kalp zikri nedir nasıl çekilir

Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu (2)
Öncelikle manevi yolculukta yola çıkacak kişilerin ‘hal’ ve ‘makam’ kavramlarını iyi bilmesi gerekir. Nakşibendiyye tarikatının temeli kalp ve letaif zikirlerine dayanır. Bu zikirler sırasında çeşitli ‘hal’ler yaşanır. Cezbe ve vecd eksik olmaz. Cezbe ve vecdin yüzlerce farklı çeşidi vardır. Onun için ben niçin başkaları gibi cezbe ve vecde gelemiyorum, diye kimse üzülmesin ve bunu kendisine dert edinmesin. Bu yola girmişse bu konuda mutlaka bir hissesi vardır. Fakat kendisi bunun bilincinde değildir. Yaşadığı cezbe ve vecd halleri başkasına benzemiyordur sadece. Cezbe ve vecdin ayırıcı özelliği zikir ve rabıta sırasında yaşanan duygusal ve coşkusal hallerdir. Bunlar makama işaret etmezler. Sadece zikri ve rabıtayı kolay ve zevkle yapabilmek için sunulan manevi hediyelerdir. Hallerdir.

Bir arkadaşım her gece ağladığını, kalbinin daima ilahi huzurda olduğunu anlatıyordu. Bununla üstün makamlar kazanıp kazanmadığını benden sordu. ‘Yani,’ dedim, ‘evliya olduğunu mu düşünüyorsun?’ Hâlbuki yaşadığı şeyler, kalp letaifinin halleri idi. Daha letaif zikrine geçmediği gibi bunun ilerisinde daha pek çok değişik halleri yaşayacağını, bunların da manevi makamlar karşısında hiçbir mana ifade etmediğini bilmiyordu. Gerçekten insanlar bu konuda o kadar cahiller ki… İşin iç yüzünü bilmiyorlar. Tabii bir de şeytanların onlara attırdığı taklaların farkında değiller. Şeytanlar bakarlar ki, bir insan bütün günahlara samimi bir şekilde tövbe etmişse, bu sefer ona başka türde vesveseler veremeye başlarlar. Çünkü bu tövbe işine canları sıkıldığı için kendilerine eğlence ararlar. Vesveseleri de genellikle şu konu etrafında toplanır: İşte sen büyük makamlara kazandın. Bu yolda veli oldun gibi. Tabii sofi bu tür vesveseler nefsi okşadığı için buna kanar. Bunlara inanmaya başlar. Kapıldığı gurur ve ucub (kendini büyük görme, beğenme) duygusuyla başkalarını küçük görmeye ve kendisini övmeye başlar. Şeytanlar sofiye atlattıkları bu taklalarla kıçlarıyla gülüp eğlenirler. Yani manevi yola giren bir azınlıkta değil genellikle herkeste olan temel sorun budur.

Manevi yolculuğa koyulup bir iki hal yaşayınca insanlar kendilerinde bir büyüklük görüyorlar, ermiş oldukları düşünüyorlar, daha da kötüsü nefislerini adam yaptıklarını sanıyorlar. Hâlbuki zikri ve rabıtayı bıraksalar bütün bunların kısa bir zamanda sabun köpüğü gibi söndüklerini göreceklerdir. Eskisinden de beter duruma düşeceklerdir.

Birinci yazımızda şunu ifade ettik: İnsan ahfa letaifi üzerinde zikir çekince fena hallerini yaşamakta. Fakat bu bir haldir. Fenafillâh değildir. Fenafillâh halini yaşaması için nefsin mutmainne makamında olması gerekir.

Nakşibendiyye tarikatındaki bir kişi seyr ü sülüğunu bitirse bile, daha somut konuşmak gerekirse kalp ve letaif noktalarındaki nurları müşahede etse bile, nefsi daha henüz levvamededir. Yani daha yolun başındadır. İş asıl bu nurları müşahede ettikten sonra zikir, rabıta, murakabe ile bunu nefisle yoğurmaktadır. Bu da seneleri almaktadır. Her nefis makamında elli bin perde olduğu söylenmektedir. Bunları tek tek aşmak kolay değildir.

Bazı kişiler övünerek ‘Biz kelime-i tevhit ve nefy ü ispat çekiyoruz.’ diyorlar. ‘Murakabe dersleri alıyoruz.’ diye şişiyorlar. ‘Nurları müşahede ettiniz mi?’ diye soruyoruz. ‘Yok!’ diyorlar. Tamam, şeyhiniz sizlere himmet etmiş, çok şeyi kendi üzerine almış, ama siz gerçekte letaif zikrindesiniz, bununla nurları kolay bir yolla müşahede etmeniz için size bir güzellik yapmış, ama sizden yeterli gayret olmayınca bu himmet bir işe yaramaz.’ diye nasihat ediyoruz ama onlar bu tür büyüklenmelerinden pek fedakârlık yapmıyorlar. Nurları bazı kişilerin müşahede etmeden de yüksek nefis makamlarına geçebileceğini sanıyorlar. Hâlbuki Nakşibendiyye tarikatında nurları açıkça müşahede etmedikçe nefis makamlarını aşmaları mümkün değildir.

Nakşibendiyye tarikatı diğer tarikatların sonda ulaştığı halleri başta yaşatır. Yani kalp ve letaif halleri, nurları diğer tarikatlarda sonda kendisini gösterir. Diğer tarikatlar tabiriyle kastettiğimiz tarikatlar, manevi yolculukta nefisle mücadeleyi temel alan Halvetiyye tarikatı ve onun gibilerdir. Nakşibendiyye tarikatında seyrü süluk neticesinde kalp ve letaif halleri yaşandıktan, nurlar görüldükten sonra elde edilen sonuçların hepsi birer haldir. Zikir, rabıta, murakabe kesildiği anda müthiş bir geriye dönme süreci hemen baş gösterir. Kişi nefs-i emmareye kadar düşebilir. Çünkü tövbe ile bir mürşid-i kâmilin elini tutan kişi her ne kadar nefs-i levvamede kabul edilse de aslında nefs-i emmare ile nefs-i levvame arasındadır. Levvame nefsin mülk olması için bütün perdelerinin aşılması gerekiyor. Ama nefis makamlarını kat ederek yükselen diğer tarikatlarda bu durum görülmez. Yani nefis makamından aşağı kolay kolay inilemez. Daha doğrusu en az mutmainneye ulaşan bir kişide bu durum, yani geriye dönme pek gerçekleşmez. Çünkü haller her an değişebilir ama nefis makamları kolay kolay elden çıkmaz. Onun için bu manevi yolda önemli olan usuli aşereye dikkat ederek nefis makamlarını aşmaktadır. Hallere itibar etmemek, değer vermemektir.

Nefis sabrı belli bir derecede öğrendi diyelim. O derecesini olaylar karşısında kullanmada kimse önüne geçemez. Engelleyemez de. Nefis sabrı hiçbir zaman da unutmaz. Kafamızdaki sabırla ilgili bilgiler yok olabilir ama nefis böyle değildir. Onun için nefse sabır talimini yapmak gerekiyor.

