*MeleK*
♥Ben Aşık Olduğum Adamın Aşık Olduğu Kadınım♥
Atatürk Devrimleri / Toplumsal Devrimler - Şapka ve Kıyafet Devrimi
kıyafet devrimi öncesi ve sonrası cumhuriyet öncesi kılık kıyafet devriminden önceki kıyafetler kılık devrimi ve sonrası fotoğrafları
Şapka Devrimi, Atatürk’ün Cumhuriyet devrimleri arasında önemli bir yeri vardır. İlklerden olması hem halkın nabzını ölçmüş hem de diğer reformlara zemin hazırlamıştır. Atatürk'ün 23 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya düzenlediği gezide şapkayla halkın arasına girmesinin, 25 Ağustos 1925'de İnebolu'ya ziyareti ve ünlü Şapka Konuşmasının ardında şapka giyilmesi hakkında kanun çıkarılmıştır.
Şapka Devrimi'nin ileri sürülen gerekçeleri
Kurumsal değişim gerçekleştirmiş bütün devrimlerin kültürel değişimi de beraberinde getirmiş olması, Atatürk reformlarının da hareket noktasını oluşturmuştur. Reformların kültürel alandaki yansımaları, Cumhuriyet öncesi dönemde onlara karşı çıkışın temel nedenlerinden biri olmuştur.
Şapka kanununun, Cumhuriyet dönemindeki reformlar içinde ilklerden olması, daha sonra yapılacak reformların sembolik bir öncüsü olduğunu göstermektedir. Şapka kanunu yoluyla halk, psikolojik olarak değişime hazırlanacaktı. Muhtemelen şapka kanunu, tepkileri ölçecek bir barometre işlevi görecek, bu sayede toplumun reformlara tahammül sınırı ölçülerek, reformların çapı ve düzeyi tespit edilecekti. Kıyafet, kendi başına insan davranışına da etki edebilirdi. Kıyafetin taşıdığı sembolün anlamı insanın psikolojisine etki ederek onu yönlendirebilirdi. Geleneksel giysiler, doğu toplumlarının sembolü olarak aynı zamanda batının ve batıcıların bakış açısından geri kalmışlığı hatırlatan bir karaktere sahipti. Reformcu devlet adamlarının bakış açısından mistisizmle ve kadercilikle özdeşleşmiş doğu kıyafetleri giyen bir toplumun, o kıyafetleri giydiği sürece, kendisiyle özdeşleşen ruh halini terk etmesi mümkün olmazdı. Batının ruh halini ve davranış biçimini benimsemenin yollarından biri, batı insanının psikolojisini temsil eden giysileri giymekti.
Atatürk Devrimi, “tümden değişim” i başlattığı için, diğer bazı siyasi devrimlerden ayrılır. Sadece iktidarın değişimini ya da ekonomik ilişkilerin yeniden düzenlenmesini hedefleyen devrimlerden ayrılarak; hem bunları, hem de toplumu, hatta toplumdaki bireyin anlamını, ilişkilerini, düşüncesini, davranışını yani kısacası özünü değiştirmeyi amaçlamaktadır.
Atatürk’e göre şapka; çağdaş olma, evrensel medeniyete katılma, kafaların içini hurafelerden kurtarıp bilimsel düşünceye açma yolundaki çabaları destekleyen ve simgeleyen bir adımdı. Atatürk, yüzyıl önce halka benimsetilen fesi, Türklük veya İslamlık simgesi olarak görmeyecek kadar tarih bilgisine sahipti. Falih Rıfkı Atay da bu konuda şunları söylemiştir:
“Mustafa Kemal, bir tatlı su Türk'ü değildi. Fes ve şapkanın medeniyet demek olmadığını elbet biliyordu. Fakat, başlık değiştirmenin din ve iman değiştirmek olmadığını göstermek istedi”.
Orhan Koloğlu da Şapka devriminin kafanın dışına değil içine yönelik olduğunu ifade etmiştir.
Şapka devriminin temel felsefesini günümüz mantığı ile kavramak oldukça zordur ve bu yüzden hatırı sayılır bir grup tarafından “Gardrop Devrimi” olarak isimlendirilmiştir. Kıyafet devriminden önce sarık, fes ve peçe, halk tarafından âdeta İslâmiyet’in bir parçası olarak kabul edilmekteydi ve laik bir ulusun kıyafetini, dinsel inançlara bağlamak uygun görülmemişti . Bununla birlikte, demokratik bir ülkede kıyafetlerin devlet tarafından belirlenmesi aslında bunun demokratik bir devrim olmaktan çok Türk ulusunu onları bekleyen ve islam devleti mazisi ile pek uyuşmayacak yeni bir geleceğe hazırlanması olarak görülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Atatürk, kişinin maddi yaşam koşullarını değiştirip düşünce tarzına şekil vermenin yanısıra, “düşünce tarzını” değiştirerek maddi yaşam koşullarını geliştirmek ve uygarlığa eriştirmek yolunu dener.
Atatürk’ün şapka devrimini yapmaktaki maksadını şu sözlerinden çıkarmak mümkündür:
“Bayların ulusumuzun giymekte bulunduğu ve bilgisizliğin, aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve uygarlık düşmanlığının bir simgesi gibi görünen ‘fes’i atarak onun yerine, bütün uygar dünyanın kullandığı şapkayı giymesi ve böylece Türk ulusunun uygar toplumlardan anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını göstermesi gerekiyordu.”
Şapka giyilmesi hakkındaki kanunun gerekçesinde, Adliye Encümeni Mazbatasında bu durum kesin olarak belirtilmiştir:
“Türklerle batı milletleri arasında bir “alamet-i farika” olan mevcut serpuşun değiştirilerek yerine medeni ve modern toplumların müşterek serpuşu olan şapkanın giyilmesi gerekiyor.”
Atatürk bu konuda Nutuk’ta der ki:
“Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu.”
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşında sivil giyindiğinde çoğu kez “kalpak” takardı. Diğer “Kuvay-ı Milliyeciler’in” de Mustafa Kemal’e uymalarıyla kalpak, Anadolu’dan ve “Ulusal Savaş”tan yana olanların bir tür simgesi olmuştur. Bununla birlikte, 1. Büyük Millet Meclisi'ndeki “İkinci Grup” üyeler arasında fes ve sarık da oldukça yaygındı. Şapka devriminin gerekçelerinden birinin de bu olduğunu varsayabiliriz.
Şapka devrimine bir de ulusalcılık açısından bakmak gerekiyor. “Ulus devlet” temeli üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde “ulusal” başlık bulunmuyordu. Mustafa Kemal 19 Mayıs günü Samsun’a vardığında onu karşılayan halkı gözlemleyen bir İngiliz subayı, şu gözlemleri not etmişti:
“Karşılamaya gelen halkın kiminin başında fes, kimininkinde kalpak, kimininkinde sarık, kimi başına bir bez parçası bağlamış; kiminin sırtında aba, kiminde cepken, kiminde yelek; kiminin bacağında şalvar, kiminde pantolon, kiminde uzun beyaz külot; kiminin ayağında çarık, kiminde yemeni, kiminde iskarpin, kiminde potin… Demek ki bunlar henüz ulus değil!...”
