Ertuğrul Fırkateyni Faciası: 19 Eylül 1890

*MeleK*

♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Ertuğrul Fırkateyni Faciası: 19 Eylül 1890
ertuğrul fırkateyni faciası ertuğrul fırkateyni olayı
Dün, Türk Denizcilik tarihinin önemli facialarından biri olan ve 1890 Yılında meydana gelen Ertuğrul Faciasının yıldönümüydü. Ertuğrul fırkateyni Japonya’nın Oshima adasındaki Kashinozaki deniz fenerinin açıklarında, 19 eylül 1890 sabaha karşı, kayalıklara çarparak parçalandı. Yaklaşık 500 sb/astsb ve er şehit oldu.

Cuma gecesi de CNN Türk’te konu hakkında çok kapsamlı ve güzel bir belgeselin ilk bölümü yayınlandı. Aşağıda bu faciayı anlatan bir yazı bulacaksınız:


ERTUĞRUL ve OSMAN isimlerinin, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda ne kadar önemli rolü olduğu bilinir. İmparatorluğun çöküşünde de yine aynı isimler büyük rol oynamışlardır. 1887 yılında, Japon İmparatoru Meiji'nin yeğeni Prens Akihito Komatsu, bir Avrupa gezisi dönüsünde İstanbul’da II. Abdülhamit'i ziyaret eder. Japonya, Shogun döneminde yaklaşık 300 sene dünyaya kapalı kaldıktan sonra, İmparator Meiji ile dünyaya açılmaya başlamış, gözünü açar açmaz karşısında bulduğu ABD, İngiltere, Çin ve Rusya dışındaki ülkeleri de tanımak istemektedir. (seyretmedim ama, The Last Samurai filminin o dönemi iyi yansıttığı söyleniyor.)
II. Abdülhamit, bu ziyarete karşılık vermek istemektedir. O dönemde hızla güçlenen Japonya ile iyi ilişkiler kurulması, iki İmparatorluğun da ortak tehdidi Rusya'ya iyi bir gözdağı verecektir. Nitekim Japonya, birkaç sene sonra bir deniz savaşında Rus donanmasını perişan etmiş, bu zafer 50 yıl sürecek Asya'daki Japon emperyalizminin (ve vahşetinin) tırmandırıcısı olmuştur.
Ancak, bu ziyaretin ikinci bir gündem maddesi daha vardır. Daha önceleri Rusya’ya karşı bir müttefik sayılabilecek İngiltere, birkaç yıl önce Mısır’ı işgal etmiş, Arapları da Osmanlıya karşı kışkırtmaya başlamıştır. Hilafeti Osmanlı’nın zorla Araplardan aldığını ve Müslüman dünyasının Osmanlı hilafetini kabul etmemesi gerektiğini öne sürmektedir.
Garp cephesinde kaybetmesi kesin görünen Osmanlı için Abdülhamit’in kafasında bir çıkış planı vardır; Asya'da kök salan İngiliz İmparatorluğu'nun idaresi altındaki Müslüman toplumlarında bir nabız yoklamak, İslam dünyasının sadece Araplardan ibaret olmadığını, Asya'daki Müslümanların da İngiliz sömürgesindense, Osmanlı hilafetini benimseyebileceğini göstermek. Bu amaç için, Japonya'ya bir "iade-i ziyaret" heyeti göndermek çok iyi bir fikirdir. Japonya ile ilişkiler kuvvetlendirilirken, geminin yolda ikmal için uğrayacağı Müslüman limanlardaki atmosfer, İmparatorluğun geleceği için önemli bir gösterge olacaktır.
Sıra, geminin ve heyetin seçimine gelmiştir. İlk akla gelen seçenekler, yeni yapılmış, modern ve zırhlı gemilerdir. Ancak, sadece kömürle yol alacak böyle bir geminin Japonya yolculuğu çok masraflı olacaktır ve Hazinede kuruş para olmadığı gibi, tasarruf tedbirleri uygulanmaktadır.
Osmanlı, o dönemde Dolmabahçe Sarayını yaptırabilirken, İmparatorluğun belki de tek kurtuluş şansı olan bir misyon için parayı kısmaktadır. Bu görev için, 30 yıllık, sadece iç denizlerde yüzebilecek, hem kömür hem de yelken donanımı olan ERTUĞRUL Fırkateyni seçilir. Bir iddia da, %100 yerli yapımı olduğu için bu geminin seçildiğidir; ancak geminin okyanuslar aşmaya mecali olmadığı alenen bellidir.
