Kur'an'da tekrar dirilmeye dair pek çok ayet vardır

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan *MeleK*
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Kur'an'da tekrar dirilmeye dair pek çok ayet vardır
tekrar dirilme
Mahlûkatı ilkin yaratıp, sonra (kıyamette) onu diriltecek olan O'dur, ki bu (öldükten sonra diriltme, ilk yaratıştan) O'na daha kolaydır..." (er-Rûm, 30/27). "Ey Resulüm, de ki: Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı hakkıyla bilir. " (Yâsin, 36/79). Bu ayetler, mahlûkâtı ilk yaratanın, onları tekrar dirilteceğini ifade etmektedir.

İnsanların, hayvanların ve diğer canlıların uyumaları ve tekrar uyanmaları, öldükten sonra dirilmeye bir benzetmedir: "Odur ki geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'na dır; sonra (O, dünyada) yaptıklarınızı size haber verecektir." (el-En'âm, 6/60).

Kur'an-ı Kerim , kuraklık ve mevsim nedeniyle ölü hale gelen ve hayatı tamamen sönen toprağın, yağmurla veya sulanarak eski haline dönüşünü ve bereketlenmesini de, öldükten sonra dirilmeye delil göstererek şöyle buyuruyor: "O'nun ayetlerinden biri de (şudur): Sen, toprağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titretir ve kabarır. Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir." (Fussilet, 41/39).

El-Hacc, 22/5-6 ayetinde öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olanların dikkatlerini, yaratılışlarının safhalarına çekerek, bu ifâdelerin altında tekrar diriltilmenin imkânını ortaya koymaktadır.

Âlemlerin yaratılışı, insanların yeniden dirilmelerine delil gösterilir:

"Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları (öldükten sonra) yaratmaktan daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler. "(el-Mümin, 40/57; en-Naziât, 79/27, 33; Yâsin, 36/79, 81).

İnsanın boşuna yaratılmadığını (el-Müminûn, 23/115); başıboş terkedilmediğini, (el-Kıyâme, 75/36) her nefsin ölümü tadacağını, inanan ve iyi amellerde bulunan kişilerin mükâfatlandırılması ve kâfirlerin de cezalandırılması için tekrar diriltileceklerini bildiren (Âli İmrân, 3/185; Yunus, 10/4; el-Leyl, 92/4, 11) ayetler de, ahiret hayatının birer delilidirler.

Mahlûkâtın, ölüp yok olduktan sonra tekrar dirilmelerindeki hikmet, mükelleflerin bu dünyada iradeleriyle kazandıklarının karşılığını görmeleridir. Çünkü bu dünya kazanç ve amel dünyasıdır. Öbür dünya ise, yapılanların karşılığının görüleceği yerdir (Âli İmrân, 3/185) .

İnsanlar bu dünyada rızıklarında, işlerinde, ecellerinde, mutluluk ve mutsuzluklarında çok farklı bir yaşayış içindedirler. Kimi zalim, kimi mazlum, kimi iyi, kimi hasta, bir kısmı zengin, bir kısmı fakir, bir kısmı üstün, bir kısmı zelildir. Kimisi iyilik yapar, kimisi kötülük. Şayet ölüp de tekrar dirilmeyecek olsalardı, iyilik yapanlar mükâfat, kötülük yapanlar da ceza görmemiş olurlardı. Bu ise Allah'ın adâletine aykırı olurdu. Bundan dolayı Allah tekrar dirilmeyi ve cezayı yaratmıştır; "İnkâr edenler, kat'iyyen diriltilmeyeceklerini sandılar. De ki: "Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (et-Teğabun, 64/7, ayrıca en-Nahl, 16/30-40).

Ahirete iman, kâinatta meydana gelecek olan korkunç inkılâbın kesin olduğunu kabul etmektir. Bu dünya hayatı tamamıyla son bulup, başka bir hayat başlayacaktır. Bu âleme iman, İslâm inancını meydana getiren altı esastan birisidir. Mümin, imanı ve Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmasının neticesini ahirette göreceğine, Allah'ın lûtfuna nâil olacağına yakînen inandığı için ölüm ve âhiret hayatı, onu tedirgin etmezken; hayatını küfür ve isyanla, zulüm ve haksızlıkla geçiren kâfir, asî ve zalim ise ölümü ve ölümden sonraki ahiret hayatını istemez (el-Bakara, 2/95; Âli İmrân, 3/56; el-İsrâ, 17/10; ez-Zümer, 39/26, 45).