Mustafa Kemal, bir ulus olmanın dış görünüş konusunda de çağdışı baskılardan özgürleşmeyi zorunlu kıldığını biliyordu.
Burada asıl sorun ulus-devlet oluşturma çabasıdır. Çünkü bireysel irade, ulusal iradenin temel taşıdır ve ulus devlette; ulusal irade ile bireysel irade arasında ikinci derecede bir otorite kabul edilmez. Farklı dinsel kimliği ifade eden giysiler, toplumun “milli duygu” etrafında birleşmesi yönünde bir engel sayılmakta, kaynaşmayı önlediği kabul edilmektedir. Şapka devrimiyle ulus-devlet oluşum süreci tamamlanabilir, oluşturulan ulusal üst kimlik aile toplumdaki bütün bireyler, dinsel ayrımlardan arınarak, ulusa ait olma duygusunu yaşayabilir.
Fesin yasaklanması ve yerine şapkanın konmasıyla; gerek değişik din ve mezhepten, gerekse değişik görüşten yurttaşlar arasında Müslüman-Müslüman olmayan ayrımı yapılması da son buldu. Cumhuriyet reformlarıyla gelen şapka ve kravat, moda unsuru olmanın ötesinde; dinsel, etnik ve toplumsal (kentli-köylü) farklılıkları eritip ortadan kaldıran bir nitelik kazanmış ve devlete sadakati gösteren bir laiklik üniforması haline gelmiştir.
Şapka Kanunu
Şapka, şapka devriminden önce yer yer kullanılmaya başlanmıştı. Tanzimatla başlayan, Meşrutiyetle artan “Batıcılık” akımının etkisiyle, özellikle İstanbul Pera’da, levantenlerin ve gayrı müslimlerin öncülüğünde pantolona, iskarpine, yeleğe, gömleğe rastlanmaktaydı. Hatta şapka giyen müslüman türkler de vardı. 20.yy'ın başında Osmanlı’nın parçalanmasının son aşamasında propaganda aracı olarak, örneğin Balkanlar'da, şapkanın fese zaferi ve üstünlüğü gündemde tutuluyordu. Oysa arada sırada Türk, Arap, Hint'li müslümanların batıyı ziyaret edenleri, kafalarına şapka geçirmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. 2. Dünya Savaşı sırasında başkumandan vekili Enver Paşa’nın orduya güneş siperlikli “Enveriye” adı verilen bir başlık getirmesi, değişim yolunda ilginç bir adımdı. Kurtuluş Savaşı sırasında da Milli Mücadelecilerin, Atatürk’ün modalaştırdığı yan çevrilmiş kalpak kullanmaları, fesin modasının geçmekte olduğunun işaretiydi.
Hakkı Kılıç, 1915 yılında yazdığı “Son Cevap” adlı risalesinde, şapka giymenin hiçbir sakıncasının olmadığını belirtmiştir. 2. Meşrutiyet’in batıcı düşünürlerinden Abdullah Cevdet ise laikliği, latin harflerini, kadın haklarını açıkça savunmuş, Sirkeci’de şapka ile gezmiştir.
Mustafa Kemal’in şapka devriminden çok önceleri (7-8 Temmuz 1919), Erzurum ve Sivas Kongresi arasında Mazhar Müfit ile bir mülakatı bize, şapka konusundaki görüşlerini yansıtır. Erzurum Kongresi sona erdikten sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları her gün ve her gece bir araya gelerek yapılan çalışmaları değerlendiriyor, Sivas Kongresine sunulacak belgeleri hazırlıyorlardı. Yine böyle bir gece Gazi Paşa ile İbrahim Süreyya Yiğit, baş başa vermiş çalışıyorlardı. Paşanın aklına Mazhar Müfit geldi. Emir eri Ali ile haber gönderip onu da odasına çağırttı. Bir ara Süreyya bey, Paşaya şöyle bir soru yöneltti:
“Paşam, başarıya ulaştıktan sonra da iş bitmiyor. Memleketin sonsuza dek çalışmaya ve devrimler yapmaya ihtiyacı var. Neler yapmayı düşünüyorsunuz ?”
Mustafa Kemal bu soru üzerine Mazhar Müfit’e, gidip odasından not defterini getirmesini söyledi. Sonra da, “Şimdi not et bakalım”, dedi. “Ama defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir sen bileceksin. Şartım bu. Önce tarih koy: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Şimdi yaz:
Bir: Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”
Bunu duyunca Mazhar Müfit’in kalemi elinden düştü. Paşa, “neden durakladın?” diye sordu. “Darılmayın ama Paşam, sizin de hayalperest yanlarınız var.”
“Bunu zaman tayin eder, sen yaz.
Beş: Latin harfleri kabul edilecek.”
“Paşam yeter, yeter. Cumhuriyet ilanını başaralım, üst tarafı kolay.”
Mazhar Müfit, bundan sonra defterini kapa¤¤¤¤¤ koltuğunun altına aldı ve ayağa kalkarak, “Paşam sabah oldu”, dedi. “Siz oturacaksanız hoşça kalın.”
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, şapka devrimini çok önceleri tasarlamış ve bunu gerçekleştirmek için uygun zamanı beklemiştir. Gazi, bu çeşit devrimlerle entelektüel Jön Türkler zamanında yalnız düşünce alanında kalmış olan planlarını gerçekleştirmişti.
Doğu ve Güneydoğu’daki isyanların bastırılmasından sonra Mustafa Kemal Atatürk yurdun her tarafından gelen heyetleri kabul ediyordu. Bu heyetlerin bir kısmını İsmet İnönü’ye havale ederken, Kastamonu’dan gelen heyeti haber aldığında, “bu heyetle ben görüşeceğim” dedi. Saffet Arıkan, anılarında, Atatürk’ün şapka devrimini Kastamonu’da gerçekleştirme kararını ve bunun sebebini kendi sözleriyle şöyle özetliyor: “Niçin Kastamonu’yu seçtiğimi bilmezsin. Dur, anlatayım. Bütün vilayetler beni tanırlar; ya üniformayla veya fesli, kalpaklı sivil elbiseyle görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim. İlk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, Türkiye beni öyle görür, yadırgamazlar. Üstelik, bu vilayetin hemen hepsi, asker ocağından geçmişlerdir, itaatlidirler, munistirler. Bunun için şapkayı orada giyeceğim.” der.
İlk denemeyi kendisi yaptı. Gazi çiftliğinde beyaz bir Panama şapkası giyerek, traktör üstünde resim çektirdi. M. Kemal Atatürk, 23 Ağustos 1925'te sekiz gün sürecek Kastamonu gezisine başlamış, İnebolu, Devrekani, Taşköprü, Seydiler, Küre ve Daday ilçelerini ziyaret etmiştir.
