki sistemleri altüst edecek dinamikleri gizli yeni dinin güç kaynağı adına hiç birşey bilmiyorlardı. Oysa ki, Kur'ân "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara va'deti ki; onlardan öncekilerini nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini sağlama bağlayacak ve korkularının ardından da onları güvene erdirecektir." (Nur/55) ayetiyle onlara, bu yüksek hedefleri gösteriyor ve cihanın hakimi olacakları müjdesini veriyordu.
Daha bunlar gibi, müslümanlığın ve müslümanların geleceği, zafer ve hezimetleri, yükselmeleri ve alçalmaları ile alâkalı pekçok ayetler var ki, hepsini burada zikretmemiz mümkün değil.
Kur'ân-ı Kerim'in gelecekle alâkalı verdiği haberlerin büyük bir bölümünü, değişik ilim dallarının varacakları nihâi hudutlarla ilgili olan ayetler teşkil eder. İlmî tesbitlerle alâkalı, kısa fezlekeler halinde, Kur'ân'ın verdiği haberler o kadar hârika ve o kadar erişilmezdir ki, onun bu mevzudaki beyanlarını kulak ardı etmek mümkün olmayacağı gibi, bu mevzudaki beyanlarıyla ona beşer kelâmı demek de mümkün değildir.
Yüzlerce âyetin sarâhat, delâlet ve işaret yoluyla ifâde ettikleri harikalara dair pekçok eser yazıldığından, bu meselenin tafsilâtını o eserlere havale ederek, misâl teşkil edecek birkaç ayetin işaret ve delâlet ettikleri hususları kaydedip geçeceğiz.
1. Kâinatın Yaratılışı
Kâinatın yaratılışıyla alâkalı olarak "İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik bir durumdayken, onları birbirinden ayırdığımızı, sonra da bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Halâ imân etmeyecekler mi?" (Enbiya/30) ayetinin anlattığı yüksek hakikat, teferruatına dair farklı mütalâalar ileri sürülse bile ilk yaradılışla alâkalı değişmeyen en sabit bir prensiptir. Ayette anlatılan, bitişik olma ve ayrılma, ister gazlardan müteşekkil kitlenin, nebulolara ayrılması, ister güneş sistemi gibi sistemlere bölünüp şekillenmesi ve manzumelerin ortaya çıkması, isterse bir sehâbiye ve bir dumanın bölünüp, parçalanıp, zabt-ü rabt altına alınması şeklinde olsun netîce değişmez. Âyet, kullandığı malzeme ve seçtiği üslup itibariyle, ilmî araştırmalar için hep bir ışık kaynağı olmuş, bütün faraziye ve nazariyelerin eskiyip atılmasına karşılık o, tazeliğini korumuş, bugünlere gelmiş ulaşmış ve yarınlara hakim olmaya da namzed görünmektedir.
2. Astronomi
Kur'ân-ı Kerim'de astronomiye esas teşkil edecek o kadar çok âyet vardır ki, bunların biraraya getirilerek teker teker tahlil edilmeleri, cildler ister. Biz bir-iki âyetin işaretiyle iktifâ edeceğiz. "Allah o zattır ki, gökleri, görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti; sonra da iradesini (tekvin) arşına yöneltti. Artık hepsi belli bir süreyle kayıtlı olarak akıp gitmektedir." (Ra'd/2) Âyet, göklerin yükseltilmesini, genişleyip büyümesini hatırlattığı gibi, herşeyin nizam içinde baş başa, omuz omuza olmasını da (bilebileceğimiz cinsten bir direk olmaksızın) sözüyle ifade etmektedir. Evet, kubbe-ı âsumânı tutup, dağılmasına meydan vermeyen, görebileceğimiz cinsten bir direk yok ama, yine de bütün bütün direksiz değil. Zira, kütlelerin dağılmaması ve gelip birbirine çarpmaması için, görülsün görülmesin mevcut nizama esas teşkil edebilecek kanun, kaide, prensip mânâsında böyle bir direğin vücudu zarurîdir.
Kur'ân bu ifadesiyle bizlere, kültürlerarası ile 'il-merkez (merkez çek) an'il-merkez (merkez kaç) prensibini düşündürmektedir ki, bunun, Newton'un çekim kanununa veya Einstein'in (hayyiz)'ine* uyup uymaması birşey ifade etmez.
Hele âyetin, Güneş ve Ay'ın akıp gittiğini ifade etmesi çok enteresandır ve üzerinde durulmaya değer. Rahmân suresindeki "Güneş ve Ay'ın hareketleri. tamamen bir hesaba bağlıdır" (Rahman/5), Enbiya suresindeki "Geceyi, gündüzü, Güneşi, Ay'ı yaratan O'dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedirler" (Enbiya/33), Yâsin suresindeki "Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir" dedikten sonra "Bunların herbiri belli bir yörüngede döner dururlar"(Yasin/38-40) diyerek,Güneş, Ay ve sair gezegenlerin bir nizama göre yaratıldıklarını, bir âhengi temsil ettiklerini ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulunduklarını apaçık dile getirmektedir.
