Depresyon ve Çatışma
Özet
Depresyon, sosyal yaşamı sarsan ciddi bir sosyal problemdir. İncinebilirlik ve yaşanan stresler, ruhsal hastalıkta önemli bir rol oynadığından, sosyo-ekonomik faktörlerin ve yaşam tarzının depresyon üzerinde belirleyici bir etkisi vardır. Sosyal yapının üretim tarzı ve iktisadi ilişkiler tarafından belirlendiğini ileri süren çatışma teorileri sınıf ilişkilerinin sosyal yaşamın niteliğini ve toplumdaki ruhsal sağlığı karakterize ettiğini ileri sürer. Bu makalede eşitsiz bir tabakalaşmanın ve düşük sınıf pozisyonun bireylerin incinebilirliği ve yaşam zorluklarını arttırarak depresyona neden olabileceği, çatışma perspektifi açısından sunulmaktadır.
Giriş
Depresyon, kişinin yaşamını, sosyal ilişkilerini ve ekonomik işlevlerini sarsan ciddi bir sosyal problemdir. Depresyonun oluşmasında, bireyin sosyo-ekonomik imkânlarının, yaşantı tarzının, ve sahip olduğu değerlerin belirleyici bir etkisi vardır. Sosyoloji, yapısal sosyal şartların bireylerin hayat şanslarını etkilemede oldukça önemli olduğunu belirterek bununla ilgili teorik görüşler sunduğundan depresyonun anlaşılmasında sosyolojik bir perspektifin faydalı olacağına inanıyoruz. Durkheim, orta sınıf insanlarının, alt sınıftaki insanlardan daha mutlu olduğunu söylediğinde, bir açıdan orta sınıfın hayat koşullarının, alt sınıftan daha iyi olduğunu kastederek, insanların ruhsal sağlıklarıyla sınıfsal pozisyonları arasındaki ilişkiyi formüle etmiş oluyordu (Durkheim,1992:245-250). Gerçekten de eğitimsizlik, işsizlik, gelir düşüklüğü ve adaletsiz gelir dağılımı gibi, birbirleriyle yakından ilgili sorunlar, hem yaşam koşullarındaki sorunların ve hem de sağlık hizmetlerine ulaşmadaki engellerin başını çeken ve ruhsal anlamda gerilimler yaratan ciddi sorunlar olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda, bireylerin hayat şanslarının oluşmasında, onların ait oldukları sınıfsal konumun ve genel anlamıyla içinde yaşadıkları tabakalaşma tarzının önemli bir etkisi olduğunu düşünerek, analizlerinde sınıfsal çelişkileri temel alan çatışmacı teorinin, depresyonun anlaşılmasında önemli açılımlar sunabileceği söylenebilir.
Depresyon Kavramı
Türkçe’de ruhsal çöküntü olarak kullanılan depresyon kelimesi, üzüntülü ve umutsuz bir ruh halini ifade eder. Depresyon sözcüğü, aşağı doğru bastırmak, çekmek, bitkin, gamlı, kederli, cesaretini kırmak, donuklaştırmak ve durgunlaştırmak anlamına gelen, lâtince kökenli “depressus” kelimesinden türetilmiştir (Köknel,1989a:14). Depresyonlu hastalar, depresyonu, “kendileri ve diğerleri arasındaki bir duvar olarak nitelemektedirler" (Littauer,1997:10). Bu açıdan, depresyonun, toplumsal hayatı ve insanlar arası ilişkileri olumsuz etkileyerek sosyal çözülme yaratan ciddi bir sosyal problem olduğu söylenebilir. Çünkü, insanları hayata ve diğerlerine bağlayan temelde duygusal yapı olduğundan, depresif duygulanımın anormal etkisi, bilişsel ve duygusal tutarlılığı sarsarak, sosyal yaşamın normal sürekliliğini tehliaaae sokabilir.