Nitekim, geminin baş çarkçısı, Ertuğrul’un makine ve kazan donanımının böyle bir seyahati kaldıramayacağını rapor etmiştir. Rapora sinirlenen Bahriye nazırı, çarkçıbaşıya "haritada kendine bir yer beğen" bile diyememiştir, çünkü harita her gün değişmekte ve küçülmektedir. Ama vatandaş, bu görevinden alınıp adalara işleyen bir yandan çarklı vapura çarkçıbaşı atanmıştır. Nazır ise, geminin komutanlığına ve Abdülhamit’i temsil edecek heyetin başkanlığına kendi damadı Albay Osman Bey'i atayarak, gemiye güvenini göstermiştir. Gemi kaptanlığına da Hint Okyanusu tecrübesi olan Süvari Ali Bey getirilmiştir.
Gemiye, İmparator Meiji'ye sunulacak hediyeler ile birlikte, o dönem Bahriye Mektebi'nin (Deniz Harp Okulu) en iyi mezunları da bindirilmiş, böylece uzun seyir tecrübesi kazanmaları amaçlanmıştır. Gemiye çoğu marangoz ustası yaklaşık 500 tayfa verilmiş, yol boyunca çürümesi beklenen tahtaları değiştirerek, yamayarak gemiyi desteklemeleri istenmiştir.
Gemi, bu şekilde 1889 Temmuz'unda yola çıkmıştır. Gemiye çok az bir kömür tahsisatı verilmiş, sadece limanlara girip çıkarken görüntüyü kurtarmak için buhar kullanılması, açık denizde yelken açılması emredilmiştir. Gemi bu şekilde birkaç küçük kaza ile Süveyş kanalını geçmiş, Aden'de bir mola verdikten sonra Bombay'a doğru yelken açmıştır.
Geminin yolculuğunu en dikkatle takip edenler ise, tek amacın Japon İmparatoru'na hediyeler vermek olmadığını bilen İngilizlerdir. Ancak, usta denizci İngilizlerin bir bakıma gönlü ferahtır, çünkü Ertuğrul’un batacağından yana kuşkuları yoktur. İngiliz denizcileri arasında açılan bahisler, geminin en fazla hangi limana kadar dayanabileceği üzerinedir; bazıları ise, geminin Japonya'ya varabileceğini, ancak dönüşü tamamlayamayacağını iddia etmektedir.
Ertuğrul, 1889 Ekiminde İngiliz sömürgesi altında, ancak nüfusunun yarısı Müslüman olan Bombay'a ulaşır. Ertuğrul'un Hindistan'a geleceği, Müslüman toplum arasında bir efsane gibi yayılmıştır ve Lahor'dan, Delhi'den, Haydarabad'dan on binlerce Müslüman Bombay'a akın eder. Gemi limanda ziyarete açılır ve bir hafta içinde 150,000 kişi gemiyi ziyaret eder ki, aralarında Müslüman olmayan, ama İngilizlerden illallah etmiş mihraceler de vardır.
Gemi yoluna devam edip Kasımda Seylan’ın başkenti Kolombo'ya ulaşır. Yolda çeşitli yerlerinden su almaya başlasa da, ziftli bezler ve kalaslarla durum idare edilir. Gemi, bir cuma sabahı Kolombo'ya varır ve mürettebat cuma namazını kılmak için topluca gemiden inince halkta müthiş bir coşku uyanır. Seylan Genel Valisi, 300.000 nüfusu olan Kolombo'da 200.000 kişinin gemiyi ziyaret etmek istediğini söyler. İzdiham şeklindeki halk ziyaretlerinin gemiyi yıprattığı bilinse de ses çıkarılmaz.
Gemi buradan yola çıkıp Kasım sonlarında yine bir Cuma günü Singapur limanına varır. Singapur'da gemiyi, Osmanlı sancaklarıyla donanmış küçük tekneler halife lehine sloganlar atarak karşılar. Singapur yakınlarındaki ufak Müslüman devletçiklerinden olduğu kadar, Çin Hindinden, Sumatra'dan, Java'dan gelerek toplanan Müslümanlar, cuma namazını halifenin memuru olan gemi imamının kıldırmasını isterler. Ertuğrul ve komutanı Osman Bey, umduğunun ötesinde olumlu sinyaller almaya başlamış, Singapur'a gelen bir telgraf ile Osman Bey tuğamiralliğe terfi ettirilmiştir.