Sembolik düzeyde laikleşmenin bir gereği olarak devreye sokulan şapka devriminin Kastamonu’dan başlatılması da bir plan dahilinde gerçekleşir. Çünkü eğer düşündüğü olursa, Anadolu’nun bu mutaassıp şehrinde görünümünü halka kabul ettirebilirse, diğer bölgelerde kabul ettirmek daha kolay olacaktır. Bunun için şapka devrimini İzmir’den başlatma tekliflerine, İzmirlilerin şapkaya alışık olduklarını, dolayısıyla orada şapka giymenin pek anlam ifade etmeyeceğini, dikkatlerin daha çok giysileri ve şapkası üzerinde yoğunlaşacağına inandığı bu Anadolu şehrini seçtiğini belirtir.
Kastamonu halkı, gece bir fener alayı yaparak Gazi’nin evi önüne gelmiş, Gazi de onları selamlamıştır. Ertesi gün belediye dairesinde Kastamonu halk teşekkülleri ve kazalardan gelen heyetlerin kabulü sırasında Gazi ile şehir esnafından bir terzi arasında şapka devriminin ilk açık söylenişi sayılması gereken şu konuşma geçti:
Gazi - (terziye elbisesini göstererek) Bu elbiseler, ucuz ve düz milletlerarası kıyafet mi?
Terzi ve diğer esnaf – Evet milletlerarasıdır.
Gazi – İşte görüyorsunuz, bu elbiseler ucuzdur, basittir, yerli malıdır. Aynı elbise kumaşından bir de kumaş serpuş yaparsınız.
Gazi – (esnaftan başka birine) Fesini gösterir misin? Fesin üstünde bir sarık vardı, altından da bir takke çıktı.
Gazi devam etti:
“İşte takke, üzerinde fes, onun üstünde de ağbani sarık… Bunların hepsinin ayrı ayrı parası yabancılara gidiyor. Bunu söylemekten maksadım şudur: Biz her açıdan medeni insan olmalıyız. Çok acılar gördük, bunun sebebi dünyanın durumunu anlayamayışımızdır. Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslam alemine bakın. Zihniyetlerini fikirlerini medeniyetin emrettiği değişim ve yükselişe uydurmadıklarından ne büyük felaket ve ıstırap içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve en nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak bu, idaremizdeki değişimdendir.Artık duramayız, ne olursa olsun ileri gideceğiz, çünkü mecburuz. Millet açık olarak bilmelidir: Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız kalanı yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz ailede layık olduğumuz mevkii bulacak ve onu koruyup sürdüreceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır!”
Gazi Kastamonu’dan İnebolu’ya geçti. Türk ocağında, milli kıyafetin iyileştirilmesi için bütün memleketi kapsayan bir hitapla daha açık, daha kesin sözlerini söyledi:
“Efendiler, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, gerçekte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi size diyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek zorundadır; medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla, medeni olduğunu göstermek zorundadır. Kısacası medeniyim diyen Türkiye’nin gerçekten medeni olan halkı baştan aşağı dış vaziyetiyle de medeni ve olgun insanlar olduklarını fiilen göstermek zorundadırlar. Bu son sözlerimi açıkça ifade etmeliyim ki, bütün memleket ve dünya ne demek istediğimi kolayca anlasın. Bu açıklamalarımı, bir sualle yöneltmek istiyorum, soruyorum:
“Bizim kıyafetimiz milli midir? (Hayır sesleri)
“Bizim kıyafetimiz medeni ve milletlerarası mıdır? (Hayır, hayır sesleri)
“Size katılıyorum. Tabirimi mazur görünüz, altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne milletlerarasıdır.”
“ O halde kıyafetsiz bir millet hiç olur mu? Arkadaşlar, böyle nitelendirilmeye razı mısınız? (Hayır, hayır, asla sesleri)
Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıva¤¤¤¤¤ aleme göstermekte mana var mıdır? ve “bu çamurun içinde cevher gizlidir fakat anlayamıyorsunuz”? demek isabetli midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak gerekli ve doğaldır. Cevherin korunması için bir kutu lazımsa, onu altından veya platinden yapmak gerekmez mi? Bu kadar açık gerçek karşısında tereddüt caiz midir? Bizi tereddüde sevk edenler varsa, onların ahmaklığına alıklığına hükmetmekte hala tereddüt mü edeceğiz? Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmaya gerek yoktur. Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta “siperi şemsli serpuş”, bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine “şapka” denir. Şapkaya itiraz edenler vardır. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve hahamlarının özel kılığı olan cüppeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?” Gazi, İnebolu’dan tekrar Kastamonu’ya geldi. Bu arada bazı kazaları ziyaret etti. Her yerde yeni devrim ve reform esasları üstünde fikirleriyle halkı aydınlattı. Kastamonu’da Halk Fırkası bahçesinde, halktan binlerce insanla tekkelere, zaviyelere, dervişler ve tarikatlara dair konuşurken söz şapkaya geldi:
“İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi görüleceğinden burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi, bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat inkar edilemez ki taşıdığımız kıyafet o değildir. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan bu acayip kıyafete girip dünyayı kendisine güldürür mü? Devlet memurları ve bütün millet kıyafetlerini düzelteceklerdir. Sağlık açısından ve her açıdan denenmiş medeni kıyafeti giyeceğiz. Bunda tereddüde gerek yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur.” İşte şapka devriminin ilk uygulama safhası böyle geçti ve bu nutuklar, devrimin ilk beyannameleri kıymetini aldı. Artık “şapka” sözcüğü ağızdan çıkmıştı. Haber ajansları bu demeçleri yurdun dört bir yanına yaydılar. Gazi, Ankara’ya dönüşünde şehrin dışında, görevlilerden kurulu bir grup ve dostları tarafından karşılandı. Hepsinin başında şapka vardı. Yunus Nadi’nin şapkasını beğendi ve yoluna devam etmeden önce kendisininkiyle değiştirdi.
O günden sonra, toplumun üst tabakalarında moda çabucak değişti. Şimdi bunun yasa yoluyla bütün millete yayılması gerekiyordu. Konu Millet Meclisine bir kanun teklifi olarak getirildi.
Önce bir kararnameyle, din işleriyle görevli olmayanların dini kıyafet ve işaretle dolaşması yasaklandı. 1 Eylül 1925’te Ankara’ya dönen Mustafa Kemal, 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulunu topla¤¤¤¤¤ üç önemli kararname çıkarttı:
Kanun no: 671 (25. 11. 1925)
Madde 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel idare ve bütün kurumlara mensup memur ve müstahdemler, Türk ulusunun giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet engeller.
Madde 2. Bu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir.
Madde 3. Bu kanun Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar kurulu tarafından icra edilir.
Meclisten çıkan yasayla bütün erkeklerin şapka giymesi istendi, fes giymek suç oldu. O sırada ülkede yeteri kadar şapka yoktu, binlerce insan ya açık başla ya da Avrupalı şapkacıların piyasaya sürdüğü çeşitli başlıkları giyerek dolaşıyordu. Ancak yerli şapka fabrikaları tam randımanla çalışmaya başladıktan sonra herkes şapka bulabildi. Fabrikalar halk için kumaştan, kopçalı kasketler yaptı. Böylece namaz kılarken secdeye yatabiliyorlardı. Ayrıca, kasketi ters giyenler de vardı. Kastamonulu terzilerin hepsi kasket terzisi oldu.