Hz. Ali ahireti inkâr eden birisine şöyle demişti: "Benim dediğim olursa sonunda sen zararlı çıkarsın. Fakat senin dediğin olursa, ben zararlı çıkmam. "

Ahiret inancı, insana ilerleme ve gelişme yolunda büyük bir güç kazandıran mükemmel bir inanç türüdür. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Her kim inanarak ahireti ister ve onun için gerektiği şekilde çalışırsa, onun emeği mükâfatla karşılanır." (el-İsrâ, 17/19). İnsan hayatı ile dünyanın varlığı, ancak sonunda bütün yapılanların sorgulanacağı bir ahiret hayatının olmasıyla bir anlam kazanır. Aksi takdirde hayatın ve dünyanın hiçbir anlamı olmadan insanın hayatına tam bir nihilizm hakim olacaktır. Bu da insanların büyük bir bunalıma ve ümitsizliğe sürüklenmesine yol açar. Ahirete iman insana sonsuzluğun yolunu açarken ölümü de en ince teferruatına kadar açıklayarak bir son olmadığını bildirmektedir. Ölüm yeni bir hayatın başlangıcı demektir. Ahiret inancıyla insanın bu dünyadaki hayatına bir anlam veriliyor. Ayrıca insanın yaşayışı da büyük bir disiplin altına alınmış oluyor. Zira ahirete iman insana büyük bir sorumluluk duygusu vermekte ve ilerde çekileceği büyük hesap gününe göre hayatını ve diğer insanlarla ilişkilerini sağlam bir karakter ve temele dayandırıyor. İnsan dünya hayatında yaptığı bütün amellerinin karşılığını o gün görecektir. "Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek ve kim zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir. " (Zilzâl, 99/7-8). Böylece ahirete iman insana büyük bir ümid kaynağı olduğu gibi onu adâlete ve sonsuzluğa inandırır. Bu da adil, dürüst ve sağlam bir toplumun oluşmasını sağlar.

Kur'an, inanan ve inanmayanların ahiret hayatını özetle şöyle izah eder: "Sûr'a birinci üfleme üflendiği, arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı (ve hepsi darmadağın) olduğu zaman, işte o gün o vak'a olmuştur. Gök yarılmıştır, o gün o, zayıflamış, sarkmıştır. Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabb'ının tahtını (arşını), bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır. O gün (hesap için Allah'a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağından verilen: "Alın kitabımı okuyun " der, "Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim zaten. " Artık o, memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir bahçede, devşirmesi kolay (meyveleri yakın). ' 'Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü (bugün) afiyetle yiyin, için. "

Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: "Keşke bana kitabım verilmeseydi. Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım. Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı. Malım bana hiçbir fayda vermedi. Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti (hiçbir şeyim kalmadı). (Yüce Allah, Cehhenem'in muhafızlarına emreder): "Tutun onu, bağlayın onu, sonra Cehennem'e sallayın onu. Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu. Çünkü o, yüce Allah'a inanmıyordu, yoksulu doyurmaya ön ayak olmuyordu. Bugün onun için candan bir dost yoktur. İrinden başka yiyecek yoktur. Onu (bile bile) hata işleyenden başkası yemez." (el-Hakka 69/13-37).