Nakşibendiyye tarikatında nefy ü ispat zikrinin ve murakabelerin temel işlevi kalp ve letaif hallerini diri ve canlı tutmak, buralarda ortaya çıkan nurları belirginleştirmek ve söndürmemektir. Çünkü gerek nefy ü ispat gerekse murakabeler nefsin ve şeytanların belini kırarlar. Nurun ve feyzin önünü açarlar. Bu açıdan nefy ü ispat zikri arabanın motoru gibi bir öneme sahiptir. Bu zikirde özellikle soluk kesmeler, nefsin letaifler üzerindeki engelleyici baskısını ortadan kaldırdığı gibi letaiflerin nurlarının belirginleşmesini önlemeye çalışan şeytanları da etkisiz hale getirirler. Bu açıdan bu zikre çok önem vermek gerekir. Özellikle vahdaniyet murakabesi de nefy ü ispat gibi bir işleve sahiptir. Onu da daimi bir hal haline getirmek lazım gelir.

Sofi nefy ü ispat ve murakabe dersleri de alsa günlük beş bin kalp zikrini asla ihmal etmemeli, ayrıca bazı günlerde letaiflerini de diri tutmak ve geliştirmek için sayısız zikirle tespihi onların üzerinde gezdirmelidir. Şayet bu noktalarda şeytanların açıkça engelleyici hücumlarını şahit olursa tespihle zikir yapma sırasında bu noktalarda küçük bir Kuran-ı Kerim de bulundurması büyük yararlar sağlayacaktır.

Elbette hiç kimse yerinde durmuyordur. Kişi sofiyse, az da olsa zikri ve rabıtası varsa, o yine ilerliyordur. Ama bu ilerleme nefis makamlarında değil kalp ve letaif hallerindedir. Bu adam akıllı tamam olduktan sonra, ki bu da letaif noktalarında nurların belli olup sofinin nurunun artmasıyla kesinleşir. Ondan sonra nefis makamlarını aşmaya sıra gelir. Bu nurlarla nefis makamları tek tek aşılır. Çünkü bu nurlarda ilk makalemizde belirttiğimiz usuli aşerenin hammaddeleri vardır. Bunlarla nefis yoğrulduktan sonra yavaş yavaş değişmeye başlar. Kısacası Nakşibendiyye tarikatında kişi kalp ve letaif noktalarında nurları görüp üzerindeki nuru artırma sürecinde iken yaşadığı bütün her şey haldir. Yani bunlar elinden her an kayıp gidebilir. Değişebilir. İlgili kişi ise henüz nefs-i levvamededir.

Elbette Halvetiyye tarikatında durum farklı olmakta. Onlar kalp ve letaif noktalarına eğilmiyorlar. Nefsi direk değiştirmek için mücahede ve riyazat yoluna koyuluyorlar. Halvet, oruç, hizmet gibi yollarla nefsin makam kazanmasına çalışıyorlar. Elbette bu yol çok zordur. Çoğu insanın bu nefis makamlarını tamamlamaya ömürleri yetmez. Ama nefisleri mutmainneye geldiğinde ancak kalbin kırmızı nurunu görebiliyorlar. Tabii bu seviyeye gelmek de çok uzun yılları almaktadır.

Nefis makamları kazanıldığında insana mülk olur. Haller ise gelip geçicidir. Buna göre bir Halveti sofisi nefsin mutmainne makamına erişip kırmızı nuru gördüğünde bu nimet kolay kolay elinden alınmaz. Ama bir Nakşibendiyye sofisi bütün letaif noktalarındaki nurları görse de şayet zikrinde ve rabıtasında bir gevşeklik söz konusu olursa çok büyük bir düşüş yaşar. Şeytan musallatları genellikle bu noktada yaşanır. Yani sofi daima ileri gidecek. Derslerini yaptığı gibi boş vakitlerinde de nafile ibadetlere önem verecek. Nurunu ve feyzini artırmaya çalışacak.

‘Kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. (Zuhruf suresi, 36).’ ayetinde şeytan musallatlarının umumi bir kanunu verilmiştir. Yani kişi zikir nimetine eriyor. İleri gideceğine nefsine uyuyor. Dersi bırakıyor. Şeytanlar atağa kalkıp sofiyi zikirden bezdirmek ve bu yolu engellemek için musallat oluyorlar. Tıpkı ülkesinin savunmasında ihmalkâr olan bir devlete düşmanlarının savaş açması gibi. Hâlbuki savunmaya büyük bir kaynak ve güç ayıran devletlere kimse kolay kolay savaş açamaz.

Bunu övünmek için anlatmıyoruz, başkalarına ibret olsun diye söylüyoruz: Şükürler olsun Allah’ın lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle letaiflerdeki bütün nurları müşahede ettiğimiz bir zamanda (beş altı yıl kadar önce) üzülerek söylemek gerekirse ayaklarımız yere pek basmıyordu. Gurur kibir, ucub içerisindeydik. Hiç unutmam üç arkadaş bir iş için gittiğimiz şehrin otel odasında uyurken ben yatakta benden neş’et eden rengârenk nurları seyrederek ‘Vah zavallılar, nefislerinin karanlığında uyuyan bir şunlara bak, bir de bana sunulan şu nimete bak, vah nasipsizler…’ diye içimde bir büyüklenme hissettim. Tabii nefsi levvamede olan bir kişiden başka ne beklenebilir?.. Biraz gevşedik. Çünkü gurur, kibir, ucub ibadetteki ihlâsı, zevki alır. İbadetin miktarını da düşürür. Derken fırsat kollayan şeytanların hücumlarına uğradık. Aklımız başımıza geldi. Tabii toparlanmak kolay değil. Nefis hem ahmaktır hem de inatçıdır. Hatasını anlamak istemez. Şükür, o vartaları atlattık. Tabii bu da Allah’ın (c.c.) dilemesi, lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle zikir, rabıta, murakabe ile kalp ve letaif noktalarını daha iyi çalıştırıp nur ve feyzi artırmakla oldu. Zaten bunun dışında başka bir yol yoktur.

Nur ve feyz şeytanlara karşı silah gibidir. Bunun dışında başka bir yolla onlarla mücadele etmek mümkün değildir. Pek çok sofi benim yaşadığım duruma düşüyor. Şeyhinden medet bekliyor. Derslerinde ihmalkârlığını görmüyor. Vesveselerinde boğulup kalıyor. Bela ve musibet yüce Allah’tan gelir. Aslında bu şeytan musallatları da Allah’tan (c.c.) gelen büyük bir nimettir. Tabii anlayana. Çünkü nur ve feyzi artırmada bir kamçıdır şeytan musallatları. Öyle bir kamçı ki ancak yiyen bilir…. Ama nefis ona buna içerler, kızar, öfkelenir. İster ki zahmetsizce, bir gayret sarf etmeden üzerinden bu yük kaldırılsın. Hâlbuki yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün olarak yaratmıştır. Onun için Hz. Âdem’i (a.s) yarattıktan sonra meleklere ve şeytana ona secde etmesini emretmiştir. Şeytan hasedinden bu emri yerine getirmemiştir. İnsanın üstünlüğü ilahi nefhaya (ruha) sahip olmasıyladır. Bakara suresinde bu konu ile ilgili ayet-i kerimeleri okursanız konuya vakıf olursunuz (bk. Bakara suresi, 30-38). Yani kalp ve letaifler bu ilahi nefhanın (ruhun) manevi organlarıdır. Onlar çalışınca ortaya çıkan nur şeytanları kahrediyor. Hasetlerinden kudurtuyor. Çünkü manevi yolculuğa çıkmış bir insana tahammülleri yok. Bu insan kalbini ve letaiflerini çalıştıracak, sonra da ilerde nefis makamlarını kazanacak, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanacak, bütün bunlardan sonra insanları Allah’ın (c.c.) dinine davet edecek… Şeytanlar buna çıldırıyorlar. Ama ne yapsınlar? Sonuçta onları da yüce Allah (c.c.) yarattı. Ama asla insanları onlara oyuncak olsun diye yaratmadı. Hz. Âdem’in (a.s) kişiliğinde sunulan secde nimeti insan-ı kâmilin makamına da işarettir. İnsan-ı kâmilin himmeti ile pek çok şeytan hidayete geliyor. Çünkü şeytanın mensubu bulunduğu cinler de bizler gibi imtihandalar.

