Konuya cevap cer

Cevap: Depresyon ve Çatışma


Bu teori, kapitalist ekonominin, çalışma koşullarıyla birlikte, belirli bir sınıfın çıkarına hizmet eden sürekli kâr arayışı ve esnek olmayan üretim yapısı nedeniyle, çalışan sınıfların sırtındaki yükü arttırarak, onlarda stres ve ruhsal hastalıklara yol açtığını ileri sürmektedir. Bunun yanı sıra çatışma teorisyenleri, teknolojik gelişmelere rağmen toplumun yoksulluğu azalmak yerine, sınıflar arasında artan bir farklılığın, yabancılaşmanın, ruhsal yapıyı sarsan bir çözülmeye yol açabileceğini dile getirmişlerdir (Cockerham,1992:101). Çünkü, sosyal çözülmenin en önemli faktörlerinden biri, sınıfsal farklılıkların, yarılan kolektif bilincin sosyal dokuyu bozabilecek boyutlarıdır. Kapitalist ekonomideki çeşitli kurumların işleyiş tarzının, para politikaları ve krizleriyle sınıfsal uçurumları arttırarak ruhsal sorunlara neden olacağı tahmin edilebilir. Bununla birlikte, gecekondu, düşük gelir, işsizlik gibi kötü yaşam koşullarını hazırlayan birtakım sosyo-ekonomik sorunların zihinsel bir rahatsızlığa yönelik etkilerini, teorik bir bağlamdan kopuk bir şekilde açıklamanın yeterli olamayacağı ifade edilebilir. Çünkü, toplumsal beklentileri içeren birtakım sosyal ve ekonomik ihtiyaçların elde edilememesini ifade eden yoksunluk, ancak, kapitalizm bağlamında ve bu sistemin kültürel, sosyal ve ekonomik bütünlüğü çerçevesinde değerlendirilebilir. Nitekim, ruhsal rahatsızlıkları çatışmacı teori bağlamında yorumlayan Fransız sosyolog Roger Bastide, bütün olguların ve bu arada, zihinsel rahatsızlıkların, çatışmacı teorinin temelini oluşturan marksist diyalektiğin, toplumsal çelişkileri ve sınıfsal farklılıkları formüle ettiği kendi bütünsel ve çevresel bağlamı içerisinde değerlendirilerek anlaşılabileceğini ifade etmiştir (Bastide,1972:18-20). Çünkü, toplum hayatındaki büyük çaplı olaylardan, fiyat dalgalanmaları ve devalüasyon gibi, daha küçük çaptaki olaylara kadar yaşanan birtakım maddi-teknolojik, kültürel değişimler, rastlantısal değildir. Bunlar, belirli bir sosyal yapının, bu yapıya yönelik tepkilerin ve belirli bir toplumsal sürecin yarattığı sonuçlar olup bireylerin duygusal, düşünsel ve davranışsal yapılarında belirleyici etkiler bırakır.

 

Öz bilinci, birey olmanın temeli olarak değerlendiren Marx, bunun, ancak, bir bütün olarak toplumla ilgili olduğunu ve toplumda işgal edilen konuma bağlı olarak şekillendiğini belirttir. Kapitalist kültür, insanları bireyci olarak tasarladığı için, Marx, bu yapının kültürel ve maddi sonuçlarının, insanları birbirlerinden soyutladığını ve böylece sınıfsal bilinci doğuran toplumsal çelişkilerin toplumda huzursuzluklar doğurduğunu belirtir (Lichtman,1982:121). Kapitalizmde, çalışma ve üretme tarzı, bireylerin sadece, kendilerini düşünerek diğerlerinden izole olmalarına, böylece, kendilerine ve topluma yabancılaşmalarına neden olduğundan bu sistemde, bireylerin ruhsal yaşamları şeyleşmenin girdabı içerisinde doğasından uzaklaşır.