Yukarda çizilen manzara inanan ve inanmayan kişinin ahiret hayatını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. İnanan için müjde, inanmayan için korku kaynağı olan bu âlem, onu idrak eden her akıl sahibinin kendi dünyasını, fikir ve yaşayış biçimini, Allah'ın arzu ettiği biçimde intizama koymasına en büyük etkendir. Herkesin toplandığı ve kazandığı kendisine tastamam verildiği (Âli İmrân, 3/25-30; el-Câsiye, 45/28; Kâf, 50/44; et-Teğâbûn, 64/9), kimsenin kimseden cezasına karşılık bir şey ödeyemediği (el-Bakara, 2/48, 123) ana, baba, evlâd, dost herkesin kendi başlarının derdine düşerek ve hak talep edilmesi endişesiyle birbirinden kaçtığı (Abese, 80/34-37), dünyada iken inanç ve amelleri nisbetinde bazı yüzlerin ak, bazı yüzlerin de kara olduğu (Abese, 80/38-42; Âli İmrân, 3/106-107) o ceza gününde insanların makam, mevki, zenginlik, tahsil gibi insanlarca meziyet kabul edilen hiçbir özelliklerine aldırış edilmeksizin, kulların yaptıklarına göre hak tecelli eder. "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah'tan korkun; ve Allah, yaptıklarınızı haber almaktadır" (el-Haşr, 59/18).
 
Hayat, Madde, Yeniden Diriliş, Allahın El-Hayy, El-Kayyûm, El-Muhyî Güzel İsimleri

Allah’ın (c.c.) varlığının delillerinden biri de yeryüzünde yaşamın olmasıdır. El- Hayy Allah’ın (c.c.) canlı olması anlamına gelmektedir. Canlı varlıklar yadsınmaz bir biçimde Allah’ın (c.c.) da canlı oluşuna işaret etmektedir.


Bilindiği üzere dünyada canlı varlıklar üç guruba ayrılır: Bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Bunlar içerisinde sadece insanlar yüce yaratıcıyı bilinçli bir biçimde düşünebilmektedir. Bir başka boyutta yaşayan cinler de bizler gibi ebedi ahiret yurdunda ceza ve ödül için sınava tabi tutulmaktadır.


Yeryüzünde hayatın başlaması bilim adamlarının merak ettiği bir konudur. Yeryüzünde insan yaşamı nasıl başlamıştır? Materyalist felsefe bu soruyu evrim teorisiyle yanıtlamaya çalışmaktadır. Onlara göre yaşam önce tek hücreli bir canlıyla başlamış, ondan da değişik türler ve varlıklar evrim yolu ile gelişmiştir. Oysa evrime kanıt olacak ara varlıklar fosillerde bulunamamıştır. Fosil bilim her varlık türünün müstakil olarak yaratıldığını ispat edecek sayısız kanıtlara sahiptir. Ayrıca başlangıçta oluştuğu iddia edilen tek hücreli varlık, bakteri veya virüs ile cansız madde arasında da hiçbir ilgi kurulamamıştır. Organik maddelerden hücre elde etme deneyleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yaşam için cansız maddelere değil Allah’a (c.c.) borçluyuz.


Allah’ın (c.c.) hayat sahibi oluşu bizim diriliğimize benzemez. Nasıl bizim görmemiz O’nun görmesine benzemiyorsa diri oluşu da böyledir. İnsanlar diri olmalarına karşın hastalanırlar, uyurlar, yorgun ve halsiz düşerler. Bu sırada hayatları değişir. Ölümle de hayatları sona erer. Ama Allah (c.c.) böyle şeylerden uzaktır. O bizim mahiyetini anlayamayacağımız biçimde mutlak diridir.


Hayatın kaynağı Allah (c.c.) olduğuna göre O’na inanmayanlar aslında ölüdürler. Her ne kadar diri olsalar da kalpleri hayat sahibi değildir. Çünkü kalpler ancak O’nunla diridirler. Vücudun gıdası bitki ve hayvanlardan gelir. Kalbin azığı ise imanla ve ibadetle gelen nur, feyz ve rahmettir.


Yüce Allah (c.c.) el-Hayy güzel ismiyle varlık âleminde tecelli etmiş, canlı varlıkları yaratmıştır. Yeryüzündeki canlı varlıklar bizzat canlı ve diri olmaları ile yüce yaratıcının varlığını; O’nun canlı ve diri özelliklere sahip olduğunu kanıtlamaktadır.