Şapka kanununun uygulanması ile birlikte başta Atatürkçü öğretmenler olmak üzere, pek çok aydın Kıbrıs Türk’ü de şapka giymeye başlamıştır. Bu arada lise talebeleri de şapka giymek istediklerini ilgililere duyurmuşlardır.
Şapkaya karşı çıkanların tepkileri ve gerekçeleri, Atatürk’ün bunlara cevabı ve alınan önlemler
Şapkaya tepkiler din örtüsü altında geldi. Yenilik karşıtları gülünç denebilecek iddialar ileri sürerek, sözde İslam savunucusu rolü üstlenerek şapkayı Atatürk’ün, dolayısıyla genç Cumhuriyetin “dinsizliğini” belgeleyen en önemli delil olarak ileri sürdüler. Şapka devrimi, 1925 yılından beri muhalif kitlelerin sembolü haline gelmiş, Atatürk devrimlerini benimsemeyenler, geleneksel yapının devamından yana olanlar, sözde din adamları ve gerici çevreler, şapkayı batılılaşmanın , dolayısıyla Hıristiyan kültürünün simgesi olarak değerlendirmişler, şapka giymeyi de İslam’dan çıkmak, Hıristiyanlaşmak, hatta dinsizleşmek olarak yorumlamışlardır. Oysa ki Atatürk tüm devrimlerinde olduğu gibi, Türk toplumuna “çağdaş olan”ı göstermek ve iddiaların aksine başa örtülen şeyin dinle herhangi bir ilgisi bulunmadığı gerçeğini topluma anlatmak amacındaydı:
“(...) Şapka giydirdim anlasınlar ki insan, kisve ile din değiştirmez ve dini, herhangi bir kisveye alet etmez! Kısa bir zamanda bunu anlayacaklardır. Din ile kisvenin farkının ne olduğunu idrak edeceklerdir. Ben bu hesapları bir “gardrop” mevzuu üzerinde duracak kadar basit görmüş veyahut üzerinde durarak, onu inkılap kabul etmiş bir insan değilim. Şapka giydikten sonra bu iş ayrı, o iş ayrı diyecekler. Anlayacaklar ki, şapka giymekle kimse dinini değiştirmez”. Atatürk, “ Din ve şapka arasında bir bağlantı yoktur” dese de onun gibi düşünmeyenler halkı örgütleyip “şapka geldi, din elden gidiyor” yaygarası çıkardılar.
Halkın şapkaya tepkisinin diğer bir nedeni ise şapkanın biçiminden kaynaklanıyordu. İslam’da ister sivil, ister asker kesiminden olsun, baş giysilerinde kenar çıkıntısı bulunmazdı. Zira bu çıkıntı, namaz kılarken müminin alnının yere değmesine engel oluyordu. Bir başka söyleyişle şapka, namaz kılmanın, yani Müslüman olmanın işareti olarak algılanmaya müsait bir başlıktı.
Şapka Kanun Tasarısı, Büyük Millet Meclisince görüşülürken, taslağın Anayasaya aykırı olduğunu ileri süren Bursa milletvekili Nurettin Paşa’ya zamanın adalet bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) şu yanıtı veriyordu:
“Hürriyetin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir… Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman Anayasaya aykırı olamaz, olmaması belirlenmiştir (mukayyettir).”
Bu kanun elbette hemen benimsenmedi. Şapka Kanununun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde protesto olayları yaşandı. İstiklal Mahkemeleri, TBMM’nin çıkardığı laiklikle ilgili iki yasaya karşı yükselen tepkileri kovuşturmaya başladı. Bunlar, şapka iktisası (giyilmesi) ve tekke ve zaviyelerin seddi (kapatılması) kanunlarıydı. Yasaya göre, şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası üç aya kadar hafif hapis iken, kanunu protesto hareketleri, sistemin meşruluğuna karşı yönelen idamlık suçlar sayıldı. Şapka, İstiklal Mahkemelerinin en önemli konusu haline geldi.
Aslında Cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması, şer’iye mahkemelerinin kapatılması, hıyanet-i vataniye yasasına “dinin politikaya alet edilemeyeceği”nin eklenmesi gibi girişimler yüzünden kabaran tepkiler, şapka olayını bahane ettiler. Din adına resmi binaların duvarlarına asılan ve halkı, yeşil sancak altında gösterilerde bulunmaya çağıran pankartlar, bu davranışı körüklemişti. Emniyet kuvvetleri ve mahkemeler, öfkeyi bastırmak için var güçleriyle çalışmaya başlarlar. Şapka aleyhinde olanlar veya her ne gerekçeyle olursa olsun şapka giymeyenler mahkemeye sevk edilir. Birçok kimse sürgün veya on-onbeş yıla varan hapis cezalarına çarptırılır. Rize’de 8, Maraş’ta 7, Erzurum’da 4 kişi idam edilir. Bir başka kaynakta da, Rize’de 8, Sivas’ta 3, İskilip’te 2, Menemen’de 28, toplam 78 kişinin idam edildiği geçmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk, şapka devriminden sonra şu görüşleri belirtmiştir:
“Baylar, Takrir-i Sükun Yasasının yürürlükte ve İstiklal mahkemelerinin çalışmakta bulunduğu süre içinde yapılan işleri göz önünde getirecek olursanız, meclisin ve ulusun güven ve inancının tam yerinde kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır. Yurtta girişilen büyük ayaklanma, cana kıyma eylemleri ortadan kaldırılarak, sağlanan dirlik ve düzenlik, elbette kamuyu sevindirmiştir.
Baylar; ulusumuzun giymekte bulunduğu ve bilgisizliğin, aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve uygarlık düşmanlığının simgesi gibi görülen “fes”i atarak; onun yerine, bütün uygar ülkeler halklarının kullandığı şapkayı giymesi ve böylece Türk ulusunun uygar toplumlardan, anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunu, Takrir-i Sükun Yasasının yürürlükte bulunduğu sırada yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama buna, yasanın yürürlükte oluşu da kolaylık sağladı denirse, bu çok doğrudur. Gerçekten, Takrir-i Sükun Yasasının yürürlükte bulunuşu, kimi gericilerin kamuoyunu geniş ölçüde ağulamasına (zehirlemesine) olanak bırakmamıştır. Gerçi bir Bursa milletvekili, bütün yasama görevi boyunca hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve hiçbir zaman mecliste ulus ve Cumhuriyet yararlarını savunmak için bir tek söz bile söylememiş olan Bursa milletvekili Nurettin Paşa, yalnızca şapka giyilmesinin, “temel haklara, ulusal egemenliğe ve kişisel dokunulmazlığa aykırı işlem” olduğunu ileri sürmüş ve bunun, “halka uygulanmamasını sağlamaya” çalışmıştır. Ama Nurettin Paşa’nın ulus kürsüsünden alevlendirebildiği bağnazlık ve gericilik duyguları, en sonu birkaç yerde ve birkaç gericinin, İstiklal Mahkemelerinde hesap vermeleriyle söndü
Şapka Devrimi, Atatürk’ün Cumhuriyet devrimleri arasında önemli bir yeri vardır. İlklerden olması hem halkın nabzını ölçmüş hem de diğer reformlara zemin hazırlamıştır. Atatürk'ün 23 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya düzenlediği gezide şapkayla halkın arasına girmesinin, 25 Ağustos 1925'de İnebolu'ya ziyareti ve ünlü Şapka Konuşmasının ardında şapka giyilmesi hakkında kanun çıkarılmıştır.