Yerin Yuvarlaklığı:
"Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne doluyor" (Zümer/5) ayeti, kullandığı malzeme itibariyle, gece ve gündüzün birbirini takib etmesini, sarığın başa sarılması gibi, ışık ve karanlığın,Yerküre'nin başına "sarık gibi dolanması" sözüyle anlatıyor. Bir diğer âyette ise "Arkasından da yeryüzünü mücessem kat-ı nâkıs (yâni yerküreyi elips şeklinde), söbüleştirdi" (Naziat/30) diyerek müşahidlere peygamberlik buudunda varılmış en nihâi noktayı göstermektedir.
Mekân genişlemesi hususunda:
"Semâyı biz kendi elimizle kurduk ve sürekli genişletmekteyiz" (Zariyat/47) Bu genişleme ister Einsteine'nin anladığı mânâda, ister Edwin Hubble'in Güneş sisteminin dahil olduğu galaksiden, nebulozların uzaklaşması şeklinde olsun fark etmez. Önemli olan Kur'ân'ın, ana teme parmak basıp, tecrübî ilimlerin çok önünde zirveleri tutup onlara ışık neşretmesidir.
3. Meteoroloji
Hava akımları, bulutların kesâfet kazanması, havanın elektriklenmesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların meydana gelmesi Kur'ân-ı Kerim'de, yer yer ilâhî nimetleri hatırlatma ve yer yer de insanları tehdid etme sadedinde çokça zikredilen hususlardan biri. Meselâ "Baksana, Allah bulutları sürüyor, sonra toparlayıp birleştiriyor, sonra da üstüste yığıyor.. Bir de bakıyorsun bunun arkasından yağmur ortaya çıkıyor. Doluyu da yukarıda dağlar gibi olanlardan indiriyor; onunla dilediğini vuruyor, dilediğinden de onu öteye çeviriyor" (Nur/43) Her yerde olduğu gibi, burada da Kur'ân yağmur vak'asının nihâî durumunu ihtâr ederek, fezâyı velveleye veren, bulut, yağmur, şimşek ve yıldırımlar gibi ürperten, haşyet veren hadiselerin arkasındaki in'amperver eli göstermek ve ruhları ona karşı uyanık olmaya çağırmakta aynı anda, belli disiplinlere bağlı olarak yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini ve sonra da yeryüzüne inmelerini öyle garib bir biçimde anlatmaktadır ki; böyle bir anlatış tarzından hemen herkes bugün bilinene ters düşmeyecek şekilde yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini anlar ve Kur'ân'ın beyanına hayranlık duyar. Kur'ân, iki ayrı çeşit elektriğin birbirini çekmesi, aynı cinsten elektrik yükünün birbirini itmesi , rüzgârların devreye girerek birbirini iten bu bulutları birleştirmesi; yerden yukarıya yükselen pozitif yüklü akımların fezadaki mevcut elektrikle birleşmesi neticesinde elektriklenmenin meydana gelmesi ve bu noktada buharın su damlaları halinde yere inmesi gibi teferruâtla meşgul olmaz. O ana vak'a ve asıl tem üzerinde durur; teferruata ait diğer meselelerin izah ve isimlendirilmelerini zamanın tefsirine bırakır.
Hicr suresindeki "Aşılayıcı rüzgârları gönderip onunla gökyüzünden su indirip size takdim ettik (yoksa) siz o suyu depo edemezdiniz" (Hacr/22) ayeti, bu hususa ayrı bir buud ilâve ederek ağaçların ve çiçeklerin aşılanmasında rüzgârların fonksiyonuna dikkati çektiği gibi onların bilhassa, bulutları aşılama vazifesini de ihtar etmektedir. Oysa ki, Kur'ân nâzil olduğu zaman, ne otun, ağacın, çiçeğin ne de bulutların aşılanma ihtiyaçları bilinmediği gibi, rüzgârların çelik-çavak bu önemli vazifeyi gördüklerinden de hiç kimse haberdar değildi...
4. Fizik
Varlığın ana unsuru madde ve onun çift ve tek olma gibi hususiyetleri de Kur'ân-ı Kerim'in ele alıp anlattığı mevzulardandır.
Meselâ, Zâriyat suresinde "iyice düşünesiniz diye biz herşeyi çift olarak yarattık" (Zariyat/49) herşeyin çift olarak yaratıldığı ve Kur'ân'ın kullandığı malzeme itibariyle, bunun önemli bir esas ve âlem-şümul bir prensip olduğu anlaşılmakta. Şuarâ suresindeki ayette ise" Yeryüzüne bakmıyorlar mı? Biz onda nice içaçıcı çiftler yaratıp yetiştirdik" (şuara/7) denilerek, her sene gözümüzün önünde haşr-ü neşr olan yüzbinlerce çifte dikkat çekilmekte ve Allâh'ın nimetleri hatırlatılmakta. Yâsin suresindeki ayet ise, daha şümullü ve daha enteresan. "Ne yücedir o Allah’ki toprağın bitirdiklerinden, (onların) kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çiftler yaratmıştır" (Yasin/36) şeklindeki beyanıyla, bugün bilip tesbit edebildiğimiz çift yaratıkların yanında, henüz bilemediğimiz birçok çiftlerin varlığı da, ihtar edilmektedir.
Evet, Allah, insanlardaki erkeklik ve dişilikten, otların, ağaçların çift olma esasına; atomlar, atomlardaki elektron ve çekirdek ikiliğinden, madde -anti madde zıd eşliliğine kadar, canlı-cansız, yerde-gökte değişik keyfiyet ve buudda ne kadar çift varsa, umum nimetlerini tâdâd sadedinde, kendinden başka herşeyin çift olduğunu zikredip bizleri düşünmeye davet ediyor.
