Konuya cevap cer

Cevap: Depresyon ve Çatışma


Çatışma perspektifini, psikiyatrik kurumlar üzerinde kullanarak psikiyatrinin, yaşamı bir sorun haline getirdiğini belirten T. Szasz ise, çok farklı bir yaklaşımla zihinsel hastalığın bir mit olduğunu ve güç yapısı tarafından belirlendiğini ifade etmiştir. Gerçekten de, homo:-):-):-):-)üelliğin bir hastalık olarak kabul edilmekten çıkarılması, politik güç mücadelesinin, psikiyatrik tanı konusunda bile, ne kadar etkili olabileceğini göstermesi açısından ilginçtir (Navarro, 1986: 32-34). Szasz, insanları zihinsel hasta olarak yargılayan standartların, sosyal, psikolojik, ahlaki ve yasal standartları içeren konular olduğunu ve psikiyatrinin de, sosyal düzeni temsil ederek yapısal bozuklukların devamında önemli bir rol oynadığını ifade etmiştir (Ehrenreıch,1978:32). Bu durumda, tedavi sürecinin, statükoyu sürdürmede uygun bir manüplasyon imkânı sunduğunu savunan bu yaklaşım, psikiyatri tarafından senaryosu yazılan hasta rolünün cemiyet içindeki zorlayıcı sosyal yapıları dengeleyerek, bireylerin ve grupların, sosyal yapıdaki asıl gerilim kaynaklarını hedef almalarına engel olduğunu ve böylece, bu rolün tatminsizlik ve çatışma odağı olabilecek gerginlikleri hafiflettiği ölçüde, sosyal değişimin önünü alan muhafazakâr bir mekanizma olduğunu ifade etmektedir. Buna bağlı olarak, toplumsal ilişkilerden soğutan ve izole eden yönüyle bu sapma davranışı, köklü sosyal değişim zeminini oluşturan sınıf bilincini önleyerek, muhalefet oluşumunu kıran bir özellik taşımaktadır. Bu bağlamda, psikiyatrinin, çatışan gruplar arasında bir taraf olarak, statükoyu sürdürmeye yaradığı ve onun, kurumların bir temsilcisi olarak bir sosyal kontrol işlevini üstlendiği ifade edilmektedir.

 

Depresyonun Sınıfsal Görünümü


Sosyal sınıf kavramıyla ilgili farklı görüşler vardır. Ancak genel olarak, sınıf kavramını, üretim süreci içerisinde, belli bir yeri işgal eden, aşağı yukarı aynı geliri, sosyal şartları, hayat tarzını, değer yargılarını ve sınıf bilincini paylaşan, benzer eğitim, statü ve kültür düzeyine sahip bireyler topluluğu olarak tanımlayabiliriz (Marshall,1999:653-656). Genel anlamda sağlık tanımının, sınıfsal konumla ruhsal hastalıklar ve depresyon arasındaki ilişkilerin mahiyetini anlamada önemli olduğunu ifade edebiliriz. WHO, sağlığı, kişinin bedensel, ruhsal ve toplumsal yönden, tam iyilik hali olarak tanımlarken, toplumsal-ekonomik yapıyla sağlık arasındaki karşılıklı ilişkiye dikkat çekerek 1996'daki raporunda, sosyo-ekonomik dengesizliklerin ve eşitsizliklerin, sağlıkta görülen eşitsizliklerin en önemli kaynaklarından biri olduğunu belirtmiştir (WHO,1996:170-171). Görüldüğü üzere, WHO da genel anlamda, hastalıkları toplumsal tabakalaşma tarzının bir fonksiyonu olan güç ilişkileri bağlamında değerlendirmektedir.


Bireyin incinebilirliğini etkileyen sosyal-ekonomik özelliklerin etkisini de unutmamakla birlikte genel anlamda, ruhsal hastalıkların ve depresyonun oluşmasında, sosyal yaşantıların, özellikle de eşitsizliklerin provoke ettiği zorlanmaların önemli bir yeri vardır (De Beurs,2001:427-428). Bu anlamda, toplumsal tabakalaşma tarzının, yaşanan zorlanmaların seviyesiyle olan ilgisinden dolayı, ruhsal hastalıkların ve depresyonun yapısal bağlamını anlamada oldukça önem taşıdığını düşünüyoruz. Çünkü, ait olunan sosyal sınıf, sadece, bireyin yaşam standartlarını belirlemekle kalmaz aynı zamanda, bireyin egosunun bir parçasını oluşturarak onun psikolojik dünyası üzerinde derin etkiler bırakır ve böylece, yaşanan zorlanmaların algılanışını etkiler. Gerçekten de, kaygı verici durumların algılanma eşiğinde görülen kişiler arası farklılık, onların toplumsal konumlarının etkisiyle belirlenir. Bazı araştırmacılar, kişinin toplum içindeki konumunun, stres verici olayları algılamasında, onlardan etkilenmesinde ve onlarla mücadele edebilme potansiyelinin, özgüven duygusunun oluşmasında belirleyici bir unsur olduğunu ifade etmişlerdir (Stora,1992:41). Stresin, stresli yaşantıların, ruhsal hastalıkların ve özellikle de depresyonun ciddi bir bileşeni olduğunu belirten Srole da, alt sınıftakilerin, diğer sosyal sınıflara kıyasla, daha fazla stresli olduklarını ve stresli yaşam olaylarına aracılık eden bu sosyal sınıf konumunun, zorluklarla mücadele etme kapasitesini düşürerek, hastaların rahatsızlıklarında önemli bir yer tuttuğunu ifade etmiştir (Srole,1975:499-500).