Ancak, uzayan seyahat sonucu harcırah tükenmiş, İmparatorluk Galata Bankeri Ohannes efendiye rica minnet, Singapur’a 2000 altın göndertmiştir. (Bu para havale ile mi gitti, EFT ile mi, İnternet bankacılığı mı, zamanın tekniklerini bilen varsa yazsın.) Gemi birçok onarımdan daha geçmiş, güverte tahtaları değişmiş, ite kaka ayakta durmaktadır. Ertuğrul, Nisan başında Saygon'a ulaşmış, burada da Çin Müslümanları tarafından karşılanmıştır. Daha sonra Hong Kong'a giden gemi ve heyet, Çin deniz kuvvetleri yetkilileri ile tanışarak temaslarda bulunmuştur.
Temaslar sırasında, Çinlilerden gemideki fare problemi için yeni teknikler öğrenilmiştir. Kedilerle çözülmeye çalışılan sorun, farelerin girdiği deliklere girememeleri ve uzun süre toprağa ayak basmadıklarında denize atlayıp intihar etmelerinden dolayı sonuçlanmamıştır. Bunun üzerine gemide un ve alçı karışımı, yem olarak kullanılmaya başlanmış. Yanına ufak bir kapta su konulunca, unlu alçıyı yiyen fareyi hararet basıyor, suyu içince de alçı midesinde donup, hayvanı öldürüyor, ölüsünün de kokmasını önlüyormuş, ama fareler bu tuzağı öğrenmişler. Çinliler ise, 5-10 adet güçlü fare yakalıyorlar, bunları hapsedip sadece su veriyorlarmış. 3-5 gün açlığa dayanan fareler birbirlerini yemeye başlıyorlar ve on gün sonra sadece yamyamlığa alışmış 2-3 fare hayatta kalıyormuş. Bu yamyam fareler serbest kalınca hemcinslerini yiyorlar, kaçabilenler denize atlıyormuş.
Fareleri de alt eden Ertuğrul, Hong Kong'dan Nagasaki'ye ulaşmış, yola çıktıktan 11 ay sonra da Yokohama limanına varmış. Limanda gemiyi, Abdülhamit'i ziyaret eden Prens Komatsu'nun temsilcisi karşılamış.
O günlerde halen yabancıların Japonya içinde dolaşması serbest olmadığından, Yokohama'da kendilerine tahsis edilen yere yerleşmişler.
Birkaç gün sonra komutan Osman Bey, kaptan Ali Bey ve üst düzey heyet, İmparatoru ziyaret amacıyla Tokyo'ya götürülmüşler. 12 Haziran için planlanan ziyaret, son anda bir gün sonraya ertelenince, heyet 12 Haziran gününü Tokyo'da üçüncüsü düzenlenen Endüstri Fuarını gezerek geçirmişler.
Sene 1890, o günün Japon gazetelerine göre, İmparatorluk tarafından 500.000 Japon Yeni bütçe ayrılan ve 1,5 hektarlık bir alana kurulan bu Sanayi Fuarındaki tüm standları gezmek 16 Millik bir yürüme gerektirmekteymiş. Nisan başından beri açık olmasına rağmen, fuarın günlük ziyaretçi sayısı 10.000'in altına inmemekteymiş. Gösterişli kıyafetleri, kibar ve saygılı tavırları ve içki içmemeleri (ki, o zamanın Japonyası için çok acayip bir durum) ile ilgi toplayan heyetin fuar ziyareti, zamanın Japon basınında büyük yer almış.
Osman Beyin ertesi günkü saray ziyareti ve resmi temasları da çok başarılı geçmiş ve Osman Bey, İmparator, Prensler ve Savaş Bakanı ile görüşmüş (o zamanlar, ismi harbi harbi savaş bakanı imiş, şimdiki gibi savunma bakanı diye kıvırmıyorlarmış.). Arkasından gelen resmi davetler, yemekler, balolar çok iyi geçmiş ve Japonya'daki Osmanlı heyeti ülkenin ileri gelenlerinin, soylu ailelerin, sosyetenin ilgi odağı olmuş. İlhan Mansız kadar sükse yapan Osmanlı heyeti davet tekliflerine yetişemez bir şekilde, 2-3 haftayı Tokyo'da geçirmişler.