Sırf birer misal teşkil etsin diye, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden başka, pekçok ilâhî beyan var ki, herbirisi başlı başına birer mucize olması itibariyle, hem Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna hem de Peygamberimizin O'nun elçisi bulunduğuna apaçık delâlet etmektedir.
Evet, Kur'ân yeryüzünde hayatın ortaya çıkışından, bitkilerin aşılanma ve üremelerine, hayvan topluluklarının yaratılmasından hayatlarını onlarla devam ettirdikleri bir kısım sırlı düsturlara, bal arısı ve karıncanın esrarlı dünyalarından kuşların uçuş keyfiyetine, hayvan sütünün hasıl olma yollarından insanın anne karnında geçirdiği safhalara kadar pekçok mevzuda, kendine has ifade tarzıyla, öyle veciz, öyle muhtevâlı, öyle hâkim bir üslupla ele aldığı şeyleri takib etmektedir ki; bizim yorumlarımız bir yana, ne zaman onlara müracaat edilse hep taze, genç ve ilimlerin varabilecekleri en son hedefleri tutmuş oldukları görülecektir.
Şimdi, bir kitap, binlerce insanın, bilmem kaç asırlık çalışmaları neticesinde varabildikleri noktaların dahi ötesine parmak basıyor, mevzua hakim bir üslupla o mevzuun hülâsasını veriyorsa, o kitabı, değil ondört asır evvelki bir insana, günümüzün mütefennin yüzlerce, binlerce dâhisinin mesâisine vermek dahi mümkün değildir. Hele o kitap, Kur'ân gibi muhtevası zengin, ifadeleri çarpıcı, üslubu âli, şivesi de ilâhi olursa...
Şimdi dönüp muhatabımıza soralım, ümmîliği mucize o Zât, mektebin, medresenin, kitabın bilinmediği o cahilî vasatta, canlılarda sütün meydana geliş keyfiyetini kimden öğrendi? Rüzgârların aşılayıcı olduğunu, nebatât ve bulutları telkih ettiğini, yağmur ve dolunun meydana gelme noktalarını nasıl bilebildi? Yerkürenin elipsî olduğunu O'na kim ta'lim etti? Mekân genişlemesini hangi rasathanede ve hangi dev teleskoplarla tesbit edebildi? Atmosferin yapı taşlarını ve yukarılara doğru çıktıkça oksijenin azlığını hangi laboratuvarda öğrendi? Hangi röntgen şualarıyla cenînin anne karnında geçirdiği safhaları aynı aynıya tesbit etti? Sonra da bütün bu bilgilerin teferruâtına vâkıf, mütehassıs bir ilim adamı edasıyla, tereddüdsüz, fütursuz ve kendinden gayet emin bir tarzda muhatablarına anlattı?..
5. Kur'ân-ı Kerim, Efendimizin vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerini anlatıp O'na yol gösterdiği gibi, yer yer de seviyesine uygun olarak O'na itâbda bulunmakta ve ikaz edip ırgalamaktadır.
Meselâ: Bir defa münafıklara, izin vermemesi gerekirken izin verdiğinden dolayı "Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup ve yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin?" (Tevbe/43) şeklinde tenbihde bulunduğu gibi, Bedir esirleri hakkındaki tatbikatından dolayı da "Yeryüzünde tam yerleşip istikrar kazanıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir... (Enfâl/67) "Eğer Allah'tan (affınıza dair) bir yazı ve takdir geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu." (Enfal/68) mahiyetinde itabda bulunmuştu. Bir keresinde, Allah'ın dilemesine havale etmeden, "yarın bu işi yaparım" dediği için "Hiçbir şey için bunu yarın yapacağım deme. Ancak Allah dilerse(de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve "Umarım Rabbim beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştırır de" (Kehf/23-24) emir ve tenbihinde bulunmuş, bir başka sefer "insanlardan korkup çekiniyordun; oysa asıl çekinmeye lâyık olan Allah idi" (Ahzsb/37) itab işmâm eder mahiyette sadece AIlah'tan korkulması lâzım geldiğini ihtar etmişti. Zevcelerini bir meseledeki tavırlarına karşı bal şerbeti içmemeye yemin edince "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arıyarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun? Allah çok gafûr ve rahimdir" (Tahrim/1) diyerek sertçe ikaz ediyordu.
Daha bunlar gibi, pekçok âyetle, bir taraftan O'nun vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerinin sınırları belirlenirken, diğer taraftan az dahi olsa bu sınırlara riâyet edilmediği, vazife ve mes'uliyetin mukarrabine göre yerine getirilmediği zamanlarda O'na itab edilmiş, tenbihde bulunulmuş ve yeryer sertçe uyarmalar yapılmıştır.
Şimdi hiç akıl kabul edermi ki, bir insan bir kitap telif etsin, sonra da o kitabın muhtelif yerlerine kendi hakkında, itab, kınama, ikaz ve ihtar ifade eden âyetler yerleştirsin. Hâşâ!... O kitap Allah kitabı, O zât da O'nun şerefli mübelliğidir...
6. Kur'ân-ı Kerim, bir belâğat harikasıdır ve bu sahada eşi menendi yoktur. Bu itibarla da onu bir beşere maletmek mümkün değildir.