Depresyon durumunda, hayattan zevk alamama, yaşama olan ilginin azalması, elemli duygulanım ve düşünceler, umutsuzluk, kötümserlik, suçluluk, ilgi kaybı, enerji kaybıyla gelen aşırı yorgunluk, tükenmişlik, uykusuzluk veya aşırı uyku hali, çok seyrek de olsa, ses duyma, hayal görme, sanrılar, intihar düşünce ve girişimleri, kendine ve başkalarına olan güvensizlik, kendini küçük görme gibi haller görülebilir (Öztürk,1997:237). İnsan yaşamının herhangi bir diliminde, yukarıda sayılan bazı belirtilerin bulunması mümkündür. Herkes, her zaman, bir yakının kaybını yaşayıp, maddi ve manevi olumsuzluklarla, beklenmedik bir anda karşılaşıp düş kırıklıkları içine düşebilir. Ancak, depresyonlu sayılmak için bu özelliklerin hepsinin bulunması gerekmez. Birkaç özelliğin birlikte bulunması, bu konuda yeterli sayılmaktadır. Bu anlamda, depresyonu ayırıcı kılan nitelik, ona ait bir takım belirtilerin, marazi denilebilecek sıklık, süre ve şiddette olmasıdır.
En ağır psikotik hastalıktan nörotik, normal sınırlar içinde ılımlı bir mizaç bozulmasına kadar, geniş bir klinik bozukluklar yelpazesini kapsayan depresyon, normal, geçici, anlık bir emosyondan (duygulanım), bir hastalığın herhangi bir belirtisine ya da tam anlamıyla bir psikiyatrik bozukluğa kadar, bir çok durumu kapsayabilen bir kavram olarak kullanılabilmektedir (Alper, 1997: 10-15). Bilişsel ve duygusal olmak üzere, iki boyutta değerlendirebileceğimiz depresyon, hangi anlamda kullanılmış olursa olsun, elem ve ümitsizlik doğrultusunda artmış olan, duygulanımı ifade eder. Beck’e göre depresyon, temelde bir duygulanım bozukluğu değil, bilişsel bir bozukluktur. Bu durumdaki biri, geleceğe, kendisine ve dış dünyaya karşı, olumsuz bir tutum geliştirir ve bu olumsuz bilişsel şemalar, giderek, olumsuz yargı ve düşüncelerin temelini oluşturarak onun sosyal yaşamını alt üst eder (Öztürk, 1997: 233).
Çatışma Teorisi ve Depresyon
Sosyal çatışma teorisi birbirinden farklı birçok görüşü bünyesinde barındıran en önemli makro teorilerden biridir. Sosyal yapının iktisadi ilişkilerle şekillendiğini ileri süren bu teori, çatışmanın sosyal değişmenin motoru olarak sınıflar arası ilişkilerce belirlendiğini ileri sürer. Çatışma teorisinin temeli, üretim araçlarının paylaşımına bağlı olarak, sınıfsal yapının, sosyal ilişkilerle birlikte, sınıfsal bilinci ve tarihsel gelişimi belirlediği fikrine dayanır (Arslantürk,2000:487-491). Çatışma teorileri, analizlerinde, tahakküm ve yabancılaşma kavramlarını temel aldıklarından sosyal yapının, bireylerin, üretim ilişkilerindeki sahiplik pozisyonlarına bağlı olarak, içerisinde barındırdığı çatışmanın yoğunluğuyla, insanlar arası ilişkilerin niteliğini ve kalitesini belirlediği varsayımını temel alırlar (Aron,1989:109-110). Sınıf bilinci, çatışma teorisinin ana teması olarak, bireylerin gerçeği algılamalarını ve onların yaşadıkları olaylar karşısındaki davranışlarını ve ruhsal tutumlarını etkiler. Üretim ilişkilerinin, ekonomik ve politik gücü belirlediği varsayımına dayanan bu teori, güç dağılımının kaynakların, sosyal imkânların, kimler arasında, nasıl paylaştırılacağını belirlediği düşüncesinden hareketle, sosyal ilişkilerin kalitesini ve ruhsal hastalıkları, sosyal yapıdaki güç ilişkilerinin bir yansıması, sonucu olarak değerlendirir. Ancak, ruhsal hastalıklarla ilgili bu perspektif, çatışma olgusunu, sadece, büyük gruplar arası ilişkilerde ve makro sorunların analizinde değil aynı zamanda, küçük gruplar arasındaki ilişkilerin ve onlarla ilgili sorunların analizinde kullanır (Alcock,1997:123). Gerçekten de çeşitli büyüklüklerdeki gruplar, aileler kişiler arası çatışmanın bir sonucu olarak ciddi sıkıntılar yaşarlar. Tedavi arayan çeşitli kişilerin de, genelde, güç paylaşımı, eşit olmayan güç paylaşımı nedeniyle yaşanan çatışmalardan dolayı psikiyatra geldikleri ileri sürülmektedir.