1890 Japonyasında, günümüz Türkiyesinin çok ötesinde bir Sanayi Fuarına şahit olan Osmanlı heyeti, 1 Temmuz 1890 tarihinde ilginç bir gelişmeye daha tanıklık etmişler. Bu tarihte Japonya, İngilizlerin yorumlarına göre, Japonya'daki ilk, Asya kıtasındaki ikinci demokratik seçimleri gerçekleştirmiş. Asya'daki ilk demokratik seçim (veya seçim denemesi) ise, 1876 yılında konuk heyetin ülkesi Osmanlı İmparatorluğunda gerçekleşmiş. Her ne kadar seçilmiş hükümetin yetkileri çok kısıtlı olsa da, Japonya bu seçimi başarı ile atlatmış, hiçbir çöplükten oy pusulaları çıkmamıştır.
Daha sonra Yokohama'ya dönen heyet günlerini İngilizlerin ve diğer yabancıların da bulunduğu Yokohama'da çeşitli sosyal faaliyetler ve Japon donanması yetkilileri ile görüşmelerle geçirmiş. Japonların savaş gemisi ve silahlarındaki teknolojilerine hayran kalan Osman Bey ve Ali Bey, bazı siparişlerde bile bulunmuşlar.
Temmuz ayında, birkaç hafta sonra yaşanacak trajedinin jenerikleri belirmeye başlamış. Tayfalardan birisi koleraya yakalanarak hayatını kaybetmiş; Japonya'da kolera görülmediği için gemi hemen kontrole alınmış ve cesedin yakılması istenmiş. Osman Bey, dinen cesedin yakılamayacağını, gömülmesi gerektiğini, ama denize de defnedebileceklerini söylemiş. Japon yetkililer, cesedin ancak körfez dışında denize atılmasını kabul etmişler. Nitekim, tayfanın cesedi Yokohama körfezinin dışında denize atılmış, ancak olay Japon balıkçılar tarafından öğrenilmiş ve büyük bir infiale sebep olmuş. Osmanlı heyeti lehinde esen olumlu rüzgar birden tersine dönmüş, üstüne üstlük balık fiyatları keskin bir düşüş yaşamış, faizler fırlamış. Yokohama balık piyasasını sarsan kolera vakası, gemide yayılıp 36 kişi daha hastalanınca, gemi uzak bir bölgede karantinaya alınmış, ama salgının önü alınana kadar da 12 denizci şehit olmuş ve cesetleri yakılmış.
Bu arada, kolera salgını yüzünden, Yokosuka'da bulunan tersaneler (bugün ABD Donanmasının üssü) Ertuğrul'un dönmeden önceki tamirat istemini reddetmişler. İş başa düşünce, gemideki marangozlar var güçleriyle tamirata girişmişler ve Eylülde gemi sefere hazır hale gelmiş, hazırdan ne kastedildiği meçhul..
Ancak Eylül, Japonya ve civarında tayfun dönemidir. Osman bey, bu konuda uyarılar aldıysa da, kolera salgınının moral bozukluğu, "harcırah"ın dibini bulmaları ve dönüş yolunda kendilerini bekleyen misyon yüzünden denize açılma kararı almış. Nitekim, açıldıktan iki gün sonra tayfuna yakalanan gemi, Oshima adasındaki Kashinozaki deniz fenerinin açıklarında, 19 eylül 1890 sabaha karşı, kayalıklara çarparak parçalanmıştır.
Kashinozaki deniz fenerindeki Japon balıkçılar, tayfunun gürültüsünden uyumaya çalışırken, kapıları çalınır. Karşılarında bitkin, bıyıklı ve yuvarlak gözlü insanlar durmaktadırlar. Civardaki tüm Japon köyleri seferber olur ve o fırtınada büyük bir arama kurtarma çalışması başlatırlar. Bu dilini bilmedikleri insanlardan sadece 69 tanesini sağ salim kurtarabilirler, Osman Bey ve Ali Bey'in de aralarında bulunduğu 500 küsurunun ise ancak cesetlerini denizden toplayabilirler.
Yaralıların tedavisi ve bakımı için Japon köylülerin gösterdiği çaba göz yaşartıcıdır; fakir balıkçılar, tayfun sezonunda avlanamayacakları için depoladıkları balık ve tavukları kazazedelere verirler. Olay Tokyo'da duyulur duyulmaz da, İmparator Meiji gemilerinden birini hemen olay yerine gönderir, bu gemi hem köye doktor, hemşire ve yiyecek getirir, hem de ceset arama çalışmalarına yardım eder. Sonuçta, 500 küsur Türk denizcisi, Japonya'da yaşanmış en büyük deniz facialarından birinin kurbanı olarak, Kushimoto yakınlarındaki bir şehitlikte yatmaktadır. Japonya'da bile bir şehitliğimiz olabileceği kaçımızın aklına gelirdi?