 

Bilindiği gibi, iş ilişkileri ve çalışma, bireylerin diğerleriyle olan ilişkilerini belirleyen önemli bir faktördür. Çalışma ethosu, kapitalizmde, üst sınıf tarafından kontrol edildiğinden, sosyo-ekonomik avantajlar, alt sınıfların aleyhine gelişir. Bu sosyal durum, bilişsel ve duygusal olarak emeklerinden ayrılan ve böylece yabancılaşan çalışanların, kendilerini, diğerlerinin kendilerini düşündüklerinden daha az düşünürler. Bu anlamda, çatışma teorisi açısından ruhsal bozuklukların temelinde yatan faktör, insanların birbirlerine bağımlı olmalarından ziyade, onların birbirlerine “yabancılaşmaları” duygusudur. Navarro, bugün, tüketici kültürünün egemen olduğu bir sosyal yapının, bireylerin “sahip olma” beklentilerini ve davranışlarını etkilediğini söyleyerek, bu beklentilerinin ve sahip olma durumlarının, hem kendi ruhsal yapılarını ve hem de diğerleriyle olan ilişkilerini belirlediğini söyleyerek yabancılaşmanın bu bencil tüketim alışkanlığıyla ilgili olduğunu söyler (Navarro,1986:32-34). Ona göre, bu yabancılaşma duygusu, kişilerin çalışma dünyasında, istismar edilmiş olmalarının yarattığı avantajsız pozisyonlarına ve umutsuzluk duygularına dayanır.

 

Üretim araçlarının, belirli sınıfların elinde olduğu dengesiz bir sosyal yapıda, ekonomik ve sosyal durumları zayıf olan alt sınıfların, kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmaları, daha avantajsız pozisyonlarının bir sonucu olarak, sosyal düzene yabancılaşmalarına ve buna paralel olarak belirli bir şekilde davranmalarına neden olur (Cockerham,1992:101). Sınıfsal çatışmalar esnasında yaşanan sorunların, yabancılaşmanın ve sömürülmenin bir sonucu olarak değerlendirilen zihinsel rahatsızlıklar bir anlamda sosyal tabakalaşma ve örgütlenme tarzının bir ürünü olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşımda, emeklerinin sonuçlarını kontrol edemeyen alt sınıf çalışanlarının, diğerlerine yabancılaşarak zihinsel sağlıklarını yitirmeye daha yatkın olacakları ifade edilmektedir.

 

Bireyler, birbirleriyle kurdukları ilişkilerde, sosyal normların yanı sıra, aralarındaki sosyal mesafeye dikkat ederler. Aşırı mesafe, bireyler arası güvensizlikleri besleyen önemli bir zemin sağlar; çünkü, keskin ayrılıklarla beslendikçe sosyal tabaklaşmanın, dengeleyici bir din veya ideolojik anlayışın da yokluğuyla bireylerin karşılıklı ilişkilerinde, birbirlerine yabancılaşarak yalnızlaşmalarını, sınırlar çekmelerini ve düşmanca duygular hissetmelerini sağlayan bir çit olduğu söylenmektedir. Bir yanda, oldukça yüksek gelire sahip olanların, diğer yanda, asgari ücretlilerin ve işsizlerin olduğu, yani neredeyse, orta sınıfın çöktüğü bir sosyal yapıda, gerçekten de insanların birbirleriyle ve kendi kendileriyle olan ilişkileri bozulacağından ruhsal yapıları da sağlıklı olamaz.

Kovel, sınıf farklılıklarının, başlangıçta, bireylerin birbirlerine yabancılaşmalarına, daha sonra da içselleştirilerek, kendi kendilerinden kopmalarına neden olduğunu belirtir. Ona göre, benlik, bir kez, ötekilerden koptuğunda, kendi bedeninden ve doğadan da uzaklaşır (Kovel,2000:89-90). Birey, bu tabakalaşma tarzı içerisinde, nerede olursa olsun, kişisel anlamda derin bir bölünmeyi yaşar. Nesnel yaşamın doğrudan uzantısı olan bu bölünme, kapitalist üretimi beslediği oranda, bireyin nevrozunu da besler. Sınıfsal çatışmaları düzenlemeye çalışan bürokrasinin, aşırı büyümesi gibi, ruhsal hastalık da, bölünmüş benliğin, aşırı büyüyen içsel çatışmalarını düzenleme çalışmalarının bir sonucu olarak artmaktadır.

 

Kendine özgü bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olan kapitalizm, özel teşebbüse dayalı olarak, kârı maksimum düzeye çıkarmayı hedeflediğinden, bu sistemde rekabet, üretim sürecinin temel bir faktörü olarak değerlendirilir. Bu nedenle, kapitalist toplumdaki sosyal hareketliliğin yüksek olduğu hiyerarşik örgütlenme, bireyleri başarı, statü ve prestij mücadelesine yöneltir. Ancak, rekabet sadece iş ilişkilerinde değil, insanlar arasındaki ilişkilerde de önemli bir davranış kalıbı haline geldiğinden, prestij, statü, kâr kaybı veya böylesi bir kayıp ihtimali, bireylerde psikolojik sorunlar yaratır.


Geri
Üst