Belirli bir sosyal pozisyona sahip olup olmamanın dışında, yukarı veya aşağı doğru hareketlilik durumunda da bireylerin, farklı ruhsal durumlara sahip oldukları ifade edilmektedir. Artan farklılaşmayla özetlenen modernleşmenin bir sonucu olarak değerlendirilen sosyal hareketlilik, ruhsal sorunlar bağlamında değerlendirildiğinde, hem aşağı hem de yukarı doğru yönelen aşırı hareketliliğin, bireylerin, toplumsal adaptasyonunu güçleştiren bir risk etmeni olduğu söylenebilir. Örneğin, sanayileşmiş büyük kentlerde yapılan bazı araştırmalarda, statüsü yükselen bireylerin bile, bu hızlı değişim nedeniyle, stres, depresyon ve koroner hastalıklara yakalanma risklerinin yüksek olduğu tespit edilmiştir (Stora,1992:28). Srole’un çalışmasında ise, yukarı doğru sosyal hareketlilik gösterenlerin, daha az ruhsal bozukluk yaşadıklarını, buna mukabil, aşağı doğru sosyal hareketlilik gösterenlerin ise, daha yaygın bir şekilde, ruhsal bozukluk ve karmaşa yaşadıklarını göstermiştir (Srole,1975:499-500). Ayrıca, sürekli başkalarınca belirlenen öznel değerin sosyal hareketlilikle sarsılan bu değişken niteliği, duygusal tutarlılığımızı bozma riski taşır.


Depresyonla, sosyo-ekonomik faktörler arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalarda, son zamanlara kadar birbirleriyle çelişen bulgular ileri sürülmüştür. Bazı çalışmalarda (1970), depresyonun, yüksek statülü meslek çalışanlarında daha çok görüldüğü ve yoksul ülkelerde, depresyonun pek görülmediği ifade edilmiştir. Örneğin, 1978’de yaptığı çalışmasında, Bebbington, sosyo-demografik etmenlerle, depresyon arasında önemli bir ilişki olmadığını ifade etmiştir. Ancak, bu tür çalışmalar, kültüre özgü farklılıkları dikkate almadığı için bilim çevrelerince ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. (Belek,1993:20). Yakın zamanlarda yapılan çalışmalarda, meslek, gelir, eğitim, statü gibi sosyal sınıfa ait sosyo-ekonomik değişkenlerle depresyon arasında ciddi ilişkilerin olduğu ve yüksek statülü mesleklerde çalışanların, ruhsal açıdan daha sağlıklı olduğu fikri ağır basmaktadır. 1950 yılında, A.B.D.’nin New Haven bölgesinde, sosyolog Hollingshead ve Redlich gelir, aile geçmişi, etnik köken faktörlerini, birbirleriyle karşılıklı ilişkileri bağlamında değerlendirerek yaptıkları bir araştırmada, alt sınıftaki kişilerin, yaşamlarında, ekonomik ve sosyal açıdan olduğu kadar, hukuksal açıdan da oldukça fazla zorlandıklarını ortaya koymuşlardır. Bu iki sosyolog, sonuç olarak, ruhsal hastalık oranlarına bakarak, belirli ruhsal hastalık tiplerinin, belirli sosyal sınıflarda görüldüğünü ileri sürmüşlerdir (Hollingshead,1953:163-169). Benzer şekilde, Karp adlı araştırmacı, yine A.B.D' deki çalışmasında (1996), depresyonun yoksulluk, işsizlik ve düşük eğitim düzeyiyle korelasyon içerisinde olduğunu tespit etmiştir (Cimilli,1997:293). Yine bir başka çalışmada ise, sınıfsal konumun önemli bir parçası olarak değerlendirilen ikamet yerleriyle ruhsal hastalıklar arasındaki ilişkiler araştırılmış ve şehrin yoksul bölgelerinde yaşayan insanların depresyon oranlarının yüksek olduğu tespit edilmiştir (K.Ostler,2001:12).


Bununla birlikte, üst sınıf bireylerinin daha fazla nevrotik olsalar da, alt sınıftaki bireylerden daha az hastaneye yatırıldıkları düşüncesinden hareketle, ruhsal hastalığa ilişkin olarak gözlenen ilişkilerin hastalığın ortaya çıkışından ziyade, hastaneye yatırılma ve tedavi süreciyle ilgili olduğu iddia edilmiş ve bu konuda hastane dışında araştırmalar yapılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ruhsal hastalıkların anlaşılmasında birbirinden farklı bu araştırma sonuçlarının sonucunda sosyal sınıfla, ruhsal hastalıklar arasında üç genel teorik perspektifin ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri, genetik faktörlerin; diğer bazıları ise, sosyal stres görüşünün, ruhsal rahatsızlıklarla sosyal sınıflar arasındaki ilişkilerde, baz alınması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bazı düşünürler, bireylerin, genetik yatkınlıkları nedeniyle, ruhsal hastalıklarından ve kişisel özelliklerinden ötürü, alt sosyal sınıfta kaldıklarını ifade ederek, biyolojik paradigmayı ön plana çıkarmaya çalışmışlardır (Cockerham,1992:164-165).


Geri
Üst