Efendimiz (sav) Peygamberlikle ortaya çıktığı zaman, kitleleri arkasından sürükleyen bir sürü şâir, edib ve söz üstâdı vardı. Bunlar pekçoğu itibariyle de O'na muârız idiler. Yeryer kafa kafaya verip düşünüyor; Kur'ân'ı bir kalıba yerleştirmek, birşeye benzetmek ve ne olursa olsun mutlaka hakkından gelmek istiyorlardı. Hatta, zaman zaman hristiyan ve yahudi âlimleriyle de görüşüyor, onların düşüncelerini alıyorlardı . Ne pahasına olursa olsun Kur'ân çağlayanını durdurmak ve kurutmak için akıllarına gelen herşeyi yapma kararındaydılar. Bütün bu engellere ve engellemelere, akla hayâle gelmedik karşı koymalara aldırmadan yoluna devam eden Hz. Muhammed (sav), bilumum inkârlara, ilhadlara karşı sadece ve sadece Kur'ân'la muâraza ediyor ve mücadelesini de zaferle noktalıyordu. Hem de bunca hasıma rağmen..
Evet, o gün, hristiyan ve yahudi ulemasıyla beraber, belâğatın dev temsilcileri, tek cebhe olup etrafı velveleye verdikleri bir dönemde, Kur'ân o üstün ifade gücü, o büyüleyici beyanı, o baş döndürücü üslûbu, o insanın içini ürperten ledünniliği ve ruhâniliğiyle muhatablarının gönlüne girdi; arşı, ferşi çınlatacak bir ses, bir soluk oldu yükseldi.. bir mübâriz gibi hasımlarını muârazaya çağırdı, tehdit etti, meydan okudu "siz de Kur'ân'a benzer bir kitap, hiç olmazsa onun bir suresine denk birşey, daha da olmazsa aynı ağırlıkta bir âyet ortaya koyun; yoksa savulun gidin!.." dediği ve o günden bugüne de "Eğer kulumuz Muhammed'e (sav) indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız." (Bakara/23) "De ki: and olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de" (İsra/88) "Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyle ise siz de onun benzeri on uydurulmuş (dahi olsa) sure getiriniz. (Hatta) eğer doğru iseniz, Allah'dan başka çağırabildiklerinizi de çağırınız" (Hıld/13) ayetleriyle aynı şeyleri tekrar edip durduğu halde, bir-iki hezeyanın dışında, Kur'ân'ın bu meydan okuyuşuna cevab verilmemesi, onun. kaynağının beşerî olmadığını gösterir. Zira, tarih şahitdir ki, Kur'ân'ın muârızları O'na ve O'nun mübelliğine her türlü kötülük yapmayı denedikleri halde, Kur'ân'a nazire yapmayı akıllarından bile geçirmediler. Böyle birşeye güçleri yetseydi, nazire ile Kur'ân'ın sesini kesecek, tehlikelerle dolu muharebe yoluna girmeyeceklerdi.
Evet, o koca belâğat üstadları, şeref, haysiyet hatta ırz, namus gibi en değerli şeylerini tehlikeye atıp muharebe yolunu seçmeleri, Kur'ân'a nazire yapılamamasının en açık delîlidir. Eğer nazire yapmak mümkün olsaydı, münazara yolunu muharebe yoluna tercîh edecek ve geleceklerini katiyyen tehlikeye atmayacaklardı.
Arab şâir ve nâşirlerinin, Kur'ân'ın benzerini getirememeleri tahakkuk edince, ona hristiyan ve yahudiler arasında menşe' aramak beyhude ve bir çaresizlik ifadesidir. Hem, hristiyan ve yahudiler bu muhteva ve bu ifade zenginliğinde bir kitap hazırlayıp ortaya koymaya güçleri yetseydi, ne diye onu başkasına nisbet edeceklerdi. "Biz yaptık" der ve onunla övünürlerdi...
Kaldı ki, dünden bugüne, dikkatsiz veya garazlı bir iki müsteşrik ve müşrike bedel, bir sürü ilim adamı, araştırmacı ve mütefekkir Kur'ân'ın muhteva zenginliği, ifade gücü karşısında hayranlıklarını gizleyememiş ve onu alkışlamışlardır. Bunlardan bir kaçı:
Charles Milles; Kur'ân'ın üslubundaki zenginlik itibariyle tanzîr ve tercüme edilmeyecek kadar yüksek bir edâya sahib olduğunu...
Victor İmberdes; Kur'an'ın, bütün hukuk esaslarına kaynak olabilecek zengin bir muhtevaya sahib bulunduğunu...
Ernest Renan; Kur'ân'ın dînî bir inkılâb kadar edebî bir inkılâb da yaptığını...
Gustave Le Bon; Kur'ân'la gelen İslâm'ın en saf, en hâlis bir tevhid anlayışını dünyaya tebliğ ettiğini...
CI. Huart; Kur'ân'ın Allah kelâmı olup, vahiy yoluyla Hz. Muhammed'e (sav) tebliğ edildiğini...
H. Holman; Hz.Muhammed (sav)'in Allah'ın son peygamberi, İslâmiyetin de vahyedilmiş dinlerin en sonuncusu bulunduğunu...
Emile Dermenyhem; Kur'an'ın, Peygamber (A.S.)'in birinci mucizesi olduğunu, edebî güzelliği itibariyle de erişilmez bir muamma olduğunu...