Depresyon, sosyal yaşamı sarsan ciddi bir sosyal problemdir. İncinebilirlik ve yaşanan stresler, ruhsal hastalıkta önemli bir rol oynadığından, sosyo-ekonomik faktörlerin ve yaşam tarzının depresyon üzerinde belirleyici bir etkisi vardır. Sosyal yapının üretim tarzı ve iktisadi ilişkiler tarafından belirlendiğini ileri süren çatışma teorileri sınıf ilişkilerinin sosyal yaşamın niteliğini ve toplumdaki ruhsal sağlığı karakterize ettiğini ileri sürer. Bu makalede eşitsiz bir tabakalaşmanın ve düşük sınıf pozisyonun bireylerin incinebilirliği ve yaşam zorluklarını arttırarak depresyona neden olabileceği, çatışma perspektifi açısından sunulmaktadır.
Giriş
Depresyon, kişinin yaşamını, sosyal ilişkilerini ve ekonomik işlevlerini sarsan ciddi bir sosyal problemdir. Depresyonun oluşmasında, bireyin sosyo-ekonomik imkânlarının, yaşantı tarzının, ve sahip olduğu değerlerin belirleyici bir etkisi vardır. Sosyoloji, yapısal sosyal şartların bireylerin hayat şanslarını etkilemede oldukça önemli olduğunu belirterek bununla ilgili teorik görüşler sunduğundan depresyonun anlaşılmasında sosyolojik bir perspektifin faydalı olacağına inanıyoruz. Durkheim, orta sınıf insanlarının, alt sınıftaki insanlardan daha mutlu olduğunu söylediğinde, bir açıdan orta sınıfın hayat koşullarının, alt sınıftan daha iyi olduğunu kastederek, insanların ruhsal sağlıklarıyla sınıfsal pozisyonları arasındaki ilişkiyi formüle etmiş oluyordu (Durkheim,1992:245-250). Gerçekten de eğitimsizlik, işsizlik, gelir düşüklüğü ve adaletsiz gelir dağılımı gibi, birbirleriyle yakından ilgili sorunlar, hem yaşam koşullarındaki sorunların ve hem de sağlık hizmetlerine ulaşmadaki engellerin başını çeken ve ruhsal anlamda gerilimler yaratan ciddi sorunlar olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda, bireylerin hayat şanslarının oluşmasında, onların ait oldukları sınıfsal konumun ve genel anlamıyla içinde yaşadıkları tabakalaşma tarzının önemli bir etkisi olduğunu düşünerek, analizlerinde sınıfsal çelişkileri temel alan çatışmacı teorinin, depresyonun anlaşılmasında önemli açılımlar sunabileceği söylenebilir.
Depresyon Kavramı
Türkçe’de ruhsal çöküntü olarak kullanılan depresyon kelimesi, üzüntülü ve umutsuz bir ruh halini ifade eder. Depresyon sözcüğü, aşağı doğru bastırmak, çekmek, bitkin, gamlı, kederli, cesaretini kırmak, donuklaştırmak ve durgunlaştırmak anlamına gelen, lâtince kökenli “depressus” kelimesinden türetilmiştir (Köknel,1989a:14). Depresyonlu hastalar, depresyonu, “kendileri ve diğerleri arasındaki bir duvar olarak nitelemektedirler" (Littauer,1997:10). Bu açıdan, depresyonun, toplumsal hayatı ve insanlar arası ilişkileri olumsuz etkileyerek sosyal çözülme yaratan ciddi bir sosyal problem olduğu söylenebilir. Çünkü, insanları hayata ve diğerlerine bağlayan temelde duygusal yapı olduğundan, depresif duygulanımın anormal etkisi, bilişsel ve duygusal tutarlılığı sarsarak, sosyal yaşamın normal sürekliliğini tehliaaae sokabilir.