El-Hayy (Allah [c.c.] diridir) güzel ismi ile üzerimize düşen görev, yaşamımızın kaynağını Allah’tan (c.c.) bilerek O’na kul olmaktır. İman ve ibadetle kalpleri diri tutmak ve beslemektir.


Kuran-ı Kerim’de Allah’ın (c.c.) el-Kayyûm güzel ismi, el-Hayy güzel ismi ile birlikte geçer. Örneğin şu ayette olduğu gibi: “Allah O’ndan başka ilah yoktur. Diridir (Hayy), Kayyûm’dur (Bakara suresi, ayet 255).”


Allah’ın (c.c.) el-Kayyûm güzel isminin el- Hayy güzel ismi ile birlikte zikredilmesinin altında bir hikmet ve sır bulunmaktadır. El-Hayy Allah’ın (c.c.) canlı varlıklar üzerindeki hâkimiyetini temsil etmektedir. Bu hâkimiyetin en zirve noktasını teşkil etmektedir. Her canlı varlığın perçemi Allah’ın (c.c.) elindedir. Allah (c.c.) diri oluşu ile canlı varlıklar üzerinde her an tecelli etmektedir. İnsan canı çıkınca ölmekte, bedeni toprak olmaktadır. Demek ki el-Hayy güzel ismi ile Allah (c.c.) her canlı varlık üzerinde en birinci hakka sahip olduğu gibi canlı varlıklar da Allah’a (c.c.) karşı bu güzel isminin üzerindeki tecellisi ile hakkı ödenmesinin olanağı olmayan büyük bir borç altına girmişlerdir. Allah (c.c.) eceli gelenden bu güzel isminin tecellisini çekmekte ve böylece ölüm hemen gerçekleşmektedir. İşte el-Kayyûm da cansız varlıklar için böyle hayati bir anlama sahiptir. Allah (c.c.) el-Kayyûm güzel ismi ile bütün evreni, maddeyi ayakta tutmaktadır. Bu ismin tecellisi bir an bile evren ve madde üzerinde çekilse her şey o anda yokluğa karışırdı. Yıldızlar ve gezegenler birbiriyle çarpışır, madde elementlerine ayrılırdı. Onun için el-Kayyûm güzel ismi cansız varlıklar üzerinde sürekli tecelli etmektedir. Bir an bile kesintisi söz konusu değildir. Kıyamet bu güzel ismin evren ve madde üzerinden çekilmesi ile kopacaktır. Yıldızlar ve gezegenler birbirleri ile çarpışacak, maddenin en küçük yapı taşı atomlar ise elementlerine ayrılıp yokluğa karışacaklar.


Nasıl el-Hayy güzel ismi ile Allah (c.c.) her canlı varlık üzerinde en birinci hakka sahipse ve canlı varlıklar da Allah’a (c.c.) karşı bu güzel isminin üzerlerindeki tecellisi ile hakkının ödenmesinin olanağı olmayan büyük bir borç altına girmişlerse Allah (c.c.) el-Kayyûm güzel ismi ile de cansız varlıklar üzerinde en büyük hakka sahip olmakta ve cansız varlıklar da Allah’a (c.c.) karşı bu güzel ismin üzerlerindeki tecellisi ile hakkının ödenmesinin olanağı olmayan büyük bir borç altına girmişlerdir. İşte bu büyük borçtan ötürü yıldızlar ve gezegenler bildiğimiz dönme hareketleri ile sürekli zikir halindedirler. Madde de en küçük yapı taşı olan atomlarındaki benzer kozmik yapıyla çekirdek ve elektronlarıyla bu zikre kendi iç bünyesinde devam etmektedir.


En büyük zikri madde âlemi yapmaktadır. Ondan sonra irade olayı arttıkça bu zikir olgusu azalmaktadır. Madde irade yönü ile tamamen Allah’a bağlıdır. En büyük zikri bu yüzden o yapmaktadır. Sonra canlılardan sırasıyla bitkiler, hayvanlar ve insanlar gelir. İnsan dışındaki canlı varlıklar da kendi lisanları ve halleri ile zikirlerini yapmaktadırlar. Zaten bitkiler sürekli bir şekilde secde halinde iken hayvanlar genellikle rükû vaziyetindedirler. Fakat bunların zikirleri duyu organlarından gizlenmiştir.