Arthur Bellegri; Hz. Muhammed'in (sav) tebliğ ettiği Kur'ân'ın bizzat Allah'ın eseü olduğunu.,.
Jean Paul Roux; Peygamberimizin en güçlü mucizesinin melek vasıtasıyla gönderilen Kur'ân-ı Kerim olduğunu...
Raymond Charles; Kur'ân'ın, hükmü hâlâ devam eden ve Allah'ın bir elçi vasıtasıyla müminlere tebliğ ettiği beyanların en canlısı olduğunu...
Dr. Maurice; Kur'an'ın her türlü tenkîdin fevkinde bir mucize, bir harika olduğunu hatta daha da ileri giderek, edebiyatla ilgilenenler için Kur'ân'ın bir edebî kaynak, lisan mütehassısları için lâfızlar hazinesi ve şairler için bir ilham menbaı bulunduğunu...
Manuel King; Kur'ân'ın, peygamberimizin peygamberliği süresince Allah'dan aldığı emirlerin mecmuu bulunduğunu...
Mr. Rodwell; İnsanın Kur'ân'ı okudukça hayretler içinde kaldığını ifâde eder ve onu takdirlerle alkışlarlar.
Sadece birer cümleciklerini alıp naklettiğimiz bu seçkin ilim adamı ve mütefekkirler gibi, daha yüzlerce düşünür ve araştırmacı bilgilerinin vüs'ati nisbetinde, aynı hakikatlara parmak basmış ve Kur'ân karşısında takdirle iki büklüm olmuşlardır.
Binlerce mütehassıs ve üstad kalemlerden çıkmış çok ciddi eserlerin yanında, Kur'ân hakkında söz söylemek bize düşmezdi ama, başta sâhib-i Kur'ân'ın, sonra da kalem erbâbıbın bağışlayacağı mülâhazasıyla, yaptıkları hizmete iştirak arzusuyla bu cür'ette bulunduk.
Kur’anı Kerim’in Sayısal mu’cizeliği
Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği, -görüşümüze göre-zamanımızda yaşayan herkes için üç esaslı gerçeği ortaya koyar.
BİRİNCİ GERÇEK-. Kuran bir insan tarafından değil, ancak ve ancak Allah (cc) katındandır.
İKİNCİ GERÇEK: İndiği andan günümüze kadar Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir değişme, yer değiştirme, bozma olmamıştır.
ÜÇÜNCÜ GERÇEK: Kur'ân-ı Kerim kıyamete kadar devam edecek olan bir mucizedir...
Binaenaleyh, herhangi bir insan bu gerçekleri ayan beyan gördüğünde artık onun, Allah (cc)'a, O'nun peygamberine ve apaçık kitabına inanmaktan ve bunları tasdik etmekten başka çaresi kalmaz. Bu noktadan hareketle Kur'ân-ı Kerimle ve onun getirdikleriyle amel. hidayet ve sapıklık arasında yegane ayırıcı ve adil sınır olmuş olur. Üstad Nevfel, Kuran-ı Kerim'in sayısal mucizeliği adlı kitabında diyor ki:
"Bu mucizelik, müsbet ve hakkında değişik görüşlerin olamayacağı maddî bir mucizeliktir... Münakaşa kabul etmeyen, tartışma götürmeyen bir mucizelik... Zira rakamların dili ayırıcıdır... Sayıların ve hesapların sözleri kesindir..."
İşte bu büyük yazarımızın Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği konusunda tesbit edebildiği bazı örnekler:
BİRİNCİ ÖRNEK:
Kuran-ı Kerim'de Allah (cc)'ın "Kul=de, söyle" emri, aynı kelimenin fiil olarak kullanılışına sayıca eşittir.
Zira Kur an-ı Kerim'de mahlukatına hitaben Allah (cc) tarafından 332 defa "Kul=de, söyle emri vaki olmuştur. Meselâ: "De ki, bütün işler Allah (cc) ındır" (Al-i Imrân. 154) gibi... Yine yaratılanlardan: insanlardan, meleklerden ve cinlerden vaki olan "Kavl=söylemek, demek fiili de aynı sayıdadır, yani bu da Kur'ân-ı Kerim'de 332 defa geçmektedir. Meselâ Allah (cc)'ın melekler diliyle: "Orada fesat çıkaracak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın! dediler" (Bakara, 30) buyurması. Dünya öncesi alemde beşer diliyle: "Rabbin, insan oğlunun sulbünden olanlara, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da, "Evet, şahidiz" demişlerdi" (Araf, 172) buyurması.
Dünya hayatında beşer diliyle: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver, dediler" (Bakara, 250) buyurması.
Ahirette yine beşer diliyle: "Cennet'te altlarından ırmaklar akarken gönüllerinden kini çıkarıp atarız. "Bizi buraya eriştiren Allah (cc)'a hamdolsun. Eğer Allah (cc) bizi doğru yola iletmeseydi biz doğru yolu bulamazdık..." dediler" (Araf, 43) buyurması.
Cinler diliyle: "Ey Muhammed (sav), de ki, "Cinlerden bir grubun Kuran-ı Kerim'i dinlediği ve "şüphesiz bizi hayrete düşüren bir Kuran dinledik" dedikleri bana vahyolundu" (Cin, 1) buyurması gibi...