Depresyon durumunda, hayattan zevk alamama, yaşama olan ilginin azalması, elemli duygulanım ve düşünceler, umutsuzluk, kötümserlik, suçluluk, ilgi kaybı, enerji kaybıyla gelen aşırı yorgunluk, tükenmişlik, uykusuzluk veya aşırı uyku hali, çok seyrek de olsa, ses duyma, hayal görme, sanrılar, intihar düşünce ve girişimleri, kendine ve başkalarına olan güvensizlik, kendini küçük görme gibi haller görülebilir (Öztürk,1997:237). İnsan yaşamının herhangi bir diliminde, yukarıda sayılan bazı belirtilerin bulunması mümkündür. Herkes, her zaman, bir yakının kaybını yaşayıp, maddi ve manevi olumsuzluklarla, beklenmedik bir anda karşılaşıp düş kırıklıkları içine düşebilir. Ancak, depresyonlu sayılmak için bu özelliklerin hepsinin bulunması gerekmez. Birkaç özelliğin birlikte bulunması, bu konuda yeterli sayılmaktadır. Bu anlamda, depresyonu ayırıcı kılan nitelik, ona ait bir takım belirtilerin, marazi denilebilecek sıklık, süre ve şiddette olmasıdır.
En ağır psikotik hastalıktan nörotik, normal sınırlar içinde ılımlı bir mizaç bozulmasına kadar, geniş bir klinik bozukluklar yelpazesini kapsayan depresyon, normal, geçici, anlık bir emosyondan (duygulanım), bir hastalığın herhangi bir belirtisine ya da tam anlamıyla bir psikiyatrik bozukluğa kadar, bir çok durumu kapsayabilen bir kavram olarak kullanılabilmektedir (Alper, 1997: 10-15). Bilişsel ve duygusal olmak üzere, iki boyutta değerlendirebileceğimiz depresyon, hangi anlamda kullanılmış olursa olsun, elem ve ümitsizlik doğrultusunda artmış olan, duygulanımı ifade eder. Beck’e göre depresyon, temelde bir duygulanım bozukluğu değil, bilişsel bir bozukluktur. Bu durumdaki biri, geleceğe, kendisine ve dış dünyaya karşı, olumsuz bir tutum geliştirir ve bu olumsuz bilişsel şemalar, giderek, olumsuz yargı ve düşüncelerin temelini oluşturarak onun sosyal yaşamını alt üst eder (Öztürk, 1997: 233).
Çatışma Teorisi ve Depresyon
Sosyal çatışma teorisi birbirinden farklı birçok görüşü bünyesinde barındıran en önemli makro teorilerden biridir. Sosyal yapının iktisadi ilişkilerle şekillendiğini ileri süren bu teori, çatışmanın sosyal değişmenin motoru olarak sınıflar arası ilişkilerce belirlendiğini ileri sürer. Çatışma teorisinin temeli, üretim araçlarının paylaşımına bağlı olarak, sınıfsal yapının, sosyal ilişkilerle birlikte, sınıfsal bilinci ve tarihsel gelişimi belirlediği fikrine dayanır (Arslantürk,2000:487-491). Çatışma teorileri, analizlerinde, tahakküm ve yabancılaşma kavramlarını temel aldıklarından sosyal yapının, bireylerin, üretim ilişkilerindeki sahiplik pozisyonlarına bağlı olarak, içerisinde barındırdığı çatışmanın yoğunluğuyla, insanlar arası ilişkilerin niteliğini ve kalitesini belirlediği varsayımını temel alırlar (Aron,1989:109-110). Sınıf bilinci, çatışma teorisinin ana teması olarak, bireylerin gerçeği algılamalarını ve onların yaşadıkları olaylar karşısındaki davranışlarını ve ruhsal tutumlarını etkiler. Üretim ilişkilerinin, ekonomik ve politik gücü belirlediği varsayımına dayanan bu teori, güç dağılımının kaynakların, sosyal imkânların, kimler arasında, nasıl paylaştırılacağını belirlediği düşüncesinden hareketle, sosyal ilişkilerin kalitesini ve ruhsal hastalıkları, sosyal yapıdaki güç ilişkilerinin bir yansıması, sonucu olarak değerlendirir. Ancak, ruhsal hastalıklarla ilgili bu perspektif, çatışma olgusunu, sadece, büyük gruplar arası ilişkilerde ve makro sorunların analizinde değil aynı zamanda, küçük gruplar arasındaki ilişkilerin ve onlarla ilgili sorunların analizinde kullanır (Alcock,1997:123). Gerçekten de çeşitli büyüklüklerdeki gruplar, aileler kişiler arası çatışmanın bir sonucu olarak ciddi sıkıntılar yaşarlar. Tedavi arayan çeşitli kişilerin de, genelde, güç paylaşımı, eşit olmayan güç paylaşımı nedeniyle yaşanan çatışmalardan dolayı psikiyatra geldikleri ileri sürülmektedir.