Kısacası insanlardaki şeytan musallatına dair fobiyi bir türlü anlayamıyorum. Bir de şeytan musallatına maruz kalıp da zikri, rabıtayı azaltan veya terk eden sofilere ne diyeceğimi bilemiyorum. Bazıları aman bana şeytan musallat olmasın diye az bir zikirle yetiniyorlar. Bu yüzden hiçbir zikri çekmeyen insanların varlığından da haberdarım. Ben gayr-i ihtiyari bunların saflıklarına gülüyorum. Yani şeytanlar musallat olsa ne olacak? Seni öldüremezler, buna güçleri yetmez. Ancak sinirleri sıkma teknikleri ile biraz oranı buranı hafiften rahatsız ederler. Ama nur ve feyzini artırma yolu ile onları gün be gün yenmeye, bu sıkıntıları ortadan kaldırmaya doğru yürüyüşün zevki hiç bir şeye benzemez. Peygamberimiz (s.a.s) nefis ve şeytanlarla yapılan bu savaşa ‘büyük cihat’ demiştir. Bunun mükâfatı da ona göre büyüktür. Ayrıca zaferin zevkini tatmayan da bilemez. Yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün yaratmıştır. Bunun kadrini bilmeyip de onlara yenik düşenlere, onlardan korkanlara yazıklar olsun!

Konu gayr-i ihtiyari hiç hesapta olmayan bir noktaya kaydı. Ben de bu noktadan bir türlü çıkamadım. Yazılanları nedense silmek istemedim. Şimdi konuyu mecrasına koymak gerekiyor.

Evet, bu kalp ve letaif nurlarına ulaşamayan insanlar kendilerinde bir eksiklik mi hissetsinler? Onlara bir aşağılık kompleksi mi sundum? Gerçekten tüm samimiyetimle söylüyorum. Bu kalp ve letaif halleri gibi bunların nurları da bu manevi yolculukta nefis makamları karşısında bir hiçtir. Ahrette de bunlardan hesaba çekilmeyeceğiz. Önemli olan usuli aşeredeki hususlara ulaşmaktır. Bunlarla nefsi süslemektir. Çünkü ancak bunlar nefsi adam eder. Elbette düşünce egzersizleri ile kitaplar okuyarak usuli aşeredeki hususları nefse kazandıramayız. Ama bu yolda bilgi edinmeyi de küçük görmemeliyiz. Her ne kadar nefsimiz bu bilgilerle değişmese de bu konuda bilinçli olmak insana çok şey kazandırmaktadır. Bilinçli insan ara sıra yaptıklarını, ettiklerini muhasebe etme imkânına sahip olur. Pişmanlık ve tövbe halleri ile bunları sevaba çevirir. Bir dahaki sefere daha dikkatli olur. Aynı hataya düşmemek için nefsini biraz zorlar. Bunlar, bu konuda bilgisiz insanda olmayan nimetlerdir.

Usuli aşeredeki sabra değinerek konuyu örnekleyelim. Genel af dönemlerinde gazetelerde çok sık okuruz. Suç işleyen kişiler böyle bir afla salıverilince hemen gene aynı suçları işleyip tekrar hapse düşüyorlar. Şuna eminim ki, o kişiler hapiste iken kendilerini muhasebe etmişlerdir. Yani hapiste pek çok şeyden mahrum oldukları için içlerinde bir pişmanlık duyup bir daha o işleri yapmama konusunda bir niyet şu veya bu ölçekte içlerinde doğmuştur veya geçmiştir. Lakin bu hal bir kısmına tövbe-i nasuh sağlarken bir kısmında ise maalesef gerçek tövbeye ulaşamamıştır. Ama şu bir gerçek ki hapis hayatında sabırdan hisse almayan kişi olmamıştır. Şu veya bu oranda. Herkeste niceliği farklı da olsa hapse düşen bir insan mutlaka sabır kavramını nefsiyle yaşar. İşte böyle umumi aflardan anlaşılıyor ki, yine de sabır kavramında aldıkları bu hisse bazı kişileri nefislerinin alıştığı günahlara veya suçlara düşmelerini engelleyememektedir. Bunun gibi bizler de nefsin makamlarını iyi bilip ayrıca nefsi adam yapan usuli aşeredeki hususlarda bilinçlenip elimizden geldiğince onun ıslahına çalışmalıyız. Manevi yola giren bir kişi de tıpkı hapiste yatan kişi gibi az veya çok mutlaka usuli aşeredeki hususlardan bir hisse alır. En az bunların kokuları üzerine siner. O açıdan önemli olan şey manevi yolculuğa girmektir. Karınca karınca yola düzülmektir.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Oruç sabrın yarısıdır.’ buyurmuşlardır. Yani oruca devam edersek sabır karakterinin yarısına talip oluruz, diye buyuruyor sevgili peygamberimiz. Şimdi bir Nakşibendiyye sofisi düşünün, bu kişi yıllardan beri nafile oruçlarla beraber yılın en az yarısını oruçla geçiriyor. Elbette bu kişi kalp ve letaif noktalarındaki halleri yaşamasa ve nurları görmese de bu halleri yaşayan ve nurları gören kişiden çok üstün bir nefis makamında bulunacaktır. Sabrı nefsinde karakter olarak belirginleştiren kişi en az mülhimede yer alır. Hâlbuki kalp ve letaif noktalarında nurları gören normal bir Nakşibendiyye sofisi ancak levvame nefistedir.

Hâlbuki bu yola yeni giren bir sofi samimi olarak mürşid-i kâmile tövbe verince (bey’at alınca) nefsi levvamede bulunur. Nurları müşahede edince de gene bu nefis makamında bulunmaktadır. Yani nefsi yaşadığı bütün hal, cezbe, vecd, nurları müşahede halleri ile değişmemiş bulunmaktadır. Ama bu durum makam itibariyledir. Yani nefsi görünüş itibariyle değişmemiştir. Ama içten içe büyük değişimler de dikkati çeker. Çünkü nefsi-i levvamenin binlerce perdesi vardır. Bunların pek çoğu aşılmıştır. Bu itibarla her ne kadar yeni sofi ile eskisi aynı nefis makamında bulunsa da aralarında dağlar kadar fark vardır. Yani ahlakta ikisi bir olmaz. Onun için yeni olanlar eskilerden çok istifade edebilirler. Eğer saygılı olurlarsa.