Kuran-ı Kerim'de 332 defa "Kul=de, söyle" diye buyuran ve aynı kitabında bu emrin fiil olarak kullanılışını yine 332 defa tekrar ettiren Allah (cc) noksanlıklardan hakikaten münezzehtir!
İKİNCİ ÖRNEK:
Alemlerin Rabbi'nin haber verdiği Kur'ân-î gerçeklerden olarak göklerin sayısının yedi olduğunu biliyoruz. Bu gerçeğin Kur'ân-ı kerim'de yine tam yedi defa tekrar edildiği görülür. Şöyle ki:
1. "Sonra göğe yönelerek onları yedi gök olarak düzenlemiştir" (Bakara, 29).
2. De ki, yedi göğün ve muazzam arşın Rabb'i kimdir?" (Mü'minûn, 86).
3. "O'nu, yedi gök, yer ve onlarda olanların hepsi tesbih ederler' (İsrâ, 44).
4. "Derken Allah yedi gök var etti ve her göğe işini bildirdi" (Fussılet, 12).
5. "Yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratan Allah'tır" (Talâk, 12).
6. "Yedi göğü kat kat yaratan O'dur" (Mülk, 3).
7. "Allah'ın yeri-göğü kat kat yarattığını görmediniz mi" (Nuh, 15).
8. Binaenaleyh, yedi gök yaratan ve bunu kitabında da yedi defa zikreden Allah (cc)'ı tesbih ederiz.
ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:
Allah (cc)'ın; "Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısında, Allah katında ayların sayısı onikidir" (Tevbe, 36) sözü...
Nitekim (eş-Şehr=ay) kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de 12 defa, yeni senenin ayları sayısınca tekrarlanmaktadır. Aynı şekilde (el-Yevm=gün) kelimesi de Kur'ân-ı Kerim'de 365 defa, senenin günleri sayısınca tekrar edilmektedir. Yine (iki gün ve günler) kelimeleri, (Yani günün birden fazla sayı grubu ifade ettiği kelimeler)'de Kur'ân-ı Kerim'de 30 defa, yani bir ayın günleri sayısınca tekrar edilmiştir.
Binanaleyh, ayların sayısı on ikidir derken, Kitabında da (ay) kelimesi 12, (gün) kelimesi 365 ve (günler) kelimesi de 30 defa zikredilen Allah noksanlıklardan müberradır.
DÖRDÜNCÜ ÖRNEK:
İman-küfür ve ikisi arasındaki fark -ki, bu fark bizzat Kur an-ı Kerim'in kendisidir- yine Kuranla birbirinden ayınlıyor... Şöyle ki:
(İman) kelimesinin Kur an-ı Kerim'de tekrarlanış sayısı 25'tir. Bunun 17'si: "İmandan sonra fısk ne kötü bir isimdir" (Hucürât, 11) ayet-i kerimesinde olduğu gibi. 7'si: "Mü'minlerin imanını artırmıştır..." (Tevbe. 124) ayet-i kerimesinde olduğu gibi, biri de: "İnananlara ve imanda soyları da kendilerine tabi olan kimselere soylarını da katarız" (Tür, 21) ayet-i kerimesinde olduğu gibi geçmektedir.
Aynı şekilde (küfr) kelimesi de 25 defa tekrar edilmekte olup, bunun 17'si: "Küfürde yarışanlar seni üzmesinler" (Âl-i İmrân, 176) ayet-i kerimesi gibi, 8'i de: "Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir" (Tevbe, 97) ayetinde olduğu gibi geçmektedir. Ne var ki, (iman) ve (küfür) kelimeleri arasındaki bu sayısal eşitliğe karşı Kuran-ı Kerim'de türevleriyle (müştakları ile) beraber (iman) 811 defa, yine türevleri ve müradifleri ile beraber (küfür) ise 697 defa zikredilmiştir ki, bir yönden (iman) ve türevleri arasındaki fark 114 sayısını gösterir ki, bu sayı Kuran-ı Kerim'in surelerinin sayısıdır.
Binaenaleyh, imanla küfrün arasını Kur'ân'la tefrîk eden Allah, eksikliklerden münezzehtir.
BEŞİNCİ ÖRNEK:
(Melek) ve (Şeytan) kelimelerinin her biri Kur'ân-ı Kerim'de 78'er defa zikredilmiştir.
(Dünya) ve (Ahiret) kelimelerinden her biri 115 defa zikredilmiştir.
(er-Rahîm) kelimesi (er-Rahmân) kelimesinin iki katı kadar geçmektedir. Yani, birincisi 114, ikincisi 57 defa zikredilmiştir.
(İblîs) kelimesi 11 defa, karşılığında (isti'âze=sığınma) kelimesi de yine 11 defa geçmektedir.
(Harp) kelimesi ve türevleri, (esîr) kelimesi ve türevlerine eşittir. Her ikisi de 6'şar defa zikredilmiştir. Ama ne bir ayette ne de bir surede bir arada bulunmuşlardır.
(İnsanın yaratılışına başlangıç olan) (nutfe) ve (tîn=toprak) kelimeleri de eşit sayıda, her biri 12'şer defa geçmektedir.
(Fiil) kelimesi, (ecr) kelimesi kadar, yani her birerleri 108 defa kullanılmıştır.
