M
Misafir
Forum Okuru
Hz.Mevlana Hakkında Makaleler
mevlana hakkında makaleler mevlana makale hakkında makale görüşler makaleleri
Hz.Mevlana Hakkında Makaleler
Hazret-i Pîr'in kıyamete kadar değeri düşmeyecek eseri Mesnevi-i Şerif'i "Dinle Neyden" diye başlar. "Ney'"den murad kâmil insandır. Kâmil insan her yönüyle örnek insan demektir. Hak yolunda yürüyen insanları dört kısma ayırırlar. Birinci kısım; mahcub (perdeli) insanlardır ki bunlar yaratıcının zatını bilemezler. Sıfatlarının zuhuru olan eserlere bakarak Allah (c. c.) hakkında bilgi edinebilirler. İkinci kısım insanlar "arif" tabir edilen insanlardır. Bunlar sıfatı zatıyla kaim ve zatı, sıfatı ile zahir müşahede ederler. Üçüncü kısım insanlar "müstağrak" denilen insanlardır. Bunlar Allah'ın sıfatlarını da, eserlerini de görmezler. Birlik makamında mahvü müstağraktır. Dördüncü kısım insanlar "Kâmil insanlar" dır. Sıfatları zatı ile ve zatı sıfatları ile görürler.
Ney (Kâmil insan-Veliler-Şeyh) dinin özüdür. Bunlar Peygamber varisleri olup, dinimizle alakalı hakikatleri bu insanların dükkanlarında bulabiliriz. Peygamberlik (Nübüvvet) Efendimiz (s.a.v.) ile sona erdi ve dinî kurallar (şeriat) en mükemmel surette kitap halinde belirlendi. Hak tealanın ilmi sadece Kur'an-ı kerim değildir. Çünkü "denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa Allah (c.c.)'ın ilmini yazmakla bitiremez denmektedir. Kur'an-ı Kerim birkaç şişe mürekkeple yazıp bitirilebilir. O halde Hakk'ın ilmini sadece Kur'an ile sınırlandırmak doğru değildir. Musa (a.s.) azim Peygamber iken Hızır (a.s.)'ın yaptığı işlerin hikmetine vakıf olamamıştır. Bu hadise Hz. Musa için eksiklik veya Hızır (a.s.) için üstünlük şeklinde telakki edilmemelidir. Cenab-ı Hakk (c.c.) insanları uyarmak, bilgilendirmek amacıyla sürekli Peygamberler göndermiştir. Peygamber kimdir? İnsan cinsinden bir varlıktır. Ancak özel olarak yetiştirilmiştir. Peygamber makamına varis olan veliler ve Şeyh Efendiler de özel olarak hazırlanmış insanlardır. Bu noktada şu kelam-ı kibar söylenebilir: "Muhammed (s.a.v.) de bir beşerdir. Ama diğer beşerler gibi değil. Belki O, taşlar arasında yakut (elmas) taşı gibidir." Değerli olan (elmas-yakut vs.) gibi maddelere de "taş" derler. Değersiz olan çakıllara vs. de "taş" tabir ederler. Söylenişte ikisini de aynı kelimede ifade ederler ama kıymette hiç aynı olur mu? Olmaz.
Hz. Mevlâna "Allah adamı" diye tabir edeceğimiz mürşidi- şeyhi kâmil insanı anlatırken, insanların yanılgıya düşmemeleri için örnekler verir. "Şîr" Arapça'da iki manaya gelir. Aslan ve Süt. Yazıda aynı olan bu iki şey manada aynı mıdır? Değil. Aynı çiçekten beslenen iki cins arı aynı gıdayı alırlar ama biri bu gıdayı bal haline getirir diğeri ise zehir. Aynı bataklıktan beslenen iki cins kamış, büyüyünce birisi şeker kamışı olur diğerinin içi boş kalır. * Bu nedenle veliler ile diğer insanlar aynı değildir. Aynı gören göz şaşıdır. Gerçeği göremez. Peki mademki Allah adamları farklıdır, niçin insan cinsinden gelmiştir? Sorusunu cahiliye arapları da sormuştur. Cenab-ı Peygamber için "Bunun yerine bir melek gönderilseydi ya" demişlerdir. Buna cevap olarak çeşitli şeyler söylenebilir. Ancak her cins ancak kendi cinsiyle ülfet eder. Hz. Ali (r.a.) zamanında bir kadın koşarak huzura gelir ve feryat eder. "gitti ciğer parem ey Emir, gitti" der. Ağlayan kadını susturup ne olduğunu sorarlar. Kadın, Hz. Ali (r.a)'a emekleme çağındaki çocuğunun bir evin çatısına çıktığını ve çatının ucuna kadar gittiğini, ve çağırmalarına rağmen gelmediğini söyleyince, Hz. Ali (r.a) o evin bulunduğu yere gelir ve durumu görür. Hz. Emir aynı yaşta başka bir çocuğu alır evin üzerine çıkarır. Çatı ucundaki çocuk, kendisiyle aynı yaştaki çocuğu görünce hemen emekleyerek onun yanına gelir ve çocuğu kurtarırlar. Bu hikayeden maksat, insan ancak kendi cinsiyle mutlu olur. Bu nedenle Yüce yaratanımız bize lütfetmiş ve merhameten Peygamberini insan cinsinden göndermiştir. İnsan ancak kendi cinsini dinler.