Bu noktada rabıtaya değinmememiz büyük bir eksiklik olacaktır. Rabıta nur ve feyz kaynağı olan şeyhi düşünmektir. Tabii nurdan ve feyzden haberi olmayan kişiler bunu çok saçma görüyorlar. Rabıta kesinlikle bir ibadet değildir. İbadet Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin (s.a.s) sünneti ile kaim olur. Rabıtaya kim ibadet gözüyle bakıyorsa baştan yanılıyordur. Rabıta sevgidir. Bizim sevgiyle bir Allah dostunu düşünmemiz, hayal etmemizdir. Bunu sağa sola çekmeğe lüzum yok. İnsanlar zaten her anlarını bir şeyleri düşünerek ve hayal ederek geçiriyorlar. İşte rabıta bu tabii durumu biraz yapay bir yolla ara sıra kanalize edip mürşid-i kâmili düşünmektir.

Konu ile ilgili tasavvuf kitaplarında şunlar geçer: ‘Rabıta zikirden üstündür. Zikrin ziyası ay ise rabıtanınki güneştir…’ Tabii önceleri ben de bu tür sözleri şaşkınlıkla karşılardım. İçimden bu tür ifadelere itiraz sesleri yükselirdi. Bayağı bu vesveseler beni rabıtaya karşı engelledi de. Ama bu yolda ilerleyince, belli bir seviyeye gelince hakikatin böyle olduğunu bizzat anladık.

Rabıta ruhi bir olay. Yani insanlar ruhu tanımıyorlar. Bilmediklerini de bilmeyince zır cahil oluyorlar. Artık böylelerine de nasihat kar etmiyor. Bozuk plak gibi aynı lakırdıları ediyorlar. Kendilerini çok akıllı, dindar; bizleri de ahmak, Allah’a şirk koşan güruh olarak görüyorlar. Bundan da öte velileri, onların bu tür sözlerini inkâr yoluna gidiyorlar. Bu tür inkâr insanı imanın esaslarında, özellikle peygambere imanda da şüpheye götüreceği için çok tehlikelidir. Hâlbuki manevi yolun yolcusu temiz ve sağlam bir itikat yanında farzlarla, sünnetlerle, nafilerle, müstehaplarla gününün yarısından çoğunu ibadetlere vermezse boşa kürek çeker. Bir şey elde edemez, hiçbir hal de yaşayamaz. Tabii nefis makamları şurada dursun.

Rabıtayı inkâr edenler ruhi olan olgulara karşı çıkıyorlar. Ruhun kanunları aklın ve maddi hayatınkinden çok farklıdır. Bunu anlamak istemiyorlar. Ruh için mekân, zaman diye bir problem yoktur. Bunu insan havsalası kavrayamadığı için rabıtayı anlayamıyor, kıymetini de bilemiyor. Böyle kişilere soruyoruz. ‘Rüyayı kim görüyor?’ ‘Ruh!’ diyorlar. ‘Peki, hak rüyaya inanıyor musunuz?’ ‘İnanıyoruz.’ diyorlar. ‘Hak rüyada kişi önceden bilmediği mekânlara gidiyor, bazı kişileri görüyor. Zaman geliyor bunlar gerçekleşiyor. Bu nasıl oluyor?’ ‘Tabii ki ruhun bağlı olduğu kanunların akıl ve maddenin bağlı olduğu kanunlardan farklı olması ile. Yani ruh için zaman ve mekân kaydı yoktur. Dünyanın bir ucuna, hatta evrenin ötesinde bulunan levh-i mahfuza bir anda gidip gelebilir. Bir insan mürşid-i kâmili düşünüp hayal ettiğinde kalp ve letifleri ile mürşid-i kâmilin sahip olduğu nur ve feyzin gölgesine girer. Bu anında gerçekleşen bir olaydır. Kişi rabıtada hiçbir şey hissetmese de ruhu şeyhinin huzurundadır. Bizim gibi bu konuda ilerlemiş kişilerin yaşadığı hal budur. Biz bunu gözlerimizden daha iyi görüyoruz. Ayrıca hak rüyada nefis devre dışı olduğu için bütün bunlar yaşanabiliyor. Manevi yola giren de nefsini bir miktar günah kirlerinden temizleyip devre dışı bırakarak ruhsal olarak şeyhinden yararlanabiliyor, hatta bu yolda ilerleyen kişiler şeyhlerini rabıtada görüp konuşma imkânlarına da kavuşabiliyorlar. ’

Gerçekten zikri çekerken yaşadığımız haller, yani nurları müşahede ve feyz alma rabıta sırasında daha bir artmaktadır. Tabii bir de şu hadise rabıtayı zikirden üstün kılmaktadır: Zikir sırasında nefsin hissesini gerek bu yazımızda gerekse daha önceki yazımızda yeterince açıkladık sanırım. Rabıta sırasında ise adeta bir karakter transferi olmaktadır. Yani mürşid-i kâmilde en ideal ölçüde bulunan usuli aşere unsurları yavaş yavaş rabıta yapan sofiye yansımaktadır. Tabii bu süreç çok yavaştır. Kolay fark edilmez. Ama zikre göre çok daha bereketlidir. Rabıtanın doğrudan nefse bu tesiridir ki onu zikirden üstün kılmaktadır.

Şunu hiçbir zaman unutmamak lazımdır. Tasavvuf dar bir keçi yoludur. Allah (c.c.) üzerimize farz kılmamıştır. Bu yol, sadece meşrebi, tabiatı uygun bazı insanlara hastır. İnsanları tasavvuf yolundan ziyade İslam’a çağırmak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) orta bir ümmet olmak üzere gönderilmiştir (bk. Bakara suresi, 143). Peygamberimizin, sahabelerin de hayatı da buna tanıktır. Elbette ehl-i suffe ve bazı sahabeler de amelde ileri giderek tasavvuf yolunun örnekleri olmuşlardır. Bunu da görmezlikten gelmek doğru değildir. Ama bu yolu da umumileştirmek İslam’a zarar verir.

İslam’ın genele hitabı orta bir yol olmuştur. Bu da haramlardan kaçınmak, emirleri (farzları) yerine getirmektir. Bu cennete giden bir yoldur Allah’ın izniyle. Bunun için nefs-i emmareden kurtulmak yeter. Zira nefs-i emmare sahibini mutlaka cehenneme götürür. Bu yolda çok az bir nefis cihadına gerek vardır. O da yasaklardan kaçınmak ve farzları yerine getirmektir. Böyle birisi artık nefs-i levvameye yükselmiştir. Yüce Allah (c.c.) yukarıda anlattığımız kalp ve letaif hallerini bize farz kılmadığı gibi nefis makamlarını da sonuna kadar aşmayı bizden istememiştir. Bu açıdan elimizden geldiğince İslam’ı yaşayıp bütün Müslümanların kurtuluşu ve birliği için gönülden duada bulunup gayret gösterirsek dünyada ve ahrette saadete ereceğimizi düşünüyorum. Bakara suresinin son iki ayetini bu açıdan iyi mütalaa edip sırtımıza çok az bir yük vurulduğu için şükretmemiz gerekir.