Büyük bir trajedi, aynı zamanda iki halkın arasındaki dostluğun temelini de atmıştır. İmparator Meiji, kazadan kurtulanları, hediyelerle beraber iki kruvazörünü tahsis ederek İstanbul’a gönderir. Abdülhamit’e de hediyeler getiren bu kruvazörler bir ay İstanbul’da kalır.
Trajediden çok etkilenen bir Japon, Torajiro Yamada, çeşitli gazetelerin de yardım ettiği bir kampanya ile halktan topladığı yardımları İstanbul’da kazazedelerin ailelerine verir. Herhangi bir afette Türkiye’ye ilk yardım eden ülke olan Japonlar, bu adetlerini 100 küsur sene önce başlatmışlar. Kobe'de yaşayan tanıştığım bir Japon, Marmara depremini duyar duymaz o günün sabahı bankaya yardım bağışlamaya gittiğini anlatmıştı, henüz Türk bankalar kampanya başlatmadan..
Bunu kafanıza kakmak için söylemiyorlar, sadece damdan düşenin halinden, en iyi damdan düşenlerin anlayacağını vurguluyorlar.
Yamada, hazır gelmişken 22 sene İstanbul’da kalarak, Japon kültürünü tanıtmaya, iki ülke ilişkilerini geliştirmeye çalışır. Abdülhamit tarafından bazı subaylara Japonca öğretmesi de istenen Yamada, Beyoğlu’nda ilk Japon hediyelik eşya dükkanının da ortaklarından olmuş; ancak sosyeteyi sushiye alıştıran Yamada mıdır, o konuda bilgi bulamadım...
Zamanına göre, stratejik bir öngörü ve misyon ile yola çıkan Ertuğrul, hiç bir amacına ulaşamadı. Göz göre göre yapılan basit hatalar sonucu, Ertuğrul gemisi tarihin en büyük denizcilik facialarından birisinde başrol oynadı ve sadece iki ülke arasında sıcak, aynı zamanda hüzünlü bir dostluğun başlamasına neden oldu.
Herhalde bu acemice kaza, Osmanlı’yı Japonya gözünde güvenilir bir müttefik olmaktan uzaklaştırdı.
Bombay'da, Singapur'da, Kolombo'da Müslüman halk ise, boşu boşuna Ertuğrul'un dönerken limanlarını ziyaret etmesini, İslam halifesinin görevlendirdiği imamın arkasında namaz kılmayı beklediler; İngilizler derin bir "oh" çekerken, "gidişi olur, dönüşü olamaz" diyen bahisçiler ceplerini doldurdu.
Vel hasıl kelam, ERTUĞRUL battı, OSMAN Bey şehit oldu ve Osmanlı İmparatorluğu'nu kuran iki isim, Hilal İmparatorluğunun kurtuluşu için çalışırken, Güneş İmparatorluğunun sularına gömüldü.
Gemi Kaptanı Ali Bey de şehitler arasındaydı; kurtulanların söylediğine göre, geminin batacağını çok önceden anlamış, sadece törenlerde giydiği sırmalı elbisesini kefen olarak üstüne geçirmişti. Ancak, Ali Bey'in torunu, İmparatorluğun olmasa da, yeni kurulan genç Cumhuriyetin güçlenmesi için çalışmayı sürdürecek, önemli misyonlar üstlenmeye devam edecek, ne yazık ki çağdaş projeleri, bir bakıma dedesinin yolculuğunun kaderini paylaşarak, bağnazlığın sularına gömülecekti.
Kaptan Ali Bey, kızı Neyyire'yi 3 yaşındayken son kez kucaklayıp İstanbul’dan yola çıkmıştı. Belki de kızına Japonya'dan tamaguchi veya pokemon getiriyordu, kim bilir, ancak kızını bir daha göremedi. Neyyire ise babasını unutmamış olmalı ki, oğluna da Ali ismini koydu. Ali de büyüyünce dedesi gibi devlette kilit görevler üstlendi, onun da bir oğlu oldu ve oğlu ileride babası için şu şiiri yazdı;

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla-Ha düştü, ha düşecek...