El-Kayyûm (Allah [c.c.] varlığının devamı için kimseye muhtaç değildir, her varlık varlığının devamı için her an Allah’a [c.c.] muhtaçtır) güzel ismi ile kula düşen görev, dünya ve içerisindeki her maddenin Allah’ın (c.c.) gücü ve kudretiyle ayakta durduğunu, her şeyin Allah’a (c.c.) muhtaç olduğunu, Allah’ın (c.c.) hiçbir şeye muhtaç olmadığını bilmesidir.


Allah varlık âlemini, canlı ve cansızları kendi güzel isim ve sıfatlarına tercüman olmak, onları akıl sahibi varlıklara tanıtmak üzere yaratmıştır. Allah’ın (c.c.) güzel isim ve sıfatlarının varlık âlemine yansıması ayan-ı sabiteler (mebde-i taayyün: belirginleşme başlangıcı) yolu ile olmuştur. Ayan-ı sabiteler yokluk ile varlık arasında olan âlemdedir. Bunlar eşyanın vücuda gelmeden önce Allah’ın ilminde olan suretleridir. Allah (c.c.) bütün evreni ve içerisindeki canlı ve cansız varlıkları yokluktan meydana getirmiştir. Yani onların herhangi bir malzemesi yoktur. Allah (c.c.) güzel isim ve sıfatlarını var kılmak için yokluğa yönelmiş, bu arada Allah’ın (c.c.) bu güzel isim ve sıfatları yokluk aynasında bizim âlem-i misal adını verdiğimiz bir ara yerde rüyadaki şekiller cinsinde, yani bir çeşit model, prototip (ilk örnek) olarak meydana gelmiş, oradan da bu evren ve içerisindeki canlı ve cansız varlıklar şekillenmiştir. Bu açıdan içerisinde yaşadığımız evren, canlı ve cansız varlıklar Allah’tan (c.c.) bir parça değillerdir. Bazı mutasavvıfların savunduğu vahdet-i vücut (vücut birliği) anlayışı İslam’a aykırı bir yoruma da neden olmuştur. Daha doğrusu aslında onlar, yani mutasavvıflar bununla madde âlemine bir ezelilik ve ebedilik vermedikleri gibi ilahi bir anlam da yüklememişlerdir. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki keskin çizgiye her zaman dikkat etmişlerdir. Fakat geçmişte ve özellikle çağımızda art niyetli bazı kişiler, vahdet-i vücut anlayışını sapkın bir düşünce ile yorumlamışlardır. Onlar –hâşâ- bu anlayışla varlık âlemi ile Allah’ı bir görme düşüncesini savunmuşlardır. Oysa yüce Allah Kuran-ı Kerim’in değişik yerlerinde her şeyi yoktan var kıldığını beyan buyurmaktadır (Enam suresi, 101; Zariyat suresi 47). Evren ve içerisindeki canlı ve cansız varlıklar ezeli olmadığı gibi ebedi de değillerdir. Kim bunların ezeli ve ebedi olduğuna inanırsa itikadi bir yanlışlığa düşer, dinden çıkar. Ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah güzel isim ve sıfatlarından bazılarını görünür kılmak için yokluktan bu varlık âlemini meydana getirmiştir. Aslında var olan sadece Allah’tır. Yok olan da bütün varlık âlemidir. Ama bizler duyu organlarımızla Allah’ı algılayamamaktayız, oysa duyu organları ile algıladığımız bu âlemi var sanmaktayız. Allah, El-Müteâl (aşkın), El-Aliyy (yüce) olduğu için bu madde âleminde görülmemektedir. Hadislerden anlaşılacağı üzere müminler cennette bir ikram olarak Allah’ın cemali ile müşerref olacaklardır.


