Konuya cevap cer

ağrı efsaneleri ağrı efsanesi ile ilgili efsaneler ağrının efsaneleri ağrının efsanesi

Sevgili Melekler biliyoruz ki Türkiyemizde çok sayıda efsane var birkaç tane Ağrı Efsanesini öğrenmeye ne derseniz :tik:


AĞRI DAĞI EFSANESİ


Ağrı Dağı Efsanesi Yaşar Kemal’in 1970 yılında  yazılan romanına ad olmuştur. Adı Efsane olmasına rağmen, kitapta anlatılanlar  aslında efsane değil, tarihi izler taşıyan bir aşk hikayesidir.


Yaşar  Kemal Ağrı Dağı Efsanesinde Halk Edebiyatından geniş ölçüde yararlanmıştır.  Hikayede at, kutsal meşe ağacı, demirci gibi destansı; sofi, kervan şeyhi,  paşanın kızını vermek için Ahmet ‘in dağın doruğuna çıkıp ateş yakması gibi  hikaye ve masal motifleri yer almaktadır. Romana konu olan efsanenin özetle  şöyledir.

Ağrı Dağı’nda bulunan ve Küp Gölü denilen bir gölün etrafında,  çobanların her yıl bahar mevsiminde gerçekleştirdikleri bir törenin anlatımıyla  başlıyor. Buna göre çobanlar karlar eridikten ve karların altından ortaya çıkan  toprak yeşermeye başladıktan sonra bir sabah gün doğmadan Küp Gölü’nün etrafında  toplanır, Ağrı Dağı’nın Öfkesi denen nağmeyi çalmaya başlarlar ve gün batımına  kadar bunu sürdürürler. Gün batımında küçük beyaz bir kuş gelir ve gölün mavi  sularına bir kanadını üç kez daldırıp çıkarır. Ardından da iri bir atın gölgesi  gölün üstüne düşer. Bu anlatı birkaç kez daha yinelenir romanda. Romanın geri  kalan kısmı bu anlatıya ve törene kaynaklık eden olayı anlatır.

18 inci  yüzyılda Beyazıt bir sancak Merkezidir. Beyazıt Paşası Mahmut Han’dır. Mahmut  Han’ın Kır atı, şimdi İran sınırları içinde kalan, Gürbulak Açık Pazar Yeri ve  Meteor çukurunun karşısındaki, Ağrı Dağı’nın eteklerindeki Sorik köyünden  yaşayan Ahmet’in evinin kapısına gelir. 

Sofi denilen yaşlı kişi bu atın  neden burada olduğunu sorar Ahmet’e. Ahmet bu atla ilgili bir bilgisinin  olmadığını söyler. Bunun üzerine töreye uyarak, atı uzak bir yere bırakır Ahmet.  Ancak eve geldiğinde atı Sofi’nin yanında görür. Bu uygulamayı tam 3 kez yapar  ve hepsinde aynı sonuçla karşılaşır. Sofi 3 kez bırakılıp geri dönen atın töreye  göre Ahmet’in olduğunu ve gerçek sahibi kim olursa olsun, onu geri alamayacağını  söyler. Bunun üzerine Ahmet, bu gösterişli atı sahiplenir ve “At benim  kısmetimdir” der. Bu sırada Mahmut Han da kaybolan atını aramaktadır. Ancak  Ahmet atını vermeye razı olmaz. Mahmut Han, civardaki beyleri toplar, onlar  aracılığıyla atını istetir. Ahmet töreye göre bu atın kendisinin olduğunu ve  kimseye veremeyeceğini söyler. Mahmut Han atını almak için Ağrı Dağı’na gider,  ancak Sofi’nin dışında kimseyi bulamaz ve Sofi’yi de zindana attırır. Civardaki  beyler atı, Ahmet’i ve köylüleri bulacaklarına dair Mahmut Han’a söz verirler.  Mahmut Han onlara armağan verip gönderir.