İnsanlar velileri kendi nefisleri ile kıyas ettikleri için yoldan çıkmışlardır. Bu sebeple, Allah'ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi. Allah yerin ve göğün nurudur. Ay ve yıldızlar ışığını güneşten alırlar. Onlar müstakilen ışık kaynağı değildirler. Ancak güneşin yansımasıdırlar. İşte ancak Peygamberler Hakk'ın nurunu yansıtma kabiliyetine sahiptir. Peygamber (s.a.v)'den bu ışığı (Nur'u) ancak veliler alabilir. İnsanlar da bu Nur'u velilerden alabilir. Kalbinde ışık sahibi olan insan ancak hakikati görebilir. Bunun için ayet, insanlara değil de iman etmiş olanlara hitap etmektedir. "Ey, İman edenler, salihlerle beraber olunuz" "salih" kimdir? Hz. Mevlana Efendimizin bahsettiği "Ney" gibi olan mürşittir. Mürşidin bedeni Hakk nurunun lambasının konulduğu yer (mişkattir) Bu bedende bulunan kalpte Hakk'ın nuru ışıldar.
Kâmil insanın varlık nedeni nedir?
Çeşitli yönlerden izah etmek gerekirse:
1-) İnsanın ve alemin yaratılması ile alakalı olan bir hadis-i kutsîdir. "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, insanları seyredilmeyi istedim alemleri yarattım." Cenab-ı Hakk en güzel varlıktır. Dünyadaki güzellikler onun güzelliğinin zerre ile ifade edilemeyecek bir yansımasıdır. Güzel olanlar güzelliğini aynadan seyretmekten haz duyarlar ve "güzel" olduğunun yüzlerine ifade edilmesinden hoşlanırlar. Bu iki duygudan daha fazla zevk veren duygu yoktur. Bu nedenle yaratıcımız güzelliğinin bilinmesini farkedilmesini ve övülmesini istemektedir.
İşte yaratıcıyı hakiki manada bilen, onu layıkıyla övebilecek olan, kâmil insandır.
2-) Cenab-ı Hakk, en güzel ahlakların sahibidir. Bir usta sanatının devamını ister. Veya bir baba evladının da kendi gibi güzel huylu, kaabiliyetli olmasını ister. Yani kendinde var olanı evladında veya yetiştirdiklerinde gördüğü vakit, bundan sevinç duyar. Yaratıcımız bu duyguyu da istemiştir. Yarattığı eserinde, (insanda) sahip olduğu güzel ahlakın izlerini görmek ister. İşte kâmil insan, Allah (c.c.) ahlakını en fazla taşıyan insandır.
Kâmil insanın iki yüzü vardır. Allah'a dönmüş olan yüzü ile insanlara dönmüş olan yüzü. Diğer bir tabirle Hakk ile ve halk ile münasebetleri vardır.
"Sağ elimi kaldırdım
Sol elimi daldırdım
Dilim kalbe indirdim
Döndüm mevlana gibi"
Dizlerde olduğu gibi, kâmil insan bir elini Hakk'a kaldırır ve yaratıcıdan ister, Hakk'ın kendisine lütfettiği feyzi, bereket, ışık v.s. diğer eli ile halka dağıtır. Kâmil insan mum gibidir. Etrafı aydınlatırken kendini bitirir.
3-) Kâmil insan, insandaki manevi hastalıkları gideren bir tabibdir. Manevi hastalıklar kalbîdir. (Hırs, şöhret, şehvet, hased, kin, garaz, hiddet, cimrilik v.s.) gibi menfi duygular gerçekte beden şehrimize hakim olabilecek duygulardır. Bu hastalıklar kalbimzide olduğu müddetçe bizim hakikati görmemiz mümkün değildir. Perde olan bu engellerin, yakılması veya yırtılması gerekir. Bu noktada kâmil insan yardıma yetişir. Hakk'ın kendisine verdiği manevi imkanla (sohbet, nazar, gönlüne girme, v.s.) bu hastalıklar tedavi edilir. "Nefs-i emmareyi" de pîr'in mürşidin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. Ey Hakk talibi; o nefsi öldürenin eteğini sıkı tut. Mürşidin eteğini sıkı tutmak, ondan ayrılmamak, Allah'ın sana manevi bir lûtfu, bir yardımıdır. Sana ne güç, ne kuvvet gelirse onun çekişinden gelir. Kendine velilerin kalbinde yer edin ki; sırları belirtmek için onlar sana Utarit yıldızı gibi gönül defterini açsınlar.
4-) Nerede manen çıplak bir yoksul görürsen bil ki; o zavallı kâmil insandan kaçmış, ondan uzak düşmüştür. Şunu iyi bil ki; bu kirli dünyada iken kim kendisine yol gösterecek kâmil insandan kaçarsa o; devletten, mutluluktan kaçmış demektir. Meşhur bir alim, düzenlenecek bir sempozyuma konuşmacı olarak çağrılır. Bastırılan davet evrakında sempozyuma katılacak konuşmacıların listesine bakar ki; kendi ismi listenin en sonuna yazılmış. Feryadı basar: "Ben en sona yazılacak adam mıyım ?"