(Hesap) kelimesi 29 defa tekrarlanmış, ('adl) ve aynı ma'nâya gelen (kist) kelimeleri de biri 14, diğeri ise 15 defa olmak üzere toplam 29 defa zikredilmişlerdir.
(Mağfiret=bağışlama) kelimesi, (ceza) kelimesinin tam iki katı kadar geçmektedir; 234 ve 117...
(Kuran) kelimesi ve türevleri, (vahiy) kelimesi ve türevleri ve (İslâm) kelimesi ve türevleri hepsi aynı sayıda olmak üzere 70'er defa kullanılmıştır.
(es-Salât=namaz) kelimesi 67 defa, (zekat) kelimesi ise 32 defa zikredilmekte ve her ikisinin toplamı 99'a -yani Esmâ-ı Hüsnâ'nın adedine- baliğ olmaktadır. Ayrıca (salat) kelimesi de müştaklarıyla beraber yine 99 defa zikredilmektedir.
(Fir'avn) kelimesi, (sultan) ve (ibtilâ) kelimelerinin katları sayısınca zikredilmiştir. Yani (Fir'avn) kelimesi 74 defa, (sultan ve (ibtilâ) kelimeleri 37'şer defa geçmektedir.
(Şiddet=zorluk, sıkıntı) kelimesi ve türevleri ile, (sabr) kelimesi ve türevleri eşit sayıda-12'şer defa- geçmektedirler.
(Ebrâr=iyiler) kelimesi (füccâr=kötüler) kelimesinin iki katı kadar; biri 6, diğeri 3 defa geçmektedir.
Bütün bunlar, Üstad Abdürrezzak Nevfel'in, Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği ile ilgili olarak tesbit ettiklerinin kaydedebildiğimiz kadarıdır. Bu mucizelik ve bunun muhtelif sahalarda hesabî ve rakamsal uyumluluk olarak ifade ettiği anlamlar, daha önce de adını ettiğimiz üç hakikati desteklemektedirler:
Birinci Hakikat:
Kur'ân-ı Kerim bir beşer katından değildir. Ancak ve ancak "Hakîm ve Habîr bir Allah tarafından ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış..." (Hûd, l) bir kitaptır. "Bu Kur'ân, Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş değildir" (Yunus, 37). "O şair sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz! Kâhin sözü değildir. Ne az düşünüyorsunuz! Alemlerin Rabbi'nden indirilmelidir" (Hakka, 41-43).
Şu anda bütün insanlar sahip oldukları ilim ve terakkilerle, cinler de ellerinde olan bütün güç ve kuvvetlerle bir araya gelseler bu Kur'ân'ın bir benzerini yapmaya güç yetiremezler. Allah (cc)'ın bu meydan okuyuşunun üzerinden tam on dört asır da geçmiş bulunmaktadır... Müthiş bir icazdır bu i'câz... Kur'ân-ı Kerim'in Nebiler Nebisine indirildiğinden beridir onda mevcut olmasına rağmen ancak ihtiyaç duyulunca ortaya çıktı. Kuran-ı Kerim indirildiğinde arapların sayısal i'câza (mucizeliğe) ihtiyaçları yoktu. Onun edebiyat, lügat ve akılla ilgili mucizeliği yetiyordu onlara. Onlardan sonra teşriî, ilmî ve derken sayısal i'câzını görenler geldi... Kitabında saklı olan diğer mucizelikleri ise ancak Allah bilir. Kudreti, şu anda onların bize saklı kalmasını dilemiştir. Onlar O'nun ne zaman ve yarattıklarından kimler için gözler önüne sereceğim biz şu anda bilemiyoruz. "Ey Muhammed! De ki, onu göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz O çok bağışlayandır, çok esirgeyendir" (Furkân, 6).
İkinci Hakikat:
Allah (cc) taralından. Rasül (sav)'üne gönderildiği günden bu güne kadar Kur'ân-ı Kerim'de en ufak bir tahrif, tebdil ve değişme olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır. Binanaleyh; mevzularındaki, sözlerindeki, hatta harflerindeki bu dakik, sayısal ve rakamsal uyumlulukta en küçük bir değiştirme, tahrif ve tebdilin yapılabilmesi muhaldir. Aksi halde bu uyumluluk kaybolur, sayı ve hesap değişir... "Zikri (Kur'ân'ı) biz indirdi. Onun koruyucuları da bizleriz" buyuran Âlemlerin Rabbini tesbih ederiz.. O'nun, Allah (cc)'ın kitabında değiştirme ve tahrife güç yetirilemeyeceğini söylemesini emrettiği Rasül (sav)'ne de salat ve selâm olsun:
"Ayetlerimiz, onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar (Muhammed'e) "bundan başka bir Kur'ân getir, ya da bunu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım" (Yunus, 15). Binaenaleyh, Allah (cc)'ın topladığı ve okutturduğu, bize de uymamızı emrettiği bir sözde nasıl değiştirme olabilir? "Doğrusu onu kalbine toplayıp (yerleştirmek) ve sana okutturmak Bize düşer. Artık Onu biz okuduğumuzda onun okunmasına uy" (Kıyame, 1718).
"Kitap kendilerine gelince onlar onu inkar etmişlerdir. Oysa o değerli bir kitaptır. Geçmişte ve gelecekte onu batıl kılacak yoktur. Hakîm ve Hamîd olan Allah katından indirilmedir" (Fussılet, 41-42).