Pek çok kişi elindeki tespihle yaptığı zikri gözünde büyüterek dinin gayesinin ve ruhunun dışına çıkıyorlar. İnsanlara tasavvufu tek kurtuluş yolu olarak gösteriyorlar. Tasavvufu İslam’ın önünde ve üstünde tutarak dini insanların gözünde zorlaştırıyorlar. Dini yaşanmaz ve sadece bazı kişilerin yaşayabileceği bir şekle sokuyorlar. Bu düşüncede olan insanların bu tasavvuf yolunun en büyük üstadı olan İmam-ı Rabbani’nin (k.s) Mektubat’ını okumalarını özellikle istirham ediyorum. Orada bu hususlara dair pek çok mektupta defalarca kez ifade ettiğimiz biçimde açıklamalar yapılmıştır. Hâlbuki bu yapılan tespihler yine İmam-ı Rabbaninin (k.s) ifadesiyle farz değil, sünnet değil, sadece müstahaptırlar. Bunların da temel amacının yazımızın başında da belirttiğimiz üzere nefsi değiştirmek, nefis makamlarını aşmak olduğunu da söyledik. Aslında iş burada da bitmemektedir. Peki değişen bu nefisle ne amaçlanıyor? Yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak ve yaşatmak. Başka insanlara sunmak. Tebliğ etmek. Çünkü yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de ‘Şüphesiz Allah, müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır (Tövbe suresi, 111)’ diye buyurmaktadır. Onun için yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak, yaşatmak her insanın üzerine farzdır. Gaye ila-yı kelimetullaha hizmettir.

Geçmişte cihat ülkeler arasında savaşla olmaktaydı, bugün pek çok değişik hizmetle bu iş gerçekleştirilmektedir. Bu konuda gafil olmak bir Müslüman’a her şeyden önce yakışmaz. Onlardan birisinde çorbada tuz misali ufacık bir katkımızın bulunması, yüce Allah’ın (c.c.) rızasının üzerimizde olmasını sağlayacaktır. Kısacası ilkyazımızın başındaki ifadeleri tekrarlarsak, manevi yolculukta çarklar dönüyor ama niçin dönüyor, bunlar hangi çarkları döndürüyor, neye hizmet ediyor, amaç ne, ona iyi bakmak gerekiyor. Yoksa şeytana ve nefse hizmet ederiz de farkında olmayız.

Pek çok kişinin tasavvuf yoluna girme nedeni hal yaşamak, üstün vasıflara sahip olup insanlara hükmetmektir. Böyleleri baştan yanlış bir yolda bulunmaktadırlar. Nefis ve şeytanlar bu yolda onları çok derin çukurlara atarlar da çıkmaları bile mümkün olmaz. Niyetimiz Allah (c.c.) rızası için İslam’ı yaşamak, örnek hayatımızla başkalarının da yaşamasına vesile olmak, bütün dünyadaki Müslümanlarla birlik olup tüm dünya insanlığının bu dine girmesine çalışmak olmalıdır. Bu görünen en büyük çarktır. Bu dönmüyorsa veya bunun dönmesi için bir niyetimiz, isteğimiz, çabamız yoksa demek ki bu dinin dışında başka bir yoldayız ve nefis ve şeytanlar bizi başka dinlerle aldatıyorlar.

Yüce Allah (c.c.) bizlere akıl ve şuur versin. Rızası istikametinde ayırmasın. Zikrini rızası yolunda kılmayı nasip eylesin. Bizi gerçek Müslüman ve müminlerden eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
 
Zikir ile İlgili Sıkça Sorulan Sorular, Sorunlar, Problemler
-Zikir bir mürşide intisap etmeden, kendi başına alınıp veya edinilip çekilebilir mi?
Evet, zikir bir mürşide intisap etmeden, kendi başına alınıp veya edinilip çekilebilir. Bunun dini bir mahzuru yoktur. İnsanlar hadis-i şeriflerden veya çeşitli kitaplardan faziletlerini duydukları çeşitli zikirlerden oluşan virtler yapıyorlar. Bunları ömürleri boyunca çekiyorlar.

Türkiye’de belki milyonlarca insan, böyle yani bir mürşide tabi olmadan, genellikle hadis-i şeriflerden veya çeşitli kitaplarından faziletlerini duydukları zikirlerden oluşan virtlere sahiptirler. Virt, günlük ev ödevi gibi zikir dersidir. Duruma hadis-i şeriflerin ışığı çerçevesinde bakıldığında bunda bir teşvik de görülür. Zira hadis-i şerifler Müslümanları zikre teşvik ettiği gibi bu konuda bir mürşit şartı da aramamaktadır.

Yalnız zikir çok etkili bir ibadettir. İnsanlarda çeşitli haller oluşturabilir. Bunun için her zaman olmasa da bu tür haller yaşandığında bir mürşide danışmak ve ilgili hali anlatmak gerekebilir. Tabii bu çok sık karşılaşılan bir durum değildir. Zira günde birkaç yüz adet hatta bir iki bin gibi sayılarla çekilen bir zikir insanda pek hal meydana getirmez.

Rahmetli babam da bir mürşide bağlı olmadan, kendi kendine bazı zikirleri virt edinmişti. Bir ara kalbinin üzerinin yandığını söyledi. Telaşlandı. Doktora gitti. Ehil bir doktor muayeneden, tetkiklerden sonra hiçbir şeyinin olmadığını söylemiş. Sonra da zikir ehli olup olmadığını sormuş. Babam da 35 yıldır şu kadar zikri günde çekiyorum deyince iş meydana çıkmış. Babam ölünceye kadar o doktoru hayırla anar ve dua ederdi. Onun söylediği içime öyle bir oturdu ki, beni öyle bir rahatlattı ki… derdi. Şimdi ben bu yolda bilgi ve tecrübe kazanınca hem o doktora hem rahmetli babama hak vermekteyim. Elbette bu kalbin üzerinin yanması kalple alakası olmayan bir durumdur. Oradaki letaif noktasının zikrin hararetiyle harekete geçtiğini, zikrin artırılması lüzumunu gösteren bir durumdur. Yani manevi bir halin işaretidir.

-Zikir Allah rızası için değil de sevap kazanmak, cehennemden korunmak, cennete girmek… maksadıyla çekilebilir mi?
Sevap kazanmak, cehennemden korunmak, cennete girmek… maksatları Allah’ın rızası kapsamındadırlar. Bundan dolayı bu maksatlarla yapılan zikir de dinen makbuldür. Fakat bu daire aşağıdadır. Bu tür maksatlar yerine Allah rızası dairesinin yukarısında Allah’ın hoşnutluğu aranmalıdır. Bu üst derecede zikir çekmek dinen daha faydalıdır. Bu sayede bunun altında yer alan sevap kazanma, cehennemden korunma, cenneti elde etme… gibi nimetler de kendiliğinden kazanılmış olur. Ayrıca Allah’ın (c.c.) hoşnutluğu ile daha yukarı manevi hallere ve ileri nefis makamlarına ulaşılmış olunur.

Himmeti âli (yüce) tutmak gerekir. Aynı zikri yapan iki kişiden niyeti, maksadı yüksek olan diğerini mutlaka geçer. Zikirde Allah (c.c.) rızasından daha büyük bir gaye, kazanç olamaz.