Bu davranışı nasıl izah edelim ? Eğer "âlimlik" bilgi yüklenmesi ise Kur'an'da belirtilen "kitap yüklü merkepler" tarifine uygun gelir. Öğrendiği dinî ilimlerin hiç biri kendi nefsini alçaltma duygusunu verememiş bir adam "âdem" olabilme yolunda değildir. Belki bu sohbetten önce "şeriat nedir, Kur'an nedir, Hakk'ı bilme ve bulma noktasında nereye kadar gelebilirler ?" konuları konuşulsa olay biraz daha netleşirdi. Malum; gıda çocuğun gelişmesine göre verilir. Süt çocuğu süt içer, emekleme çağındaki mama yer ve sonra büyüklerin gıdasına geçilir. Yetişkinin gıdası süt çocuğuna yedirilirse çocuk zarar görür. Eksiklikler bize ait olmak üzere söz hem az hem öz olmak gerektir vesselam.
*Bu yer yediği posa olarak kendisinden ayrılır. Öbürü yer, yedikleri bütün ilahî nûr olur. Başka birisi yer, yediği şeyler cimrilik, çekemezlik huylarını meydana getirir. Başka birisi yer, yediklerinden Hakk'ın, hakikatin nûru husûle gelir. İmanlı kişi feyizli, ekime müsait tertemiz bir tarlaya benzer. İmansız ise, çorak hiçbir şey bitirmeyen kötü bir arazidir. İmanlı melek gibi masumdur. İmansız ise, şeytan ve canavar misalidir. Acı suyun da, tatlı suyun da berraklığı, duruluğu aynıdır. Şunu iyi bil ki, tatlı suyu acı sudan ayırt edecek kişi ancak zavk sahibi olan, onu tadabilen kişidir.
Şemsettin KESER
Tasavvuf hareketi, İslam tarihi boyunca, tarihin cereyan ettiği geniş coğrafyada derin izler bırakmıştır. Tasavvuf hareketinin; bugün yaşanan şekliyle İslamî hayatın biçimlenmesindeki etkileyici gücünün gözden kaçırılmaması icabeder.
Tasavvuf hareketinin menşei, tanımı, muhtevası ve mevzusu İslam alimlerinin olduğu kadar batılı islamiyatcıların da haklı ilgilerine mazhar olmuştur. Yapılan araştırmalar, art niyet ve önyargı zaafı taşımayan bütün çalışmalar bizi şu gerçeğe ulaştırır: Tasavvuf; temel islamî esaslara bağlıdır. Kur'an ve sünnet çizgisine sadıktır. Dayanağı; Allah Rasulü ve onun güzide ashabının zahidane yaşayışında bulunmaktadır.
İslam tasavvufunu Hint mistisizmine, Hıristiyan ruhbanlığına, yeni Eflatunculuğa dayandıran, köklerinin İslam dışı olduğunu iddia eden görüşler yüzeysel ve keyfî yaklaşımlardır. Hiçbir haklı delil ve dayanakları yoktur.
İslam bünyesinde; "Rasulullah devrinde böyle bir şeye rastlanmamıştır, sûfilik sonradan ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bidattir." Şeklindeki görüşler ise sakat bir mantık yürütmeden ibarettir. Bu sakat mantık, tefsir, hadis, kelam gibi temel islamî ilimlerin de aynı şekilde bidat sayılması gerekeceği çelişkisini getirecektir. İslami ilimler hicri II. Asırdan itibaren usul ve esaslarıyla şekillenmiştir. İslam tasavvufu da, sosyal hayatla ilgili bir gelişmedir. Zahidane yaşayışın zaman içinde gelişen yeni durumların kazandırdığı ivme ve buna bağlı olarak yeni bir karakter kazanmasından ibaret bir gelişmedir.
İslam tasavvufun doğru anlaşılabilmesi, varılacak yargıların sıhhatli olabilmesi, onun ilk tezahürü olan zahidlik ve züht telakkisinin mahiyetinin bilinmesine bağlıdır. O halde "zühd" nedir ? Züht; lügat manasıyla, bir şeyi küçümsemeyi, günah saymayı veya azlığından dolayı terk etmeyi , ondan yüz çevirmeyi ifade eder. Bu terk etmede veya yüz çevirmede dinî bir hüviyet vardır. Çünkü "zühd" "rağbet" kelimesinin aksine yalnız dinî manada kullanılır. Bir ıstılah olarak bu kelimeyle, dinî gayeler gözeterek dünyanın geçici zevklerine ehemmiyet vermemeyi, nefsin dünyevî isteklerine gem vurarak kesif bir ibadet hayatı yaşamayı kast ediyoruz.