Zindanda bulunan Sofi’yle Mahmut  Han’ın üç kızından biri olan Gülbahar ilgilenir. Sofi Gülbahar’a kaval çalar.  Ağrı Dağı’nın Öfkesi diye bilinen nağmeyi çalar. Mahmut Han, Sofi’ye, at ve  Ahmet bulunursa kendisini zindandan çıkarabileceğini söyler, ancak Sofi bunun  mümkün olmadığını söyler. Milan aşiretinden Musa denilen kişi Ahmet’i ikna etmek  için

Hakkari’ye gönderilir. Ahmet’i ve köylüleri geri getirir, ancak Ahmet’i  de Musa’yı da kandırmışlardır. ikisi de zindana atılır. Gülbahar zindana gizlice  yemek götürmeyi sürdürür.

Bu sırada Ahmet’i görür. Gülbahar farklı bir ruh  haline girer. Ahmet’e yakınlık duymaya başlar ve bir gece Zindancı Memo’dan izin  alıp Ahmet’le görüşür. Ertesi gece Zindancı Memo istemeye istemeye yine izin  verir Gülbahar’a. Mahmut Han 40 gün içinde kaybolan atının kendisine iade  edilmesini ister, aksi takdirde zindandaki Sofi, Ahmet ve Musa’nın  öldürüleceğini söyler. Bunun üzerine Gülbahar, atı Ağrı Dağlılardan istemeyi  düşünür. Yardım etmesi için konuyu kardeşi Yusuf ‘a açar. Yusuf bu fikre  şiddetle karşı çıkar. Ancak Yusuf bu konudan kimseye bahsetmeyeceğine söz verir.  Gülbahar bu konuyu Sofi’ye de açar ve onu da ikna edemez. Demirci Hüso denen  kişiye başvurur. 0 da Gülbahar’ı Kervan Şeyhi’ne gönderir, Kervan Şeyhi,  Kervankıran yıldızına bakar ve yıldızın bir tarafının aydınlık, bir tarafının  karanlık olduğunu ve derdinin dermanının olduğunu söyler. Gülbahar ertesi gece  Demirci Hüso’nun dükkanının önünde bir at görür. Demirci Hüso gidip Mahmut  Han’ın kaybolan atın getirir. 0 gece Gülbahar ve Ahmet, Zindancı Memo’nun  odasında birlikte olurlar. Zindanc Memo kıskançlık içindedir, Gülbahar ve Ahmet,  Zindancı Memo’nun odasında uyurlarken, o elinde kılıcıyla birkaç kez gelir,  uyandıklarında kılıcını üç kez havaya kaldırır, ancak onları öldüremez. Mahmut  Han getirilen atın kendisinin olmadığını söyler. Etrafındaki beylerden biri atın  Mahmut Han’a ait olduğunu söyler gibi olur, ancak, Mahmut Han hiddetlenir,  Beyazıt’a tellal yollar. Tellallar zindanda bulunan üç kişinin cumartesi günü  sabahleyin asılacaklarını söyler. Demirci Hüso da bunun üzerine atı alır ve  salar, at Beyazıt’ta şahlanır ve Ağrı Dağı’na yollanır. Gülbahar ne yapacağını  bilemeyecek kadar çaresiz durumdadır. Zindanların olduğu yere gider. Burada  kendinden geçmiş bir halde “Ahmet öldürülürse ben de kendimi sarayın uçurumundan  atarım” der. Zindancı Memo bunu duyar. Gülbahar zindandaki üç kişiyi serbest  bırakması için Memo’ya yalvarır ve ne isterse yapacağını söyler. Memo ondan bir  tutam saç ve bu gecenin ve kendisinin unutulmamasını ister. Gülbahar kabul eder  ve ona bir tutam saç verir. Memo da zindandaki üç kişiyi salıverir. Güneş  doğunca cellatlar zindanın kapısına dayanır. Memo onlara mahkumları  salıverdiğini söyler, cellatlar onunla çarpışmaya başlar ve bu çarpışma sarayın  uçurumuna kadar devam eder, uçurumun kenarında Memo kendini aşağı bırakır ve  ölür. Elinde bir tutam saç vardır.