-Zikir dünyevi bir gaye için çekilebilir mi?
Yüce Allah’tan (c.c.) dualarda ahreti unutmamak kaydıyla dünyevi her türlü şeyi isteyebiliriz. Ama zikir bir aşk halidir. Aynı kelimeleri arka arkaya hızlı bir şekilde söylemek de bu aşk halini meydana getirmektedir, geliştirmektedir. Zikri dünyevi bir maksatla çekmek bu aşk halini dünyaya yöneltmek demek olur ki bu her şeyden önce çok çirkin bir şeydir. Büyük bir edepsizliktir. Yüce Allah (c.c.) kulun kalbini sadece dünyaya yöneltmesinden razı değildir. Dinin gayesi, ruhu ahrettir. Dünya bir ödül ve ceza yeri değil bir imtihan yurdudur. Ayet-i celilede şöyle buyrulmaktadır: “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, 20).”

Dünyevi maksatlarla zikir genellikle esma-i hüsnalarda mevzu bahis olmaktadır. Hâlbuki kişi zikirde Allah rızasını ölçü ve gaye edinirse yüce Allah (c.c.) fazl u ikramıyla ona kalbinden geçirdiği dünyevi hediyeleri fazlasıyla verecektir. Ayrıca bu nimetler, hediyeler hem dünya hem ahret hayatında hayırlara vesile olacaktır. Ama kişinin zikirde niyeti sadece dünya olduğunda bu sefer yüce Allah (c.c.) o kişiye o dünya nimetini bir imtihan kastıyla verecektir. Belki o dünyevi nimet ahrette imtihanı kaybetmesine sebep olacaktır. Keşke verilmeseydi, diye ebedi bir pişmanlığı getirecektir. Allah korusun. Onun için zikri hiçbir surette dünyevi amaçlarla çekmemek gerekir. Zikirde Allah (c.c.) rızasını gaye edinmelidir. Bu gerçek anlamıyla hem dünyevi hem uhrevi nimetlerin anahtarıdır.

Kalp hadis-i şerifte de belirtildiği üzere saniyede halden hale girer, değişir. Onu bir yolda tutmak kolay değildir. Zikri Allah rızası dışında başka bir gaye ile çekebilir. Hele bu durum esma-i hüsna zikrinde daha çok görülür. Onun için kalbi her zaman rotasına sokmak gerekir. Bunu şu cümle ile yapabiliriz: ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’.

Esma-i hüsna zikrinde veya başka zikirlerde zikrin başında, sonunda veya belli aralıklarla ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ demek, bu konudaki niyetimizi Allah’ın (c.c.) izni ile istikamet üzere kılacaktır. Bu açıdan bu sözü daima zikrimizde virt edinmek gerekiyor. Hele kendi başına, mürşitsiz zikir edinenler buna daha çok önem vermelidirler. Çünkü şeytanlar ve nefis böylelerini yanlış yola daha kolay sürükleyebilirler. Ama zikirde gayesi Allah rızası olan kişiye nefis ve şeytan aldatmak için girebileceği bir yol bulamaz.

Esma-i hüsna zikrinde Allah’ın rızası şu noktalarla aranmalıdır: O’nun güzel isimlerinin zikriyle O’nu övmek, yüceltmek, onların manası üzerinde derinleşmek, O’nun güzel isimlerinden bazılarında ortaya konan güzel ahlakı ile ahlaklanmak, O’nun hoşnutluğunu kazanmak… gibi gayeler güdülmelidir. Bunlar olunca yüce Allah (c.c.) ilgili esma-i hüsnanın dünyaya bakan hediyelerinden kulunu mahrum bırakmayacaktır.

-Bir mürşitten virt alan bir sofi kendi başına virdine ara sıra ilaveler yapabilir mi?
Virt, zikir dersidir. Bu ders mürşitten alınmışsa bunun sayısını yaşanan hallere göre ancak mürşidin vekilleri veya mürşit artırabilir. Virde ilave maksadıyla yapılmayan, sayıya vurmadan çekilen zikirler serbesttir. Yani sofi bu şartla istediği kadar zikir çekebilir. Aslında virt arabanın kontak anahtarını çevirmek gibidir. Arabayı çalıştırır sadece. Önemli olan sayısız zikirle, yani sürekli zikirle yol almaktır. Gerçek kazanç buradan gelir. Çünkü virtten amaç sürekli zikre geçmektir. Sürekli zikirle ileri hallere ulaşmak, nefis makamlarını aşmaktır. Bu yolda hız şeytanları da sindirir.

Cahil sofiler genellikle bu konuyu yanlış anlarlar. Sayıya vurmadan yapılan zikirlerle virdin kendi başına artırıldığı düşüncesine kapılırlar. Onun için virtte sayıyı koruma, kendi başına artırmama konusunda derin bir taassuba düşerler. Sürekli bu konuda etraflarını da uyarırlar. Onun için de bu yolda hiç bir ilerleme kat edemezler. Kabiliyetli kişileri de engellemiş olurlar. Hâlbuki sürekli zikir, sayıya vurulmadan yapılan zikir, Allah’ın emridir: ‘Ey iman edenler Allah’ı çokça zikredin! (Ahzab suresi, 41)’ Allah’ın (c.c.) emri ve peygamberin sünneti olan hususlarda mürşitten izin alınmaz.

Şayet bir sofi faziletine inandığı bir zikri belli bir sayıda virt edinmek istiyorsa bu konuda şeyhinden müsaade alması edebe uygundur. Şayet böyle bir izni alacak durumu yoksa o zaman sayıya vurmadan o zikri her gün istediği kadar çekebilir.

-Zikri alıp bırakmak, tamamen terk etmek doğru mu?
Zikir yoluna giren kişinin zikri değişebilir. Azalabilir. Artabilir. Sofiyse, bunu mürşidi belirler. Şayet kişi kendi başına, mürşitsiz zikre başlamışsa belli bir sayıyı koruması tavsiye olunur. Bu konuda aç gözlü olmak yerine kişinin kolayca, zahmetsiz bir şekilde yapabileceği, yani gücünün yettiği ve zamanının elverdiği belli bir sayıda kalması daha doğrudur. Zira şeytanlar zikir ehlini çok kıskanırlar. Bunun için çeşitli oyunlar oynarlar. Genellikle zikri bıraktırmak için onları sayıyı artırmaları konusunda çok teşvik ederler. Sayı artınca bir süre sonra bu zikirler kişiye ağır gelmeye başlar. O zaman onlar hepten zikri bırakırlar. Bir daha dönüp arakalarına bile bakmazlar. Çünkü nefis bıktığı, usandığı bir şeyden kaçar. Şeytanlar nefsin damarlarını insanlardan daha iyi bilirler. Damara göre şerbet verirler. Hâlbuki hadis-i şerifte hayırlı amelin az da olsa devamlı olanı makbuldür, denilmektedir. Kişi önce çok çekip de sonra bir miktar azaltabilir. Önce şu zikri çekip de sonra başka zikirlere de yönelebilir. Ama zikri tamamen bırakmak, terk etmek hayra alamet değildir. Bu şeytanların oyununa gelmektir. Yüce Allah (c.c.) böyleleri için şöyle buyurmaktadır: Kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. (Zuhruf suresi, 36).’