Kur'an-ı Kerim'in dünya hayatı ile ilgili sarih beyanları zühd telakkisinin en sağlam temelidir. "Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır" (Enam-32, Ankebut-64, Muhammed-36) "Dünya hayatı ancak aranızda bir övünme, daha çok mal ve çocuk sahibi olma davasından ibarettir." (Hadid-20) "Dünyadaki hayat, ahiret hayatı yanında pek az bir geçimlikten ibarettir."( Rad-26) "hem de aldatır" (Ali İmran- 185) "ve ahirete göre pek az bir geçimlik" (Tevbe-38, Nisa-77) "Buna rağmen insanoğlu bu dünya hayatının geçici menfaatine göz dikmektedir."(Nisa-94, Enfal-67) "Halbuki Allah kulları hakkında ahiret hayatını dilemektedir."(Enfal-67) Bütün bunların yanında, Allah'ı zikre, O'na ibadete, O'nun yolunda mücahedeye, namaza, zekata, oruca, takvaya, ihlasa teşvik eden ayetleri düşünürsekKur'an'ın öngördüğü hayat tarzını anlayabiliriz. Bu ideal zühd hayatıdır. Yani Allah'a kul olma dışında bütün kötülüklerden kurtulma çabası. Nefsani arzuların, makam ve mevki hırsının, kısaca bütün dünyevî putların tasallutundan ruhu arındırma ve koruma gayreti. Bu dünyaya ve ona ait şeylere tamamen sırt çevirme manasına gelmez. "insan dünyadaki payını da unutmamalıdır." (Kasas-77)
Rasulullah'ın hadislerinde zühd telakkisinin hem en açık numuneleri hem de sarih teşvikkar beyanlarını buluruz. Buyuruyorlar ki : "Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet et ve kendini ölüler içinde say"(Feyz'ul-Kadir" "Yarım hurma ile de olsa ateşten korunmaya bak"(Buharî, Müslim-zekat) "Dünyada sanki garip bir yolcu gibi ol" (Tirmizi-Zühd, İbn-i Mace-Zühd) "Mal mülk edinmeyin, sonra dünyaya meyl edersiniz" (Tirmizi-Züdh) Resulullah'ın hayatı, tasavvufun en temel esaslarından biri olan dünyada ona kıymet vermeyip geçmek anlayışının apaçık bir delilidir. Resulullah'ın, "mal sevgisinden dolayı pek katı" (Adiyat-8) "çok cimri" (İsra-100) olan insanı dünyanın ve onun cazibesinin esaretinden kurtarıp Allah'ın kulluğuna tevcih ederken manastırlarda yaşanan ruhbanlık hayatını önermiyordu. Zaten Kur'an ruhbanlığı apaçık takbih etmişken (Hadid-27) bu O'ndan beklenemezdi. Buyuruyorlar ki; "İnsanlarla haşır neşir olup ezalarına katlanan Müslüman, insanlar arasına karışmayan münzevi Müslüman'dan daha hayırlıdır." (Tirmizi-Kıyame) Ashab-ı Kiram'ın hayatında pek vazıh bir şekilde izlerini bulacağımız zühd anlayışının calib-i dikkat numuneleri olarak Osman b. Afvan ve Abdurrahman b. Avf'in olanca zenginliklerine rağmen gerektiğinde mallarının tamamını Allah yolunda infak etmelerini zikredebiliriz. İslam tasavvufu ve zahidane hayatın hakikati; rahiplik, keşişlik, sürekli inziva, fakirlik edebiyatı değildir. Hayatın içindedir ve hayata malik bir telakkidir. Tasavvuf erbabının veciz ifadesiyle; "halvet der encümen" Halk içinde ama ona akarsuya kapılmaktan kaçarcasına yalnız. İslam tasavvufu Hicri III. Asra kadar zühd esasına dayalı temel karakteriyle devam etmiştir. Sonraki dönemlerde sûfilerin hakimane söyleyişleri, farklı "varlık görüşleri" ile daha sistematik hale gelmiştir. Özellikle birbirinden farklı gibi görülen bu varlık görüşleri konusunda çokça eleştiriye konu edilmiştir. Bu tartışmalar; günümüz itibariyle artık sadece tarihi bir malzeme değeri taşımaktadır. Bu tartışmaların gelişme seyri ve gelip dayandığı en son nokta şudur: Sûfilerin bu farklı varlık telakkileri bilgi midir? Onlar bu bilgileri nereden ve nasıl almışlardır? Bu bilgiler diğer İslamî ilimlerin değerler manzumesiyle nasıl uzlaştırabilir? En nihayet sûfiler bu farklı söyleyişlerini genel İslamî (zahirî) ilimlerin açıklamalarının yerine ikame etmekte midirler ?
Sûfiler ve tasavvufun, yaşayışları, ibadete düşkünlükleri, toplum hayatının İslamî değerlerle bezenmesinde ki müessir tavırları, İslam dininin çok geniş coğrafyalara taşınmasındaki gayretleri göz önünde tutulmadan doğru anlaşılamaz. Ayrıca ilk dönem temsilcilerinden, Hasan Basrî, Alkame b. Kay, Abdullah b. Mübarek, Ahmed b. Hanbel gibi zahid ve sûfîlerin devirlerinin en önemli bilginleri oldukları mutlaka göz önünde bulundurulması icabeder. Daha sonraki dönem sûfilerinin en meşhurlarından, Cüneyd-i Bağdadî, İmam Gazzalî, İbn-i Arabî'ninde tefsir, hadis, fıkıhda ehl-i ilim oluşları nazar-ı dikkate alınmadan yapılacak tartışmalar doğru bir zemine oturmuş olmaz. Tasavvufu, sadece vahdet-i vücud tartışmasının içine sıkıştırmak da onun bu güne taşıdığı islamî hayatın renklerine düşmanlıktır.