Sarayda meydana gelen bu sıra dışı  olayları bilen Yusuf, büyük bir korku içindedir. Her şeyi babasına anlatmayı  düşünür. 3 gün hasta yatar. Gülbahar’la konuşur, kaçmayı veya her şeyi anlatmayı  teklif eder. Çünkü Yusuf, babasının İsmail Ağa’ya gelip ona yalvarmazlarsa  ikisinin de gözlerini oyacağını söylediğini duymuştur. Yusuf bütün olan biteni  anlatır. Gülbahar hapsedilir, kuyuya kapatılır ve başına iki nöbetçi konur. Bu  haber kısa sürede çevre illerde duyulur. Çevre köylerden insanlar saraya koşar,  kafileler halinde gelirler. Mahmut Han bu büyük kalabalıktan korkar ve  Gülbahar’ı onlara vermek zorunda kalır. Ahmeti ve Gülbahar’ı Kervan Şeyhi’ne  götürürler. Şeyh onları Hoşap Kalesi’nin beyine gönderir. Yanlarına halifesi  Ibrahimi de katar. Hoşap Kalesi’nin Beyi onlara sahip çıkar. Molla Muhammet adlı  birini Mahmut Hana gönderir. Ancak iyi haberler gelmez. Mahmut Han genç çifti  istemektedir, Hoşap Kalesi’nin Beyi onları vermez. Ahmet ile birlikte ava  çıkarlar. Mahmut Han aynı zamanda bir Osmanlı paşasıdır. Çevresindeki bazı  beyleri Hoşap Kalesine gönderir. Ancak onlar da elleri boş geri gelir.

Mahmut  Han, Erzurum’daki Rüstem Paşa’ya mektup yazar ve yardım ister, ancak Rüstem Paşa  kızı oğlana vermesinin gerektiğini bildirir ve ona alay dolu bir mektup  gönderir. Hoşap Kalesi’nin Beyi, Molla Muhammet’i yeniden gönderir ve Bey’in ne  yapmak lazım geliyorsa yapmaya hazır olduğunu bildirir. Mahmut Han tedirginlik  içindedir, çevredeki ahalinin sarayın üzerine yürümesinden ve Osmanlı’nın  gözünden düşmekten korkmaktadır. Sonunda kızı bir şartla vermeyi kabullenir.  Ahmet Ağrı’nın tepesine çıkacak ve büyük bir ateş yakacaktır. Ahmet bunu  kabullenir. Her geçen dakika daha fazla insan bu olayı görmek amacıyla gelmekte  ve Mahmut Han ve İsmail Ağa daha çok gerilimin içine girmektedir. Bu gerilim  onun Ahmet zirveye çıkamazsa da kızı ona verdiğini ilan etmesine yol açar.  Sonunda ateşi yakar. Gelir ve kızı alır ve gider, ancak ona dokunmaz. Kız bunun  nedenini sorar ondan. Ahmet kıza onu nasıl kurtardığını sorar. Gülbahar da  anlatır. Ahmet gider, arkasından Gülbahar onu takip eder, ancak Küp Gölü denen  gölün orada onu kaybeder. Efsanenin sonunda, birkaç kez yinelenen, çobanların  her yıl bahar ayında gerçekleştirdikleri törensel uygulamanın anlatısının  ayrıntıları da tamamlanır:

“0 gün bugündür, Küp Gölü’nün oralardan geçenler,  gölün kıyısına oturmuş, kara, ışık gibi parlak, uzun saçlarını sırtına sermiş,  başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar’ı görürler.  Arada sırada Ahmet gölün sularında Gülbahar’ın gözüne gözükür ve Gülbahar  kollarını açıp Ahmet’e yürür, ‘Ahmet, Ahmet!’ diye bağırır. Sesi bütün dağda  yankılanır. ‘Ahmet, Ahmet! Sen de benim yerimde olsan benim yaptığımı yapardın.  Yeter artık gel Ahmet. Ahmet!’Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir ve  küçücük bir ak kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır. Ve sonra da bir  atın kapkara gölgesi gölün üstünden gelir geçer.”