Şapka Devrimi'nin ileri sürülen gerekçeleri
Kurumsal değişim gerçekleştirmiş bütün devrimlerin kültürel değişimi de beraberinde getirmiş olması, Atatürk reformlarının da hareket noktasını oluşturmuştur. Reformların kültürel alandaki yansımaları, Cumhuriyet öncesi dönemde onlara karşı çıkışın temel nedenlerinden biri olmuştur.
Şapka kanununun, Cumhuriyet dönemindeki reformlar içinde ilklerden olması, daha sonra yapılacak reformların sembolik bir öncüsü olduğunu göstermektedir. Şapka kanunu yoluyla halk, psikolojik olarak değişime hazırlanacaktı. Muhtemelen şapka kanunu, tepkileri ölçecek bir barometre işlevi görecek, bu sayede toplumun reformlara tahammül sınırı ölçülerek, reformların çapı ve düzeyi tespit edilecekti. Kıyafet, kendi başına insan davranışına da etki edebilirdi. Kıyafetin taşıdığı sembolün anlamı insanın psikolojisine etki ederek onu yönlendirebilirdi. Geleneksel giysiler, doğu toplumlarının sembolü olarak aynı zamanda batının ve batıcıların bakış açısından geri kalmışlığı hatırlatan bir karaktere sahipti. Reformcu devlet adamlarının bakış açısından mistisizmle ve kadercilikle özdeşleşmiş doğu kıyafetleri giyen bir toplumun, o kıyafetleri giydiği sürece, kendisiyle özdeşleşen ruh halini terk etmesi mümkün olmazdı. Batının ruh halini ve davranış biçimini benimsemenin yollarından biri, batı insanının psikolojisini temsil eden giysileri giymekti.
Atatürk Devrimi, “tümden değişim” i başlattığı için, diğer bazı siyasi devrimlerden ayrılır. Sadece iktidarın değişimini ya da ekonomik ilişkilerin yeniden düzenlenmesini hedefleyen devrimlerden ayrılarak; hem bunları, hem de toplumu, hatta toplumdaki bireyin anlamını, ilişkilerini, düşüncesini, davranışını yani kısacası özünü değiştirmeyi amaçlamaktadır.
Atatürk’e göre şapka; çağdaş olma, evrensel medeniyete katılma, kafaların içini hurafelerden kurtarıp bilimsel düşünceye açma yolundaki çabaları destekleyen ve simgeleyen bir adımdı. Atatürk, yüzyıl önce halka benimsetilen fesi, Türklük veya İslamlık simgesi olarak görmeyecek kadar tarih bilgisine sahipti. Falih Rıfkı Atay da bu konuda şunları söylemiştir:
“Mustafa Kemal, bir tatlı su Türk'ü değildi. Fes ve şapkanın medeniyet demek olmadığını elbet biliyordu. Fakat, başlık değiştirmenin din ve iman değiştirmek olmadığını göstermek istedi”.
Orhan Koloğlu da Şapka devriminin kafanın dışına değil içine yönelik olduğunu ifade etmiştir.
Şapka devriminin temel felsefesini günümüz mantığı ile kavramak oldukça zordur ve bu yüzden hatırı sayılır bir grup tarafından “Gardrop Devrimi” olarak isimlendirilmiştir. Kıyafet devriminden önce sarık, fes ve peçe, halk tarafından âdeta İslâmiyet’in bir parçası olarak kabul edilmekteydi ve laik bir ulusun kıyafetini, dinsel inançlara bağlamak uygun görülmemişti . Bununla birlikte, demokratik bir ülkede kıyafetlerin devlet tarafından belirlenmesi aslında bunun demokratik bir devrim olmaktan çok Türk ulusunu onları bekleyen ve islam devleti mazisi ile pek uyuşmayacak yeni bir geleceğe hazırlanması olarak görülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Atatürk, kişinin maddi yaşam koşullarını değiştirip düşünce tarzına şekil vermenin yanısıra, “düşünce tarzını” değiştirerek maddi yaşam koşullarını geliştirmek ve uygarlığa eriştirmek yolunu dener.
Atatürk’ün şapka devrimini yapmaktaki maksadını şu sözlerinden çıkarmak mümkündür:
“Bayların ulusumuzun giymekte bulunduğu ve bilgisizliğin, aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve uygarlık düşmanlığının bir simgesi gibi görünen ‘fes’i atarak onun yerine, bütün uygar dünyanın kullandığı şapkayı giymesi ve böylece Türk ulusunun uygar toplumlardan anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını göstermesi gerekiyordu.”
Şapka giyilmesi hakkındaki kanunun gerekçesinde, Adliye Encümeni Mazbatasında bu durum kesin olarak belirtilmiştir:
“Türklerle batı milletleri arasında bir “alamet-i farika” olan mevcut serpuşun değiştirilerek yerine medeni ve modern toplumların müşterek serpuşu olan şapkanın giyilmesi gerekiyor.”
Atatürk bu konuda Nutuk’ta der ki:
“Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu.”
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşında sivil giyindiğinde çoğu kez “kalpak” takardı. Diğer “Kuvay-ı Milliyeciler’in” de Mustafa Kemal’e uymalarıyla kalpak, Anadolu’dan ve “Ulusal Savaş”tan yana olanların bir tür simgesi olmuştur. Bununla birlikte, 1. Büyük Millet Meclisi'ndeki “İkinci Grup” üyeler arasında fes ve sarık da oldukça yaygındı. Şapka devriminin gerekçelerinden birinin de bu olduğunu varsayabiliriz.
Şapka devrimine bir de ulusalcılık açısından bakmak gerekiyor. “Ulus devlet” temeli üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde “ulusal” başlık bulunmuyordu. Mustafa Kemal 19 Mayıs günü Samsun’a vardığında onu karşılayan halkı gözlemleyen bir İngiliz subayı, şu gözlemleri not etmişti:
“Karşılamaya gelen halkın kiminin başında fes, kimininkinde kalpak, kimininkinde sarık, kimi başına bir bez parçası bağlamış; kiminin sırtında aba, kiminde cepken, kiminde yelek; kiminin bacağında şalvar, kiminde pantolon, kiminde uzun beyaz külot; kiminin ayağında çarık, kiminde yemeni, kiminde iskarpin, kiminde potin… Demek ki bunlar henüz ulus değil!...”
Mustafa Kemal, bir ulus olmanın dış görünüş konusunda de çağdışı baskılardan özgürleşmeyi zorunlu kıldığını biliyordu.