-Zikir çekecek vakti olmayanlara ne tavsiye edersiniz?
Elbette iş güç yoğunluğundan beş dakikalarını bile zikre ayıramayan insanlar olabilir. Böylelerine arabalarına binecekleri yere gidinceye kadar, bazı bedeni işleri yapma sırasında belli zikirleri, özellikle peygamberimizin (s.a.s) sevabını ve faziletlerini belirttiği zikirleri çekmelerini tavsiye ederiz. Bir Müslüman’ın bir gününü hiçbir zikre ayırmadan geçirmesi telafisi imkânsız büyük bir zarardır. Çünkü geçen zaman bitmiştir. Asla geri gelmez.

Hadis-i şerifte cennet ehlinin her şeyden hoşnut olduğunun ama zikirsiz geçen anlarından büyük bir üzüntü duyduklarını anlamaktayız. Çünkü zikrin kazancı çok büyüktür. Cennet nimetleri de kişilerin amellerine göre verilmektedir. Cennetteki müminlerin dereceleri bu açıdan birbirinden çok farklıdır. Hatta peygamberimiz (s.a.s) bu farklılığı ifade sadedinde dünya ölçülerini kullanmamış, Süreyya yıldızının uzaklığını işaret buyurmuştur. Bundan dolayı ebedi hayatımızda ezilip büzülmemiz için zikre yönelmek akıl karıdır. Günün belli bir vaktinde, yolda, arabada, yatmadan önce vs. bize göre zikredebileceğimiz bir anda az da olsa sayıya vursak da vurmasak da bir zikrimizin olması bizler için büyük kazançlar getirecektir. Şunu unutmamak gerekir ki her zikrin dünyaya bakan ufak bir hediyesi, hediyeleri de mutlaka vardır.

Bir de peygamberimizin (s.a.s) Müflis Kimdir hadis-i şerifinden hisse almak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) sahabesine sormuş ‘Müflis kimdir?’ diye. Sahabeler şöyle buyurmuşlar: ‘Elindeki sermayesini kaybeden kimse.’ Peygamberimiz (s.a.s) ise ‘Hayır,’ demiş ‘gerçek müflis, ahrete, mahşer meydanına dağlar büyüklüğünde sevapla gelip de günahları yüzünden bunları dağıtan kişidir. Çünkü o kimisinin gıybetini yapmış, kimisine iftira etmiş, kimisinin hakkını yemiş, kimisine sövmüş, kimisini dövmüştür. Hak sahiplerine sevapları verilince elinden bir şeyi kalmayıp da onların günahlarını yüklenmiştir. Bu yüzden cehennemlik olmuştur.’ Şimdi bu hadis-i şerifi kimse pek üzerine almak istemez. Nefsimize sorsak, üzerinde hiç kul hakkı var mı, diye. Nefis kendisini hemen temize çıkarır. Hâlbuki her gün nice kişinin günahını bilerek veya bilmeyerek yüklenmeyen kişi yoktur. Onun için bu hadis-i şerifi her insanın kendi nefsi hesabına alması, anlaması, sanki kendisi için söylenildiğini farz etmesi takvaya ve ihtiyata daha uygundur.

Gerçekte zikir her kişi için lüks değil, ekmek su gibi ahrette gerekli bir sermayedir.

Hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, yüce Allah (c.c.) ahrette kul haklarına karışmamaktadır. Bu durumda onların Allah (c.c.) tarafından afları mümkün görünmemektedir. Ayrıca o çetin günde kimse hakkını helal etmeye de yanaşmayacaktır. Yakınlar bile. Bu durum ayet-i kerime ile de sabittir. Bunun için kişiler anne babalarından, evlatlarından, kardeşlerinden bile kaçacaklardır (bk. Abese suresi 35). Allah’ın karışmadığı kul hakları için ahrette elimizde büyük bir sermayenin bulunması gerekir. Zikir hadis-i şeriflerde sevap yönü ile cihatla mukayese edilmektedir. Yani zikre o kadar büyük sevaplar verilmektedir ki onunla başka bir amel pek kıyaslanamamaktadır. Bunun için her fırsatta zikre yönelmek, günün belli anlarında, boş vakitlerde zikretmek kişiye ahrette büyük sermaye kazandıracaktır. Hele bir Müslüman’ın, bir mürşide bağlı olmasa da, kendi başına peygamberimizin (s.a.s) çekilmesi konusunda faziletlerini zikrettiği belli bir sayıda az da olsa bir virt edinmesi, ahrette hesapların görüleceği günde, dünyada kara gün için bir kenara konulan para gibidir. Şuna eminim ki, zikir çekmeye vakti olmayan Müslümanlar, işin bu noktasını kavrarlarsa buna vakit bulabileceklerdir. Sorun vakit bulmamaktan ziyade bir şuur ve önem meselesidir.

-Bazı kişiler vakit namazlarında veya Cuma namazında tespihata ve duaya katılmadan camiden çıkıyorlar. Bunlar ne kaybediyorlar?
Toplu, cemaatle zikrin ne getirdiğinden haberleri olmayan kişilerdir bunlar. Sanıyorlar ki toplu, cemaatle zikirde herkes çektiği zikrin sevabını almaktadır. Oysa Allah’ın (c.c.) toplu, cemaatle yapılan ibadetlerde sevap taksimi farklıdır. Böyle durumlarda herkese topluluğun, cemaatin sevabı kadar ayrı ayrı verilmektedir. Düşünün camide yüz kişi varsa o birkaç dakikada herkes o kalabalığın çektiği zikrin sevabına birden ulaşmaktadır. Hâlbuki kişi tek başına akşama kadar hiçbir iş yapmadan zikretse o sevaba ulaşamayacaktır.

Şimdilerde internet üzerinden çeşitli sitelerde yapılan salât u selam getirme, çeşitli zikirleri çekme, Kuran-ı Kerim hatmi, çeşitli sure, ayet okuma kampanyalarını vs. boş görmemek, küçümsememek gerekir. Bu tür zikirleri ve ibadetleri bir topluluk ve cemaatle birlikte yapmak tek başına yapmaya göre çok daha kazançlıdır. İnsanı topluluk ve cemaat sevabına ulaştırabilir.

Haddizatında mürşitten alınan zikrin de böyle gizli bir sırrı olduğunu sanıyorum. Ama şeytanlar ve nefis insanın bu gizli hazineye ulaşmaması için bu yolu gözden çok düşürmektedir. Kendi başına, mürşitsiz zikri gözde daha çok büyütmektedir. Şu kesin ki her tarikatın mutlaka bir toplu bir de ferdi olarak yapılan zikir çeşidi vardır. Toplu olarak yapılan zikre topluluk ve cemaat sevabı verildiğinden zerre kadar kuşkumuz yok. Mürşit tarafından sofiye ferdi olarak verilen virt dersinde de böyle bir topluluk ve cemaat sevabı söz konusu olabilir diye düşünüyorum. Zira kişi mürşide bağlı olmadan yıllarca zikir çektiği halde bir hal yaşamadığı, manevi makamları kat edemediği halde aşağı yukarı aynı miktarda bir zikri mürşide bağlı olarak çeken kişi ise kısa zamanda manevi halleri yaşamakta, ileri nefis makamlarına geçmektedir. Bunun sırrında mürşit tarafından verilen zikirde topluluk ve cemaat sevabının da bir hissesinin olabileceğini ihtimal dahilinde görmekteyim.