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici hep, hep acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi,
Atlastan bakardım, nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım, hasta oldum mu,
40'i geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a.
Bir helalaşmak ister elbet, di'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin.
Daha başka tür aşklar; geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, can evim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Bu şiirde kastedilen baba, Kaptan Ali Bey'in torunu, Köy Enstitülerini kuran Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, şiiri yazan torunun oğlu da Can Yücel'dir. Hasan Ali Yücel dedesini tanısa ona bir şiir yazar mıydı?
Japonya'da beni şaşırtan bir nokta, Ertuğrul trajedisi hakkında, sandığımdan daha fazla Japonun haberdar olmasıydı. Türkiye’de bu konuyu bilen az sayıda insan varken, Japonlar bu tarihi hikayeyi iyi biliyorlardı. Ne zaman az çok Türkiye’yi bilen bir Japonla tanışsam ve laf lafı açsa, konu Ertuğrul Fırkateynine gelir, hüzünlü olsa da iki millet arasındaki dostluğu başlatan olay yad edilir ve ben Türk ulusu adına, tanıştığım Japon’a minnetlerimi iletirim. Bu durumda Japonlar genellikle gurur ile karışık bir tevazu ile (cümlede paradoks yoktur, çünkü Japonya, en basit tanımıyla, bir keskin çelişkiler ülkesidir) gözlerini sizden kaçırır ve 1985 yılında vatandaşlarını kurtardığımız olayı hatırlatarak minnetlerini belirtir.
1985, İran-Irak savaşı sürerken, bir gün Saddam'ın aklına eser (o günlerde henüz mağaralarda W. Bush'tan saklanmamaktadır) ve 24 saat sonra Tahran hava sahasının sivil uçaklar için dahi güvenli olmadığını ilan eder. İran’da vatandaşları bulunan tüm Avrupa ülkeleri, derhal uçak göndererek vatandaşlarını 24 saat içinde Tahran'dan tahliye eder. İran’daki Japon büyükelçisi de durumu merkeze bildirir, hükümet hemen JAL (Japan Airlines)'dan uçak göndermesini ister. Ancak, 40 yıl önceki kamikaze ruhunu yitiren Japon pilotlardan cevap gelir; süre dolana kadar Japonya'dan bir uçağın Tahran'a gitmesi, yolcuları alıp hava sahasını terk etmesi çok zordur, bu riske giremeyeceklerdir.
Japon büyükelçisi, olan biteni ümitsizlikle yakın arkadaşı Türk Büyükelçisine aktarır, o da durumu Ankara'ya bildirir ve haber anında Turgut Özal’a ulaşır. Aynı anda, Itochu'nun eski Türkiye yetkilisi ve Özal’ın şahsi yakın arkadaşı Mr. Morinaga da Özal’ı telefonla arayarak yardım ister. Düşünecek vakit yoktur, Özal hemen THY'ye talimat verir, cengaver bir pilotun kumandasında bir uçak Tahran'a iner, 250'ye yakın Japon vatandaşını alır ve Saddam'ın tanıdığı sürenin dolmasına dakikalar kala Türk hava sahasına girer.
Henüz bu uçakta bulunmuş kimse ile tanışmadım, ama çok yakın arkadaşı bu uçakta seyahat etmiş bir Japon bana teşekkür etmekten eridi gitti. Beni daha da duygulandıran, bir sabah eşim kızımızı parka götürdüğünde, kızımı sevmek için yanlarına yaklaşan çok yaşlı, hırpani, bütün dişleri dökülmüş evsiz bir Japon amca, Türk olduklarını öğrenince "Sizler bizim vatandaşlarımızı İran’dan kurtardınız" diye olayı anlatmış, akabinde ortadan kaybolup, 5 dakika sonra cebindeki az biraz parayla marketten aldığı krakerleri kızıma getirip vermiş.
Birkaç sene önce Hürriyetin yaptığı bir anket vardı, halka, "En çok hangi milleti seviyorsunuz? / Kendinize yakın hissediyorsunuz?" diye soruluyordu. İkinci soru da "Neden?". İlk sorunun cevabı, açık farkla "Japonlar" şeklinde çıkmıştı, asıl ilginç olan ise, ikinci soruya en çok verilen cevap: Bilmiyorum / Fikrim yok / İçimden geldi işte...
 
Geri
Üst