Hz.Mevlana Hakkında Makaleler
Hazret-i Pîr'in kıyamete kadar değeri düşmeyecek eseri Mesnevi-i Şerif'i "Dinle Neyden" diye başlar. "Ney'"den murad kâmil insandır. Kâmil insan her yönüyle örnek insan demektir. Hak yolunda yürüyen insanları dört kısma ayırırlar. Birinci kısım; mahcub (perdeli) insanlardır ki bunlar yaratıcının zatını bilemezler. Sıfatlarının zuhuru olan eserlere bakarak Allah (c. c.) hakkında bilgi edinebilirler. İkinci kısım insanlar "arif" tabir edilen insanlardır. Bunlar sıfatı zatıyla kaim ve zatı, sıfatı ile zahir müşahede ederler. Üçüncü kısım insanlar "müstağrak" denilen insanlardır. Bunlar Allah'ın sıfatlarını da, eserlerini de görmezler. Birlik makamında mahvü müstağraktır. Dördüncü kısım insanlar "Kâmil insanlar" dır. Sıfatları zatı ile ve zatı sıfatları ile görürler.
Ney (Kâmil insan-Veliler-Şeyh) dinin özüdür. Bunlar Peygamber varisleri olup, dinimizle alakalı hakikatleri bu insanların dükkanlarında bulabiliriz. Peygamberlik (Nübüvvet) Efendimiz (s.a.v.) ile sona erdi ve dinî kurallar (şeriat) en mükemmel surette kitap halinde belirlendi. Hak tealanın ilmi sadece Kur'an-ı kerim değildir. Çünkü "denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa Allah (c.c.)'ın ilmini yazmakla bitiremez denmektedir. Kur'an-ı Kerim birkaç şişe mürekkeple yazıp bitirilebilir. O halde Hakk'ın ilmini sadece Kur'an ile sınırlandırmak doğru değildir. Musa (a.s.) azim Peygamber iken Hızır (a.s.)'ın yaptığı işlerin hikmetine vakıf olamamıştır. Bu hadise Hz. Musa için eksiklik veya Hızır (a.s.) için üstünlük şeklinde telakki edilmemelidir. Cenab-ı Hakk (c.c.) insanları uyarmak, bilgilendirmek amacıyla sürekli Peygamberler göndermiştir. Peygamber kimdir? İnsan cinsinden bir varlıktır. Ancak özel olarak yetiştirilmiştir. Peygamber makamına varis olan veliler ve Şeyh Efendiler de özel olarak hazırlanmış insanlardır. Bu noktada şu kelam-ı kibar söylenebilir: "Muhammed (s.a.v.) de bir beşerdir. Ama diğer beşerler gibi değil. Belki O, taşlar arasında yakut (elmas) taşı gibidir." Değerli olan (elmas-yakut vs.) gibi maddelere de "taş" derler. Değersiz olan çakıllara vs. de "taş" tabir ederler. Söylenişte ikisini de aynı kelimede ifade ederler ama kıymette hiç aynı olur mu? Olmaz.
Hz. Mevlâna "Allah adamı" diye tabir edeceğimiz mürşidi- şeyhi kâmil insanı anlatırken, insanların yanılgıya düşmemeleri için örnekler verir. "Şîr" Arapça'da iki manaya gelir. Aslan ve Süt. Yazıda aynı olan bu iki şey manada aynı mıdır? Değil. Aynı çiçekten beslenen iki cins arı aynı gıdayı alırlar ama biri bu gıdayı bal haline getirir diğeri ise zehir. Aynı bataklıktan beslenen iki cins kamış, büyüyünce birisi şeker kamışı olur diğerinin içi boş kalır. * Bu nedenle veliler ile diğer insanlar aynı değildir. Aynı gören göz şaşıdır. Gerçeği göremez. Peki mademki Allah adamları farklıdır, niçin insan cinsinden gelmiştir? Sorusunu cahiliye arapları da sormuştur. Cenab-ı Peygamber için "Bunun yerine bir melek gönderilseydi ya" demişlerdir. Buna cevap olarak çeşitli şeyler söylenebilir. Ancak her cins ancak kendi cinsiyle ülfet eder. Hz. Ali (r.a.) zamanında bir kadın koşarak huzura gelir ve feryat eder. "gitti ciğer parem ey Emir, gitti" der. Ağlayan kadını susturup ne olduğunu sorarlar. Kadın, Hz. Ali (r.a)'a emekleme çağındaki çocuğunun bir evin çatısına çıktığını ve çatının ucuna kadar gittiğini, ve çağırmalarına rağmen gelmediğini söyleyince, Hz. Ali (r.a) o evin bulunduğu yere gelir ve durumu görür. Hz. Emir aynı yaşta başka bir çocuğu alır evin üzerine çıkarır. Çatı ucundaki çocuk, kendisiyle aynı yaştaki çocuğu görünce hemen emekleyerek onun yanına gelir ve çocuğu kurtarırlar. Bu hikayeden maksat, insan ancak kendi cinsiyle mutlu olur. Bu nedenle Yüce yaratanımız bize lütfetmiş ve merhameten Peygamberini insan cinsinden göndermiştir. İnsan ancak kendi cinsini dinler.