Burada asıl sorun ulus-devlet oluşturma çabasıdır. Çünkü bireysel irade, ulusal iradenin temel taşıdır ve ulus devlette; ulusal irade ile bireysel irade arasında ikinci derecede bir otorite kabul edilmez. Farklı dinsel kimliği ifade eden giysiler, toplumun “milli duygu” etrafında birleşmesi yönünde bir engel sayılmakta, kaynaşmayı önlediği kabul edilmektedir. Şapka devrimiyle ulus-devlet oluşum süreci tamamlanabilir, oluşturulan ulusal üst kimlik aile toplumdaki bütün bireyler, dinsel ayrımlardan arınarak, ulusa ait olma duygusunu yaşayabilir.
Fesin yasaklanması ve yerine şapkanın konmasıyla; gerek değişik din ve mezhepten, gerekse değişik görüşten yurttaşlar arasında Müslüman-Müslüman olmayan ayrımı yapılması da son buldu. Cumhuriyet reformlarıyla gelen şapka ve kravat, moda unsuru olmanın ötesinde; dinsel, etnik ve toplumsal (kentli-köylü) farklılıkları eritip ortadan kaldıran bir nitelik kazanmış ve devlete sadakati gösteren bir laiklik üniforması haline gelmiştir.
Şapka Kanunu
Şapka, şapka devriminden önce yer yer kullanılmaya başlanmıştı. Tanzimatla başlayan, Meşrutiyetle artan “Batıcılık” akımının etkisiyle, özellikle İstanbul Pera’da, levantenlerin ve gayrı müslimlerin öncülüğünde pantolona, iskarpine, yeleğe, gömleğe rastlanmaktaydı. Hatta şapka giyen müslüman türkler de vardı. 20.yy'ın başında Osmanlı’nın parçalanmasının son aşamasında propaganda aracı olarak, örneğin Balkanlar'da, şapkanın fese zaferi ve üstünlüğü gündemde tutuluyordu. Oysa arada sırada Türk, Arap, Hint'li müslümanların batıyı ziyaret edenleri, kafalarına şapka geçirmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. 2. Dünya Savaşı sırasında başkumandan vekili Enver Paşa’nın orduya güneş siperlikli “Enveriye” adı verilen bir başlık getirmesi, değişim yolunda ilginç bir adımdı. Kurtuluş Savaşı sırasında da Milli Mücadelecilerin, Atatürk’ün modalaştırdığı yan çevrilmiş kalpak kullanmaları, fesin modasının geçmekte olduğunun işaretiydi.
Hakkı Kılıç, 1915 yılında yazdığı “Son Cevap” adlı risalesinde, şapka giymenin hiçbir sakıncasının olmadığını belirtmiştir. 2. Meşrutiyet’in batıcı düşünürlerinden Abdullah Cevdet ise laikliği, latin harflerini, kadın haklarını açıkça savunmuş, Sirkeci’de şapka ile gezmiştir.
Mustafa Kemal’in şapka devriminden çok önceleri (7-8 Temmuz 1919), Erzurum ve Sivas Kongresi arasında Mazhar Müfit ile bir mülakatı bize, şapka konusundaki görüşlerini yansıtır. Erzurum Kongresi sona erdikten sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları her gün ve her gece bir araya gelerek yapılan çalışmaları değerlendiriyor, Sivas Kongresine sunulacak belgeleri hazırlıyorlardı. Yine böyle bir gece Gazi Paşa ile İbrahim Süreyya Yiğit, baş başa vermiş çalışıyorlardı. Paşanın aklına Mazhar Müfit geldi. Emir eri Ali ile haber gönderip onu da odasına çağırttı. Bir ara Süreyya bey, Paşaya şöyle bir soru yöneltti:
“Paşam, başarıya ulaştıktan sonra da iş bitmiyor. Memleketin sonsuza dek çalışmaya ve devrimler yapmaya ihtiyacı var. Neler yapmayı düşünüyorsunuz ?”
Mustafa Kemal bu soru üzerine Mazhar Müfit’e, gidip odasından not defterini getirmesini söyledi. Sonra da, “Şimdi not et bakalım”, dedi. “Ama defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir sen bileceksin. Şartım bu. Önce tarih koy: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Şimdi yaz:
Bir: Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”
Bunu duyunca Mazhar Müfit’in kalemi elinden düştü. Paşa, “neden durakladın?” diye sordu. “Darılmayın ama Paşam, sizin de hayalperest yanlarınız var.”
“Bunu zaman tayin eder, sen yaz.
Beş: Latin harfleri kabul edilecek.”
“Paşam yeter, yeter. Cumhuriyet ilanını başaralım, üst tarafı kolay.”
Mazhar Müfit, bundan sonra defterini kapa¤¤¤¤¤ koltuğunun altına aldı ve ayağa kalkarak, “Paşam sabah oldu”, dedi. “Siz oturacaksanız hoşça kalın.”
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, şapka devrimini çok önceleri tasarlamış ve bunu gerçekleştirmek için uygun zamanı beklemiştir. Gazi, bu çeşit devrimlerle entelektüel Jön Türkler zamanında yalnız düşünce alanında kalmış olan planlarını gerçekleştirmişti.
Doğu ve Güneydoğu’daki isyanların bastırılmasından sonra Mustafa Kemal Atatürk yurdun her tarafından gelen heyetleri kabul ediyordu. Bu heyetlerin bir kısmını İsmet İnönü’ye havale ederken, Kastamonu’dan gelen heyeti haber aldığında, “bu heyetle ben görüşeceğim” dedi. Saffet Arıkan, anılarında, Atatürk’ün şapka devrimini Kastamonu’da gerçekleştirme kararını ve bunun sebebini kendi sözleriyle şöyle özetliyor: “Niçin Kastamonu’yu seçtiğimi bilmezsin. Dur, anlatayım. Bütün vilayetler beni tanırlar; ya üniformayla veya fesli, kalpaklı sivil elbiseyle görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim. İlk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, Türkiye beni öyle görür, yadırgamazlar. Üstelik, bu vilayetin hemen hepsi, asker ocağından geçmişlerdir, itaatlidirler, munistirler. Bunun için şapkayı orada giyeceğim.” der.
İlk denemeyi kendisi yaptı. Gazi çiftliğinde beyaz bir Panama şapkası giyerek, traktör üstünde resim çektirdi. M. Kemal Atatürk, 23 Ağustos 1925'te sekiz gün sürecek Kastamonu gezisine başlamış, İnebolu, Devrekani, Taşköprü, Seydiler, Küre ve Daday ilçelerini ziyaret etmiştir.
Sembolik düzeyde laikleşmenin bir gereği olarak devreye sokulan şapka devriminin Kastamonu’dan başlatılması da bir plan dahilinde gerçekleşir. Çünkü eğer düşündüğü olursa, Anadolu’nun bu mutaassıp şehrinde görünümünü halka kabul ettirebilirse, diğer bölgelerde kabul ettirmek daha kolay olacaktır. Bunun için şapka devrimini İzmir’den başlatma tekliflerine, İzmirlilerin şapkaya alışık olduklarını, dolayısıyla orada şapka giymenin pek anlam ifade etmeyeceğini, dikkatlerin daha çok giysileri ve şapkası üzerinde yoğunlaşacağına inandığı bu Anadolu şehrini seçtiğini belirtir.