El-Hayy ve El-Kayyûm güzel isimleri bütün varlık âlemini kapsadığı için bu güzel isimlerin zikredilmesi de çok faziletlidir. Hatta bazı İslam büyükleri ve evliyaları bu iki güzel ismin ism-i a’zam (en büyük isim, hürmetine duaların kabul edildiği isim) olduğunu bile iddia etmişlerdir. Bu güzel isimlerin zikri her türlü bela ve musibete kalkan, her türlü hastalığa şifa verme gibi manevi hediyelere de sahiptirler. Esma (Allah’ın güzel ismi ) ile yol alan tarikatlarda raziyye ve marziyye nefislerine ulaşanlara bu zikirler ders olarak verilir. Yani bu güzel isimler bir nefsi Allah’tan rızaya ve Allah’ın rızasına ulaştırırlar. Bunlar ise çok büyük manevi makamlardır. Kısacası bu güzel isimlerin hem dünyevi hem de uhrevi büyük hediyeleri olduğu gibi Allah rızasına ulaştırmaları da söz konusudur. Onun için kitaplar bu güzel isimlerin zikredilmesinin faziletlerini saymakla bitiremezler. Çünkü tüm evren, canlı ve cansız varlılar her şeyleri ile yani yaratılış sırları ile bu güzel isimlerin gölgesi altındadırlar. Kısacası Allah’ın her şeyi yaratmasındaki sır bu güzel isimlerde gizli olduğu için rızası da bu isimlerde aranmıştır.


İnsanın tek başına, yalnız havas bilgileri ile zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, laza-i Celal (Allah), kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. Yoksa Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimleri) için geçerli değildir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefsini her halükarda küçük görme, nefisle daima mücadele etme ve Allah rızasını amaç olarak görme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca düşebilir. Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları kişinin yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Şeytanlar insana hep suret-i haktan yaklaşırlar. Kandırmak onların uzmanlık alanıdır. Kişi farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verebilecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme ve O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi,180).”

Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dua etmek, yani uygun düşen güzel isimlerle Allah’a (c.c.) tevessül etmek, duanın kabul olmasında çok etkilidir. Tevessül etmek duada bu güzel isimleri vesile kılmaktır. Dualarda Allah’tan dünya ve ahrete dair bütün güzellikler istenebilir. Allah (c.c.) kulunun sadece dünyalık istemesinden hoşnut olmaz: “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, 20).” Bu açıdan duada ahireti ihmal etmek büyük bir eksikliktir. Kuşkusuz bununla dünyalık istemenin doğru bir şey olmadığını iddia etmiyoruz. Demek istediğimiz şey, istediğimiz dünyalık ile ahirete dönük ve Allah’ın (c.c.) razı olacağı bir işi ve kazancı düşünmeliyiz.

Allah’ın güzel isimleri ile zikir yaparken sadece O’nun rızası amaçlanır. Çünkü zikrin temeli ilahi aşka dayanır. Aynı kelimenin arka arka söylenmesi bir aşk ifadesidir. Onun için zikirde amaç ve edep O’nun rızasını gerektirir. Zikir Allah rızası için çekildiği zaman Allah ilgili zikrin dünyaya bakan maddi ve menevi hediyelerini de kuldan esirgemez. Fazla fazla verir.

Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendîler, lafza-ı Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar. Bu durum Esma-i Hüsna zikrinde daha çok kendisini gösterir. Yani kalp Esma-i Hüsna zikrinde rotasını şaşırmaya daha müsaittir. Esma-i Hüsna zikrini çekerken kalp O’nun rızası dışında başka yerlere takılabilir. Onu uyarmak ve doğru yola sevk etmek gerekir. Onun için Esma-i Hüsna zikri çekerken ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü en azından başta ve sonda birer kere de olsa söylemek ve bu konuda kalbi uyarmak gerekir. Daha çok söylemek daha büyük yararlar sağlar.