İnsanlar velileri kendi nefisleri ile kıyas ettikleri için yoldan çıkmışlardır. Bu sebeple, Allah'ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi. Allah yerin ve göğün nurudur. Ay ve yıldızlar ışığını güneşten alırlar. Onlar müstakilen ışık kaynağı değildirler. Ancak güneşin yansımasıdırlar. İşte ancak Peygamberler Hakk'ın nurunu yansıtma kabiliyetine sahiptir. Peygamber (s.a.v)'den bu ışığı (Nur'u) ancak veliler alabilir. İnsanlar da bu Nur'u velilerden alabilir. Kalbinde ışık sahibi olan insan ancak hakikati görebilir. Bunun için ayet, insanlara değil de iman etmiş olanlara hitap etmektedir. "Ey, İman edenler, salihlerle beraber olunuz" "salih" kimdir? Hz. Mevlana Efendimizin bahsettiği "Ney" gibi olan mürşittir. Mürşidin bedeni Hakk nurunun lambasının konulduğu yer (mişkattir) Bu bedende bulunan kalpte Hakk'ın nuru ışıldar.
Kâmil insanın varlık nedeni nedir?
Çeşitli yönlerden izah etmek gerekirse:
1-) İnsanın ve alemin yaratılması ile alakalı olan bir hadis-i kutsîdir. "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, insanları seyredilmeyi istedim alemleri yarattım." Cenab-ı Hakk en güzel varlıktır. Dünyadaki güzellikler onun güzelliğinin zerre ile ifade edilemeyecek bir yansımasıdır. Güzel olanlar güzelliğini aynadan seyretmekten haz duyarlar ve "güzel" olduğunun yüzlerine ifade edilmesinden hoşlanırlar. Bu iki duygudan daha fazla zevk veren duygu yoktur. Bu nedenle yaratıcımız güzelliğinin bilinmesini farkedilmesini ve övülmesini istemektedir.
İşte yaratıcıyı hakiki manada bilen, onu layıkıyla övebilecek olan, kâmil insandır.
2-) Cenab-ı Hakk, en güzel ahlakların sahibidir. Bir usta sanatının devamını ister. Veya bir baba evladının da kendi gibi güzel huylu, kaabiliyetli olmasını ister. Yani kendinde var olanı evladında veya yetiştirdiklerinde gördüğü vakit, bundan sevinç duyar. Yaratıcımız bu duyguyu da istemiştir. Yarattığı eserinde, (insanda) sahip olduğu güzel ahlakın izlerini görmek ister. İşte kâmil insan, Allah (c.c.) ahlakını en fazla taşıyan insandır.
Kâmil insanın iki yüzü vardır. Allah'a dönmüş olan yüzü ile insanlara dönmüş olan yüzü. Diğer bir tabirle Hakk ile ve halk ile münasebetleri vardır.
"Sağ elimi kaldırdım
Sol elimi daldırdım
Dilim kalbe indirdim
Döndüm mevlana gibi"
Dizlerde olduğu gibi, kâmil insan bir elini Hakk'a kaldırır ve yaratıcıdan ister, Hakk'ın kendisine lütfettiği feyzi, bereket, ışık v.s. diğer eli ile halka dağıtır. Kâmil insan mum gibidir. Etrafı aydınlatırken kendini bitirir.
3-) Kâmil insan, insandaki manevi hastalıkları gideren bir tabibdir. Manevi hastalıklar kalbîdir. (Hırs, şöhret, şehvet, hased, kin, garaz, hiddet, cimrilik v.s.) gibi menfi duygular gerçekte beden şehrimize hakim olabilecek duygulardır. Bu hastalıklar kalbimzide olduğu müddetçe bizim hakikati görmemiz mümkün değildir. Perde olan bu engellerin, yakılması veya yırtılması gerekir. Bu noktada kâmil insan yardıma yetişir. Hakk'ın kendisine verdiği manevi imkanla (sohbet, nazar, gönlüne girme, v.s.) bu hastalıklar tedavi edilir. "Nefs-i emmareyi" de pîr'in mürşidin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. Ey Hakk talibi; o nefsi öldürenin eteğini sıkı tut. Mürşidin eteğini sıkı tutmak, ondan ayrılmamak, Allah'ın sana manevi bir lûtfu, bir yardımıdır. Sana ne güç, ne kuvvet gelirse onun çekişinden gelir. Kendine velilerin kalbinde yer edin ki; sırları belirtmek için onlar sana Utarit yıldızı gibi gönül defterini açsınlar.
4-) Nerede manen çıplak bir yoksul görürsen bil ki; o zavallı kâmil insandan kaçmış, ondan uzak düşmüştür. Şunu iyi bil ki; bu kirli dünyada iken kim kendisine yol gösterecek kâmil insandan kaçarsa o; devletten, mutluluktan kaçmış demektir. Meşhur bir alim, düzenlenecek bir sempozyuma konuşmacı olarak çağrılır. Bastırılan davet evrakında sempozyuma katılacak konuşmacıların listesine bakar ki; kendi ismi listenin en sonuna yazılmış. Feryadı basar: "Ben en sona yazılacak adam mıyım ?"