Kastamonu halkı, gece bir fener alayı yaparak Gazi’nin evi önüne gelmiş, Gazi de onları selamlamıştır. Ertesi gün belediye dairesinde Kastamonu halk teşekkülleri ve kazalardan gelen heyetlerin kabulü sırasında Gazi ile şehir esnafından bir terzi arasında şapka devriminin ilk açık söylenişi sayılması gereken şu konuşma geçti:
Gazi - (terziye elbisesini göstererek) Bu elbiseler, ucuz ve düz milletlerarası kıyafet mi?
Terzi ve diğer esnaf – Evet milletlerarasıdır.
Gazi – İşte görüyorsunuz, bu elbiseler ucuzdur, basittir, yerli malıdır. Aynı elbise kumaşından bir de kumaş serpuş yaparsınız.
Gazi – (esnaftan başka birine) Fesini gösterir misin? Fesin üstünde bir sarık vardı, altından da bir takke çıktı.
Gazi devam etti:
“İşte takke, üzerinde fes, onun üstünde de ağbani sarık… Bunların hepsinin ayrı ayrı parası yabancılara gidiyor. Bunu söylemekten maksadım şudur: Biz her açıdan medeni insan olmalıyız. Çok acılar gördük, bunun sebebi dünyanın durumunu anlayamayışımızdır. Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslam alemine bakın. Zihniyetlerini fikirlerini medeniyetin emrettiği değişim ve yükselişe uydurmadıklarından ne büyük felaket ve ıstırap içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve en nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak bu, idaremizdeki değişimdendir.Artık duramayız, ne olursa olsun ileri gideceğiz, çünkü mecburuz. Millet açık olarak bilmelidir: Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız kalanı yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz ailede layık olduğumuz mevkii bulacak ve onu koruyup sürdüreceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır!”
Gazi Kastamonu’dan İnebolu’ya geçti. Türk ocağında, milli kıyafetin iyileştirilmesi için bütün memleketi kapsayan bir hitapla daha açık, daha kesin sözlerini söyledi:
“Efendiler, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, gerçekte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi size diyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek zorundadır; medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla, medeni olduğunu göstermek zorundadır. Kısacası medeniyim diyen Türkiye’nin gerçekten medeni olan halkı baştan aşağı dış vaziyetiyle de medeni ve olgun insanlar olduklarını fiilen göstermek zorundadırlar. Bu son sözlerimi açıkça ifade etmeliyim ki, bütün memleket ve dünya ne demek istediğimi kolayca anlasın. Bu açıklamalarımı, bir sualle yöneltmek istiyorum, soruyorum:
“Bizim kıyafetimiz milli midir? (Hayır sesleri)
“Bizim kıyafetimiz medeni ve milletlerarası mıdır? (Hayır, hayır sesleri)
“Size katılıyorum. Tabirimi mazur görünüz, altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne milletlerarasıdır.”
“ O halde kıyafetsiz bir millet hiç olur mu? Arkadaşlar, böyle nitelendirilmeye razı mısınız? (Hayır, hayır, asla sesleri)
Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıva¤¤¤¤¤ aleme göstermekte mana var mıdır? ve “bu çamurun içinde cevher gizlidir fakat anlayamıyorsunuz”? demek isabetli midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak gerekli ve doğaldır. Cevherin korunması için bir kutu lazımsa, onu altından veya platinden yapmak gerekmez mi? Bu kadar açık gerçek karşısında tereddüt caiz midir? Bizi tereddüde sevk edenler varsa, onların ahmaklığına alıklığına hükmetmekte hala tereddüt mü edeceğiz? Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmaya gerek yoktur. Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta “siperi şemsli serpuş”, bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine “şapka” denir. Şapkaya itiraz edenler vardır. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve hahamlarının özel kılığı olan cüppeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?” Gazi, İnebolu’dan tekrar Kastamonu’ya geldi. Bu arada bazı kazaları ziyaret etti. Her yerde yeni devrim ve reform esasları üstünde fikirleriyle halkı aydınlattı. Kastamonu’da Halk Fırkası bahçesinde, halktan binlerce insanla tekkelere, zaviyelere, dervişler ve tarikatlara dair konuşurken söz şapkaya geldi:
“İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi görüleceğinden burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi, bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat inkar edilemez ki taşıdığımız kıyafet o değildir. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan bu acayip kıyafete girip dünyayı kendisine güldürür mü? Devlet memurları ve bütün millet kıyafetlerini düzelteceklerdir. Sağlık açısından ve her açıdan denenmiş medeni kıyafeti giyeceğiz. Bunda tereddüde gerek yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur.” İşte şapka devriminin ilk uygulama safhası böyle geçti ve bu nutuklar, devrimin ilk beyannameleri kıymetini aldı. Artık “şapka” sözcüğü ağızdan çıkmıştı. Haber ajansları bu demeçleri yurdun dört bir yanına yaydılar. Gazi, Ankara’ya dönüşünde şehrin dışında, görevlilerden kurulu bir grup ve dostları tarafından karşılandı. Hepsinin başında şapka vardı. Yunus Nadi’nin şapkasını beğendi ve yoluna devam etmeden önce kendisininkiyle değiştirdi.
O günden sonra, toplumun üst tabakalarında moda çabucak değişti. Şimdi bunun yasa yoluyla bütün millete yayılması gerekiyordu. Konu Millet Meclisine bir kanun teklifi olarak getirildi.
Önce bir kararnameyle, din işleriyle görevli olmayanların dini kıyafet ve işaretle dolaşması yasaklandı. 1 Eylül 1925’te Ankara’ya dönen Mustafa Kemal, 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulunu topla¤¤¤¤¤ üç önemli kararname çıkarttı:
1. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kararname
2. İlmiye sınıfının kılığına ilişkin kararname
3. Devlet memurlarının kılığına ilişkin kararname
25 kasım 1925'te TBMM’de “Şapka Kanunu” kabul edildi. Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun'un maddeleri şunlardır:2. İlmiye sınıfının kılığına ilişkin kararname
3. Devlet memurlarının kılığına ilişkin kararname
Kanun no: 671 (25. 11. 1925)
Madde 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel idare ve bütün kurumlara mensup memur ve müstahdemler, Türk ulusunun giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet engeller.
Madde 2. Bu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir.
Madde 3. Bu kanun Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar kurulu tarafından icra edilir.
Meclisten çıkan yasayla bütün erkeklerin şapka giymesi istendi, fes giymek suç oldu. O sırada ülkede yeteri kadar şapka yoktu, binlerce insan ya açık başla ya da Avrupalı şapkacıların piyasaya sürdüğü çeşitli başlıkları giyerek dolaşıyordu. Ancak yerli şapka fabrikaları tam randımanla çalışmaya başladıktan sonra herkes şapka bulabildi. Fabrikalar halk için kumaştan, kopçalı kasketler yaptı. Böylece namaz kılarken secdeye yatabiliyorlardı. Ayrıca, kasketi ters giyenler de vardı. Kastamonulu terzilerin hepsi kasket terzisi oldu.