Üçüncü Hakikat:
Bu Kuran, gökler ve yer var oldukça dimdik kalacak bir mucizedir. Nitekim ondört asır geçmiştir de bir suresine benzer getirilememiştir, işte bizler yeryüzünde daha önce benzeri yaşanmamış ilmî bir terakki içinde yaşıyoruz ama Kur'ân'ın hodri meydan demesi de yaşıyor. Hiç kimse bir suresine bir benzer getiremiyor. Bilakis öyle görünüyor ki, beşer ilerledikçe Kur'ân'ın yeni yeni i'caz yönlerine (mucizeliklerine) şahid olacak ve kendini biteviye bir i'cazın canlı bir meydan okuyuşu önünde bulacaktır.
Bu sayısal i'cazin maverasındaki sırları ancak Allah (cc) bilebilir.
Bir sözün, sayıca diğerine eşit olarak zikredilmesinin; iki-üç ya da daha çok katı olmasının bir anlamı bulunmalı değil midir? Bunun belli bir işareti, özel bir takım sırları olmalıdır ki, bunu, şu ana kadar göklerin ve yerin sırrını bilen Gafur ve Rahîm Allah (cc)'tan başkası bilememektedir.
Sonra, iş bu sayısal i'câza varmakla kalıyor mu? Bu öyle bir feyizdir ki, Allah (cc) onu dilediğine verir. Buyurun, siz de benimle beraber şu ayet-i kerimeye bakıverin!
"Ay'a erişmek Güneş'e düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzerler" (Yâ-Sîn, 40).
-İbn Kesîr tefsirine göre yörüngede yüzen "her biri"inden maksat; gece, gündüz, güneş ve aydır. Yani bunlar sema yörüngesinde dönerler, deveran ederler. "Deveran etmek" demek, bittiği yerden tekrar başlamak demektir. Buna göre "KÜLLÜN Fİ FELEKİN" ibaresini (asli harflerini) düşünürsen sağdan sola da, soldan sağa da aynı şekilde okunduğunu görürsün. Yani Kuran-ı Kerim'de Güneş'in, Ay'ın, Gecenin ve Gündüzün bir yörüngede deveran ettiklerini (döndüklerini) ifade için getirilen kelime grubunun kendisi de bir yörüngede deveran etmektedir...
Ayetlerini iyi düşünmemizi emreden Allah (cc)'ı tesbih ederiz; O'nda eksiklik yoktur.
"Kur'an'ı iyi düşünsünler ya! Eğer o, Allah (cc)'tan başkasından gelmiş olsaydı onda çok çelişkiler bulurlardı" (Nisa, 82). "Kuran'ı iyi düşünsünler ya! Yoksa kalpleri kilitli midir?" (Muhammed, 24).
Kur’an'ın sayısal i'câzından söz eden bu makaleyi bitirirken Allah (cc)'ın, kalbini buna açtığı zatın söylediğini naklediyorum. Şöyle diyordu Üstad:
"İşte Kur'ân bu... Ayırıcılıkları cümlesinden olarak onu diğerlerinden, bir de; insanların, tüm insanların, cinlerin, bütün cinlerin ve insanlar ve cinler beraberliğinin benzerini yapmaktan aciz oldukları sayısal eşitliği, ölçülülüğü, uyum ve tenasübü ayırmaktadır."
Binaenaleyh, o, kesin, şüphesiz hak ve gerçek olarak Ne-bîler Nebîsi'ne Allah (cc)'ın indirdiği VAHİY değildir de nedir? Bununla da, bu eşitlik, uyum ve ölçülülük; tefekkür, tedebbür ve teemmülün keşfettiği bir çok i'câz yönlerinden yeni bir yön olmuş olur. Üstelik öyle bir yön ki, neticesi hususunda görüşler değişik olamaz, yönelişler müteaddid bulunamaz... Bir yorum, ya da bir te'vil değildir bu... İçtihadların çatıştığı, görüşlerin zıtlaşma arzettiği bir tefsir bir yorum değildir... Fakat bu bir hesaptır, rakamlardır... Hesabın gerçekleri ise daima kesin, rakamların şahidleri ebediyyen isabetlidir...
Ya Rab! Kitabını iyiden iyiye düşünmemize engel olan her türlü şaibeden kalplerimizi temizle. Rahmetinin kapılarını açıver üzerimize... Sana, senin meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine inananlar olarak açıver... Amîn!
KUR’AN DEĞİŞMEDEN NASIL GELDİ?
Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitabların hiçbiri, Allah'ın Peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.
Davud'a (A.S.) gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.
İncil'e gelince, Hz. İsa (A.S.) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda incil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa'nın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelikde bunları yazanlar Hz. İsa'nın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.
Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.
Görüldüğü gibi, Hz. İsa'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsa'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?
Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitablar gönderildiğine ve bu kitabların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitablar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.
Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadlann karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.
Bu hususta Ebû Hüreyre (R.A.) şöyle demiştir: «Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (A.S.M.)
ashabına şöyle buyurdu:
«— Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: "Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rablan katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlanz." (Bakara, 136).»
Kur'an Tahriften (Bozulmaktan) Nasıl Uzak Kalmıştır?
Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrail (A.S.) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (A.S.) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibril dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.
Bununla beraber, Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.
Nihayet Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.
Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti. Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.
Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur: «Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz.:.» (Hicr, 9).
Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.