Bu davranışı nasıl izah edelim ? Eğer "âlimlik" bilgi yüklenmesi ise Kur'an'da belirtilen "kitap yüklü merkepler" tarifine uygun gelir. Öğrendiği dinî ilimlerin hiç biri kendi nefsini alçaltma duygusunu verememiş bir adam "âdem" olabilme yolunda değildir. Belki bu sohbetten önce "şeriat nedir, Kur'an nedir, Hakk'ı bilme ve bulma noktasında nereye kadar gelebilirler ?" konuları konuşulsa olay biraz daha netleşirdi. Malum; gıda çocuğun gelişmesine göre verilir. Süt çocuğu süt içer, emekleme çağındaki mama yer ve sonra büyüklerin gıdasına geçilir. Yetişkinin gıdası süt çocuğuna yedirilirse çocuk zarar görür. Eksiklikler bize ait olmak üzere söz hem az hem öz olmak gerektir vesselam.
*Bu yer yediği posa olarak kendisinden ayrılır. Öbürü yer, yedikleri bütün ilahî nûr olur. Başka birisi yer, yediği şeyler cimrilik, çekemezlik huylarını meydana getirir. Başka birisi yer, yediklerinden Hakk'ın, hakikatin nûru husûle gelir. İmanlı kişi feyizli, ekime müsait tertemiz bir tarlaya benzer. İmansız ise, çorak hiçbir şey bitirmeyen kötü bir arazidir. İmanlı melek gibi masumdur. İmansız ise, şeytan ve canavar misalidir. Acı suyun da, tatlı suyun da berraklığı, duruluğu aynıdır. Şunu iyi bil ki, tatlı suyu acı sudan ayırt edecek kişi ancak zavk sahibi olan, onu tadabilen kişidir.
Şemsettin KESER
Tasavvuf hareketi, İslam tarihi boyunca, tarihin cereyan ettiği geniş coğrafyada derin izler bırakmıştır. Tasavvuf hareketinin; bugün yaşanan şekliyle İslamî hayatın biçimlenmesindeki etkileyici gücünün gözden kaçırılmaması icabeder.
Tasavvuf hareketinin menşei, tanımı, muhtevası ve mevzusu İslam alimlerinin olduğu kadar batılı islamiyatcıların da haklı ilgilerine mazhar olmuştur. Yapılan araştırmalar, art niyet ve önyargı zaafı taşımayan bütün çalışmalar bizi şu gerçeğe ulaştırır: Tasavvuf; temel islamî esaslara bağlıdır. Kur'an ve sünnet çizgisine sadıktır. Dayanağı; Allah Rasulü ve onun güzide ashabının zahidane yaşayışında bulunmaktadır.
İslam tasavvufunu Hint mistisizmine, Hıristiyan ruhbanlığına, yeni Eflatunculuğa dayandıran, köklerinin İslam dışı olduğunu iddia eden görüşler yüzeysel ve keyfî yaklaşımlardır. Hiçbir haklı delil ve dayanakları yoktur.
İslam bünyesinde; "Rasulullah devrinde böyle bir şeye rastlanmamıştır, sûfilik sonradan ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bidattir." Şeklindeki görüşler ise sakat bir mantık yürütmeden ibarettir. Bu sakat mantık, tefsir, hadis, kelam gibi temel islamî ilimlerin de aynı şekilde bidat sayılması gerekeceği çelişkisini getirecektir. İslami ilimler hicri II. Asırdan itibaren usul ve esaslarıyla şekillenmiştir. İslam tasavvufu da, sosyal hayatla ilgili bir gelişmedir. Zahidane yaşayışın zaman içinde gelişen yeni durumların kazandırdığı ivme ve buna bağlı olarak yeni bir karakter kazanmasından ibaret bir gelişmedir.
İslam tasavvufun doğru anlaşılabilmesi, varılacak yargıların sıhhatli olabilmesi, onun ilk tezahürü olan zahidlik ve züht telakkisinin mahiyetinin bilinmesine bağlıdır. O halde "zühd" nedir ? Züht; lügat manasıyla, bir şeyi küçümsemeyi, günah saymayı veya azlığından dolayı terk etmeyi , ondan yüz çevirmeyi ifade eder. Bu terk etmede veya yüz çevirmede dinî bir hüviyet vardır. Çünkü "zühd" "rağbet" kelimesinin aksine yalnız dinî manada kullanılır. Bir ıstılah olarak bu kelimeyle, dinî gayeler gözeterek dünyanın geçici zevklerine ehemmiyet vermemeyi, nefsin dünyevî isteklerine gem vurarak kesif bir ibadet hayatı yaşamayı kast ediyoruz.