Maddeye ezeli ve ebedi bir anlayış yüklediğimizde materyalist bir düşünceye sahip oluruz. Dinin en önemli umdesi ahret gerçeğidir. Bütün evren ve içerisindeki her şey kıyamet günü yıkılacaktır. Yok olacaktır. Allah (c.c.) nasıl ilk olarak yaratma gücüne sahipse tekrar her şeyi yeniden yaratacaktır. Bu ona zor değildir. İlk olarak yaratan ikincisinde daha kolay yaratır. Gerçi Allah için kolay ve zor diye bir şey yoktur. O yaratmak istediği zaman sadece ‘Ol!’ emrini verir. Her şey O’nun ‘Ol’ emri ile yokluktan varlık sahnesine gelir (bk. Yasin suresi 82). Materyalist anlayış maddeye ezeli ve ebedi bir anlam verdiği için bu gerçeği kabul etmez. Oysa içerisinde yaşadığımız âlem sürekli bir şekilde bu gerçeği, yani ölümden sonra diriliş olgusunu ders olarak bizlere okutmaktadır. Bu ders nefislerimize verilmektedir. Nefis ancak yaşantı yolu ile eğitilebilir. İnsanların sohbetleri, kitaplar nefse pek tesir etmez. Nefsin entelektüel zekâ ile bir ilişkisi pek yoktur. Nefis tıpkı üç yaşındaki bir çocuk gibi deneyimlerden bir şeyler kapar. Nefis hayatın içerisinde yaşayarak derslerini alır. Yüce Allah bunun için tekrar diriliş olgusunu sadece ilahi kitaplarına konu edinmemiş, ayrıca evren kitabında da bu konu değişik şekillerde işlenmiştir. Şöyle ki: Yüce Allah nefsin doğasına uykuyu ve uyanmayı koyarak ona her akşam ve sabah ölümü ve dirilmeyi anlatmaktadır. Uyku adeta ölümün küçük kardeşi gibidir. Uyanma da tekrar dünyaya gelmek kadar anlamlıdır. Doğamızdaki bu uyku ve uyanma yanında dış dünyada gece ve gündüz de birer ayet olarak tekrar dirilme gününe işaret etmektedir. Gece, uyku gibi bütün varlık âleminin ölümü hükmünde iken gündüz her şey hayat bulmaktadır. Nefis gece ve gündüz gerçekleri ile ahret gerçeğini hiç tereddüt etmeden kabullenir. İnkâr edemez. Fakat işlediği günahlar yüzünden ahretin gelmesini arzulamaz. Bunun için ahret gerçeğine gözlerini yumup materyalist bir felsefeye bağlı kalmak ister. Mevsimler ise daha görsel olarak ve pek çok duyu organına hitap ederek varlık âleminde ölümün ve tekrar dirilişin bir şölenini sunarlar. Kışın ölen tabiat, ilkbaharda tüm canlılarda bir dirilişi gerçekleştirir, ağaçlar çiçek ve yapraklarını açarlar, hayvanlar ve böcekler yavrularlar. Soğuk hava ısınır. Her taraf tekrar dirilişin şöleni ile canlanır.


Allah’ın El-Muhyî (ölüleri dirilten) güzel ismi Kuran-ı Kerim’de sadece aşağıdaki iki ayrı ayette olmak üzere “muhyi’l-mevtâ (ölüleri dirilten)” biçiminde geçmektedir.


“İşte bir bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl da hayat veriyor? İşte Allah, muhakkak ölüleri de böyle diriltecek. Çünkü O her şeye kadirdir (Rûm suresi, 50).”, “O’nun ayetlerinden birisi de şudur: Sen yeri kupkuru görürsün. Fakat biz üzerine su indirince yer harekete geçip kabarır. İşte bu yere kim hayat veriyorsa ölüleri de O diriltecektir. Çünkü O her şeye kadirdir (Fussılet suresi, 39).”


Bitkiler âlemindeki her yıl baharda gözlenen diriliş olayı yüce Allah’ın (c.c.) her şeye gücünün yettiğine ve ölüleri de böyle dirilteceğine işaret etmektedir. El-Muhyi yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere yüce Allah’ın (c.c.) ölülere can vermesi anlamına gelir.


İnsanı ilk defa yaratıp can veren yüce Allah (c.c.), elbette öldükten sonra tekrar yaratıp can verecektir. Çünkü bunun doğada görülen örnekleri vardır. Örneğin vücudumuzda saniyede milyonlarca hücre ölmekte, milyonlarcası da yeniden doğmaktadır.