Şapka kanununun uygulanması ile birlikte başta Atatürkçü öğretmenler olmak üzere, pek çok aydın Kıbrıs Türk’ü de şapka giymeye başlamıştır. Bu arada lise talebeleri de şapka giymek istediklerini ilgililere duyurmuşlardır.
Şapkaya karşı çıkanların tepkileri ve gerekçeleri, Atatürk’ün bunlara cevabı ve alınan önlemler
Şapkaya tepkiler din örtüsü altında geldi. Yenilik karşıtları gülünç denebilecek iddialar ileri sürerek, sözde İslam savunucusu rolü üstlenerek şapkayı Atatürk’ün, dolayısıyla genç Cumhuriyetin “dinsizliğini” belgeleyen en önemli delil olarak ileri sürdüler. Şapka devrimi, 1925 yılından beri muhalif kitlelerin sembolü haline gelmiş, Atatürk devrimlerini benimsemeyenler, geleneksel yapının devamından yana olanlar, sözde din adamları ve gerici çevreler, şapkayı batılılaşmanın , dolayısıyla Hıristiyan kültürünün simgesi olarak değerlendirmişler, şapka giymeyi de İslam’dan çıkmak, Hıristiyanlaşmak, hatta dinsizleşmek olarak yorumlamışlardır. Oysa ki Atatürk tüm devrimlerinde olduğu gibi, Türk toplumuna “çağdaş olan”ı göstermek ve iddiaların aksine başa örtülen şeyin dinle herhangi bir ilgisi bulunmadığı gerçeğini topluma anlatmak amacındaydı:
“(...) Şapka giydirdim anlasınlar ki insan, kisve ile din değiştirmez ve dini, herhangi bir kisveye alet etmez! Kısa bir zamanda bunu anlayacaklardır. Din ile kisvenin farkının ne olduğunu idrak edeceklerdir. Ben bu hesapları bir “gardrop” mevzuu üzerinde duracak kadar basit görmüş veyahut üzerinde durarak, onu inkılap kabul etmiş bir insan değilim. Şapka giydikten sonra bu iş ayrı, o iş ayrı diyecekler. Anlayacaklar ki, şapka giymekle kimse dinini değiştirmez”. Atatürk, “ Din ve şapka arasında bir bağlantı yoktur” dese de onun gibi düşünmeyenler halkı örgütleyip “şapka geldi, din elden gidiyor” yaygarası çıkardılar.
Halkın şapkaya tepkisinin diğer bir nedeni ise şapkanın biçiminden kaynaklanıyordu. İslam’da ister sivil, ister asker kesiminden olsun, baş giysilerinde kenar çıkıntısı bulunmazdı. Zira bu çıkıntı, namaz kılarken müminin alnının yere değmesine engel oluyordu. Bir başka söyleyişle şapka, namaz kılmanın, yani Müslüman olmanın işareti olarak algılanmaya müsait bir başlıktı.
Şapka Kanun Tasarısı, Büyük Millet Meclisince görüşülürken, taslağın Anayasaya aykırı olduğunu ileri süren Bursa milletvekili Nurettin Paşa’ya zamanın adalet bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) şu yanıtı veriyordu:
“Hürriyetin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir… Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman Anayasaya aykırı olamaz, olmaması belirlenmiştir (mukayyettir).”
Bu kanun elbette hemen benimsenmedi. Şapka Kanununun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde protesto olayları yaşandı. İstiklal Mahkemeleri, TBMM’nin çıkardığı laiklikle ilgili iki yasaya karşı yükselen tepkileri kovuşturmaya başladı. Bunlar, şapka iktisası (giyilmesi) ve tekke ve zaviyelerin seddi (kapatılması) kanunlarıydı. Yasaya göre, şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası üç aya kadar hafif hapis iken, kanunu protesto hareketleri, sistemin meşruluğuna karşı yönelen idamlık suçlar sayıldı. Şapka, İstiklal Mahkemelerinin en önemli konusu haline geldi.
Aslında Cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması, şer’iye mahkemelerinin kapatılması, hıyanet-i vataniye yasasına “dinin politikaya alet edilemeyeceği”nin eklenmesi gibi girişimler yüzünden kabaran tepkiler, şapka olayını bahane ettiler. Din adına resmi binaların duvarlarına asılan ve halkı, yeşil sancak altında gösterilerde bulunmaya çağıran pankartlar, bu davranışı körüklemişti. Emniyet kuvvetleri ve mahkemeler, öfkeyi bastırmak için var güçleriyle çalışmaya başlarlar. Şapka aleyhinde olanlar veya her ne gerekçeyle olursa olsun şapka giymeyenler mahkemeye sevk edilir. Birçok kimse sürgün veya on-onbeş yıla varan hapis cezalarına çarptırılır. Rize’de 8, Maraş’ta 7, Erzurum’da 4 kişi idam edilir. Bir başka kaynakta da, Rize’de 8, Sivas’ta 3, İskilip’te 2, Menemen’de 28, toplam 78 kişinin idam edildiği geçmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk, şapka devriminden sonra şu görüşleri belirtmiştir:
“Baylar, Takrir-i Sükun Yasasının yürürlükte ve İstiklal mahkemelerinin çalışmakta bulunduğu süre içinde yapılan işleri göz önünde getirecek olursanız, meclisin ve ulusun güven ve inancının tam yerinde kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır. Yurtta girişilen büyük ayaklanma, cana kıyma eylemleri ortadan kaldırılarak, sağlanan dirlik ve düzenlik, elbette kamuyu sevindirmiştir.
Baylar; ulusumuzun giymekte bulunduğu ve bilgisizliğin, aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve uygarlık düşmanlığının simgesi gibi görülen “fes”i atarak; onun yerine, bütün uygar ülkeler halklarının kullandığı şapkayı giymesi ve böylece Türk ulusunun uygar toplumlardan, anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunu, Takrir-i Sükun Yasasının yürürlükte bulunduğu sırada yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama buna, yasanın yürürlükte oluşu da kolaylık sağladı denirse, bu çok doğrudur. Gerçekten, Takrir-i Sükun Yasasının yürürlükte bulunuşu, kimi gericilerin kamuoyunu geniş ölçüde ağulamasına (zehirlemesine) olanak bırakmamıştır. Gerçi bir Bursa milletvekili, bütün yasama görevi boyunca hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve hiçbir zaman mecliste ulus ve Cumhuriyet yararlarını savunmak için bir tek söz bile söylememiş olan Bursa milletvekili Nurettin Paşa, yalnızca şapka giyilmesinin, “temel haklara, ulusal egemenliğe ve kişisel dokunulmazlığa aykırı işlem” olduğunu ileri sürmüş ve bunun, “halka uygulanmamasını sağlamaya” çalışmıştır. Ama Nurettin Paşa’nın ulus kürsüsünden alevlendirebildiği bağnazlık ve gericilik duyguları, en sonu birkaç yerde ve birkaç gericinin, İstiklal Mahkemelerinde hesap vermeleriyle söndü