Kur'an-ı Kerim'in dünya hayatı ile ilgili sarih beyanları zühd telakkisinin en sağlam temelidir. "Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır" (Enam-32, Ankebut-64, Muhammed-36) "Dünya hayatı ancak aranızda bir övünme, daha çok mal ve çocuk sahibi olma davasından ibarettir." (Hadid-20) "Dünyadaki hayat, ahiret hayatı yanında pek az bir geçimlikten ibarettir."( Rad-26) "hem de aldatır" (Ali İmran- 185) "ve ahirete göre pek az bir geçimlik" (Tevbe-38, Nisa-77) "Buna rağmen insanoğlu bu dünya hayatının geçici menfaatine göz dikmektedir."(Nisa-94, Enfal-67) "Halbuki Allah kulları hakkında ahiret hayatını dilemektedir."(Enfal-67) Bütün bunların yanında, Allah'ı zikre, O'na ibadete, O'nun yolunda mücahedeye, namaza, zekata, oruca, takvaya, ihlasa teşvik eden ayetleri düşünürsekKur'an'ın öngördüğü hayat tarzını anlayabiliriz. Bu ideal zühd hayatıdır. Yani Allah'a kul olma dışında bütün kötülüklerden kurtulma çabası. Nefsani arzuların, makam ve mevki hırsının, kısaca bütün dünyevî putların tasallutundan ruhu arındırma ve koruma gayreti. Bu dünyaya ve ona ait şeylere tamamen sırt çevirme manasına gelmez. "insan dünyadaki payını da unutmamalıdır." (Kasas-77)
Rasulullah'ın hadislerinde zühd telakkisinin hem en açık numuneleri hem de sarih teşvikkar beyanlarını buluruz. Buyuruyorlar ki : "Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet et ve kendini ölüler içinde say"(Feyz'ul-Kadir" "Yarım hurma ile de olsa ateşten korunmaya bak"(Buharî, Müslim-zekat) "Dünyada sanki garip bir yolcu gibi ol" (Tirmizi-Zühd, İbn-i Mace-Zühd) "Mal mülk edinmeyin, sonra dünyaya meyl edersiniz" (Tirmizi-Züdh) Resulullah'ın hayatı, tasavvufun en temel esaslarından biri olan dünyada ona kıymet vermeyip geçmek anlayışının apaçık bir delilidir. Resulullah'ın, "mal sevgisinden dolayı pek katı" (Adiyat-8) "çok cimri" (İsra-100) olan insanı dünyanın ve onun cazibesinin esaretinden kurtarıp Allah'ın kulluğuna tevcih ederken manastırlarda yaşanan ruhbanlık hayatını önermiyordu. Zaten Kur'an ruhbanlığı apaçık takbih etmişken (Hadid-27) bu O'ndan beklenemezdi. Buyuruyorlar ki; "İnsanlarla haşır neşir olup ezalarına katlanan Müslüman, insanlar arasına karışmayan münzevi Müslüman'dan daha hayırlıdır." (Tirmizi-Kıyame) Ashab-ı Kiram'ın hayatında pek vazıh bir şekilde izlerini bulacağımız zühd anlayışının calib-i dikkat numuneleri olarak Osman b. Afvan ve Abdurrahman b. Avf'in olanca zenginliklerine rağmen gerektiğinde mallarının tamamını Allah yolunda infak etmelerini zikredebiliriz. İslam tasavvufu ve zahidane hayatın hakikati; rahiplik, keşişlik, sürekli inziva, fakirlik edebiyatı değildir. Hayatın içindedir ve hayata malik bir telakkidir. Tasavvuf erbabının veciz ifadesiyle; "halvet der encümen" Halk içinde ama ona akarsuya kapılmaktan kaçarcasına yalnız. İslam tasavvufu Hicri III. Asra kadar zühd esasına dayalı temel karakteriyle devam etmiştir. Sonraki dönemlerde sûfilerin hakimane söyleyişleri, farklı "varlık görüşleri" ile daha sistematik hale gelmiştir. Özellikle birbirinden farklı gibi görülen bu varlık görüşleri konusunda çokça eleştiriye konu edilmiştir. Bu tartışmalar; günümüz itibariyle artık sadece tarihi bir malzeme değeri taşımaktadır. Bu tartışmaların gelişme seyri ve gelip dayandığı en son nokta şudur: Sûfilerin bu farklı varlık telakkileri bilgi midir? Onlar bu bilgileri nereden ve nasıl almışlardır? Bu bilgiler diğer İslamî ilimlerin değerler manzumesiyle nasıl uzlaştırabilir? En nihayet sûfiler bu farklı söyleyişlerini genel İslamî (zahirî) ilimlerin açıklamalarının yerine ikame etmekte midirler ?
Sûfiler ve tasavvufun, yaşayışları, ibadete düşkünlükleri, toplum hayatının İslamî değerlerle bezenmesinde ki müessir tavırları, İslam dininin çok geniş coğrafyalara taşınmasındaki gayretleri göz önünde tutulmadan doğru anlaşılamaz. Ayrıca ilk dönem temsilcilerinden, Hasan Basrî, Alkame b. Kay, Abdullah b. Mübarek, Ahmed b. Hanbel gibi zahid ve sûfîlerin devirlerinin en önemli bilginleri oldukları mutlaka göz önünde bulundurulması icabeder. Daha sonraki dönem sûfilerinin en meşhurlarından, Cüneyd-i Bağdadî, İmam Gazzalî, İbn-i Arabî'ninde tefsir, hadis, fıkıhda ehl-i ilim oluşları nazar-ı dikkate alınmadan yapılacak tartışmalar doğru bir zemine oturmuş olmaz. Tasavvufu, sadece vahdet-i vücud tartışmasının içine sıkıştırmak da onun bu güne taşıdığı islamî hayatın renklerine düşmanlıktır.