-Vakit namazlarının arkasından yapılan ‘Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber’ tespihlerinin önemi nedir?
Vakit namazlarının arkasında çekilen bu zikirlerin hikâyesini bildiğimiz zaman kendi başına, yani mürşitsiz de olsa zikir edinmenin değerini ve önemini kavramış oluruz.

Bir grup fakir sahabe peygamberimize (s.a.s) gelip şöyle derler: Ya Rasulallah, zenginler bizi geçtiler. Bizler namaz kılıyoruz, onlar da kılıyorlar. Bizler oruç tutuyoruz, onlar da tutuyorlar. Ayrıca onlar zekât ve sadaka veriyorlar. Biz bunlardan mahrum kalıyoruz. Onlara yetişebilmemiz için bize bir amel gösterebilir misiniz?

Peygamberimiz (s.a.s) o zaman onlara bugün namaz sonlarında çekilen tespihatları öğretti ve bunu her vakit namazının arkasından çekmelerini istedi. Yani namaz sonlarında bugün toplulukla ve cemaatle çektiğimiz 33 Sübhanallah, 33 Elhamdülillah, 33 Allahu Ekber zikirleri önce böyle ferdi planda başladı. Peygamberimiz (s.a.s) bu zikirlere devam ederlerse zenginlerin sadaka ve zekâtla elde ettikleri sevaptan daha ziyade sevaba kavuşacaklarını da fakir sahabelere müjdeledi.

Hâlbuki bu vakit namazlarının arkasında yapılan zikirlerin hepsini bir iki dakikada herkes çekebilir. İşte zikir kısa zamanda bu kadar büyük sevap getirmektedir! Tabii ashabın zenginleri bu hadisten haberdar olunca onlar da bunu yapmaya başladılar. Bu sefer fakir sahabeler başka zamanlarda peygamberimizden (s.a.s) duydukları başka zikirleri çekme yoluna girdiler. Sahabenin çoğunun tahtadan kutuları vardı. İçlerinde taş ve hurma çekirdekleri bulunurdu. Bunları çeşitli zikirleri çekmekte sayıyı bilmek maksadıyla tespih olarak kullanırlardı.

Peygamberimiz (s.a.s) aynı namaz tespihatını kendisinden bir yardımcı, hizmetçi isteyen kızına, Hz. Fatıma’ya (r.anha) gece uyumadan önce tavsiye etmiştir. Bunun hizmetçiden daha iyi olduğunu söylemiştir. Bu durum, vakit namazı arkasından söylenen bu tespihatların dünyevi hediyesine de işaret etmektedir. Hz. Ali (r.a) bu tespihatı ömrü boyunca kendisine virt edinmiş, uyumadan önce mutlaka okurmuş. Hatta Sıffin savaşında bile bunu ihmal etmediğini belirtmiştir.

Bakın, görüyorsunuz ki, sahabeler ortalama çekme süresi iki üç dakika bile olmayan tespihatlara ne kadar önem vermişler. Bunlardan ders çıkarmak gerekir. Sayısı az da olsa zikre önem vermelidir. Özellikle vakit namazlarının arkasındaki tespihatlar çok önemlidir.

-Peygamberimizin (s.a.s) ümmetinden çekmesini istediği ve faziletlerine değindiği zikirlerden bazılarını söyleyebilir misiniz?
Peygamberimiz (s.a.s) buyurmuştur ki, besmele ile başlanmayan işin sonu yoktur (hayırlı olmaz).

Onun için her işin başında besmele çekmek gerekir. Besmelede Allah’ın üç güzel ismi zikredilir. Her işte yapılınca bu Allah’ı günde onlarca kez zikretmek yerine geçer. Büyük sevap kazandırır.

Peygamberimiz (s.a.s) buyurmuşlardır ki, bana salâvat getirenler bana yakındır. Bana salâvat getirene Allah (c.c.) on salâvat getirir. Sizin salâvatlarınız bana bu konuda hizmetli meleklerce ulaştırılır. Ben de alırım, mukabelede bulunurum.

Salâvat peygambere dua etmek demektir. Hakikatte ise Allah’ın ve peygamberin salâvat getiren kişiye dua etmesidir.

Peygamberimiz (s.a.s) adım anıldığında salâvat getirmeyenin burnu dürtünsün diye beddua etmiştir.

Peygamberimiz (s.a.s) buyurdular ki, size söylenmesi kolay ama terazide ağır olan bir zikir öğreteyim mi? O, ‘Sübhanallahi ve Bi-hamdihi Sübhanallahi’l-Azim’. Kim bu zikri günde yüz kere söylemeye devam ederse günahları denizköpüğü kadar da olsa bile affolur. Kimse bu zikri yüz defa söyleyen kişinin ameline ulaşamaz. Velev ki ondan fazla bu zikri çeken olsun.

Peygamberimiz (s.a.s) buyurdular ki, ‘La havle vela kuvvete illa billahil-Aliyyül-Azim’ cennetin hazinelerinden birisidir. Bu zikir, 99 derde devadır. Bu zikre devam edenlerden ayrıca en hafifi fakirlik olmak üzere 70 çeşit bela ve musibet üzerinden kaldırılır.

Peygamberimiz (s.a.s) buyurdular ki, ‘Sübhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber’ zikrini söyleyen kişi için cennette bir ağaç dikilir. Bir atlı beş yüz yıl gölgesinde gitse bile gölgesini bitiremez.

Peygamberimiz buyurdular ki, ‘La ilahe ilallahu vahdehu la-şerike leh lehu’l-mülki ve lehu’l-hamdu ve hüve ala külli şey’in kadir’ zikrini her gün yüz kere söyleyen kimseye on köle azat etmeye denk sevap verilir. Ayrıca yüz iyilik mükâfatı yazılıp yüz günahı silinir. Bunların yanında günün akşamına kadar şeytanın şerrinden de korunur. Bu zikri günde on kez okuyan ise Hz. İsmail (a.s.) soyundan dört köleyi azat etmiş gibi sevap kazanır.

Peygamberimiz (s.a.s) buyurdular ki, zikrin en faziletlisi La ilahe illallah’tır. Bu günahları yakar, yok eder. Günde yüz defa bunu zikredenlerin kıyamet günü yüzü ay gibi parlar.

Bir de zikir kelimelerinin başına Allahın kelimeleri adedince, zerrelerin adedince, yeryüzündeki canlılarının adedince, ağaçların, yaprakların adedince…. gibi sıfatlar konunca bu zikri daha çok zenginleştirir, nemalandırır, sevaplandırır. Peygamberimizden (s.a.s) bu manada hadisler vardır.

Allah (c.c.) zikrini gereği şekilde, rızasına uygun olarak yapmamızı nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
 
çok zordayım bi cevap verin nolur

slm ben rüyamda 3 gündür zikir çekiyorum gerçekden çekmek istiyorum nasıl çekeceyimi bilmiyorum banna bi yol gösterirmisiniz rica etsem kafam çok karışık yanlış yapmak istemiyorum sizin sayfanızı buldum ve yazdım allah razı olsun sizden