21 Martta bazı uluslar tarafından kutlanan Nevruz Bayramının dinsel temelleri olabilir. Araştırılmalıdır. Yüce Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de her kavme peygamber gönderdiğini belirtmektedir (Yunus suresi, 47, Fatır suresi 24 v.b). Bir hadis-i şerifte 124.000 peygamber gönderildiğinden söz edilmektedir. Yani kavimlerin gelenekleri ve buluşları olarak görülen pek çok şeyin aslında peygamberlerin mucizeleri, hediyeleri, şeriatları olmasından kuşku duymak pek tabiidir. Bu sebeple eski kavimlerin durduk yerde bayram icat edemeyeceklerini, bayramların genellikle eski hak dinlerin bir kalıntısı olduğunu düşünmek son derece mantıklı ve bilimsel bir bakış açısıdır. Bütün hak dinlerin hepsi insanları aynı iman esaslarına inanmaya çağırmışlardır. Tekrar diriliş (ahret) hak dinlerin temelini teşkil eden iman esasıdır. Pek tabii ki insanların imanlarının gelişmesi için bahar mevsiminde dini bir bayram anlayışı ile diriliş olgusunun tabiatta da seyredilip kutlanması akıl ve mantığa uygun düşmektedir.


Dini bayramlar Allah’ın (c.c.) emri ile sabittir. Onda ekleme ve çıkarma olamaz. Ama geleneksel olarak kutlanan, insanların, toplumların, devletin de çeşitli açılardan teşvik ettiği bu Nevruz Bayramına dinsel açıdan yaklaşmak, o günü dinin ve inancın istikametinde yorumlamak belki de bir ibadet kadar faziletli kılacak, farklı boyutlarla zenginleştirecek, onun daha anlamlı bir şekilde kutlanmasını sağlayacaktır.



El-Muhyî (ölüleri dirilten) güzel ismi ile kula düşen görev, doğada bitki âleminde her yıl gözlenen ölüm ve diriliş olayından ders alarak Allah’ın (c.c.) ölülere can vermesinde, çürüyüp yok olmuş bedenlerin yeniden şekillenip ruhların iade edilmesinde hiçbir kuşkuya kapılmaması ve buna göre güzel amellerle ahirete hazırlık yapmasıdır.

Allah (c.c.) her birimizin imanını yakinleştirsin. Kıyamet gününe rızası istikametinde hazırlanmayı nasip eylesin. Kıyamet günü bizleri yüzü gülenlerden kılsın. Âmin.

Muhsin İyi
 
Herkes ölmekten ve haklı olarak korkuyor. Ötesinde olanın belirsizliği korkutucu Ölümden sonraki yaşam, bu dünyada düşünülebilecek herhangi bir şeyin ötesinde bir ilerleme manzarası sunmaktadır. Müslümanlar mevcut hayatın bir sonraki varoluş alanına hazırlık denemesi olduğunu bilirler. Ölümden sonra hayat olup olmadığı sorusu, bilimin sadece duyu verilerinin sınıflandırılması ve analizi ile ilgili olduğundan bilimin yargı yetkisine girmez. Kuran, inkârcıların ölüm sonrası hayatlarını inkar etmelerinin sağlam temelleri olmadığını çok açık bir şekilde dile getirmektedir. Şüphesiz Allah, bütün ölüleri diriltecektir. Kuran, aynı zamanda, bu dünyevi yaşamın ölüm sonrası ölümsüz yaşam için bir hazırlık olduğunu da belirtmektedir. Ancak bunu reddedenler tutkularının ve arzuların kölesi olurlar ve erdemli ve Allah bilincine sahip kişilerle eğlenirler. Ölüm zamanlarındaki sefil durumları ve Yargı Gününün dehşeti ve samimi müminlere garanti edilen ebedi mutluluk, Kuran'ın ayetlerinde çok açık ve güzel bir şekilde belirtilmiştir. İslam insan varlığının, insan vücudunun ölümünden sonra manevi ve fiziksel diriliş biçiminde devam ettiğini vurgular. Dirilişin önceliği dünyanın sonu olacak. İnanmayanın vay haline !
 
Geri
Üst