NUH’UN GEMİSİ


İlimiz, adını Ağrı dağlarından alır. Bu dağlara “Eğri”  dağları da derler. Doğu Anadolu’da, Erzurum - Kars yaylasını Murat havzasın dan  ayıran Karasu - Aras dağlarının doğu ucunda, kartal yuvası gibi dimdik iki dağ:  Büyük Ağrı, Küçük Ağrı.. Bu iki dağ için çeşitli efsaneler söylenegelmiş, bunlar  kutsal kitaplara kadar girmiştir. 

Ağrı dağları asil şöhretini Kutsal  kitaplarda geçen Tufan olayın dan almıştır. Şöyle ki: Tek Tanrı’ya inanan ve  O’na iman eden Nuh Peygamber zamanında, insanlar doğru yoldan eğri yola sapmış,  düzen bozulmuş, Tanrı’ya isyan etmişlerdi. Tanrı, bunları cezalandırmayı  kararlaştırdı. Peygamber Hazret-i Nuh’a bir gemi yapmasını ilahi bir emir olarak  bildirdi. Gemi üç yüz adım boyunda, elli adım eninde ve otuz adım yükseklikte  olacaktı. Nuh Peygamber gemisini yaparken, herkes onunla alay ediyor, başlarına  gelecek felakete bir türlü inanmıyorlardı. Derken geminin yapımı bitti. Nuh  Peygamber, ilahi emir gereğince, yer yüzün de bulunan bütün canlılardan,  erkek-dişi birer çift gemisine aldı. Yeteri kadar yiyecek yükledi. Sonunda da  ailesi ve iman eden bazı yakınlarını yanına alarak gemiye girdi. Oğullarından  birisi “Tufan olursa, ben bir dağa sığınırım” diyerek gemiye binmedi. Bu sırada  gök delindi. Kırk gün, kırk gece yağmur yağmış, görülmemiş bir tufan, dağları,  taşları denizlerle birleştirmişti. Tanrı’nın gazabına uğrayan insanlar yok  olmuş, yalnız gemidekiler sağ kalmışlardı. Nuh’un gemisi, yüz elli gün sularda  yüzdü, durdu. Yine il bir emirle sular çekilmeğe başladı. Gemi, Ağrı dağlarının  Cudi tepesine oturdu. Nuh Peygamber, pencereyi açarak bir güvercin saldı.  Güvercin, konacak yer bulamayarak geri döndü. Yedi gün sonra, güvercini yeniden  saldı. Güvercin bu kez ağzında bir zeytin dalıyla gemiye döndü. Sular  çekilmişti. Gemisinden çıkarak Ağrı dağlarının eteklerinde bir köy  kurdu.

İnsanlar, canlılarla birlikte yeniden çoğaldılar.

Sümerlerin  Gılgamış destanlarında da geçen ve bütün dünyaca bili nen bu efsaneyi  gerçekleştirmek için bilginler, yıllardan beri, Ağrı dağlarında Nuh’un gemisinin  kalıntılarını arayıp durmuşlardır.

‘Tufan efsanesi burada biter ama, Doğu  Anadolu’da daha başka söylentiler de vardır. Derler ki, suların çekilmeğe  başladığı günlerde, Nuh’un gemisi ansızın, şiddetli bir sarsıntı ile allak -  bullak olur. Gemi bir dağın sivri tepesine çarpmıştır. Gemidekiler  korkudan:

— Suphanallah...

Derler. Dağın adı “Süphandağı” olur. Gemi, bu  tehlikeyi atlattıktan sonra, kuzeye dümen kırar, bir tepeye daha çarpar. Nuh  Peygamber:

— Allahü Ekber

Diyerek bu tehlikeyi de savar. Bu dağa da  “Allahuekber Dağı” der ler. Derken, bir süre sonra, sular çekilir. Gemi bir  büyük dağın sivri tepeleri üzerine oturur. Uğraşır uğraşır, kurtaramazlar. 0  zaman hep bir ağızdan:

— Ne ağır dağ... 

Derler. Dağa “Ağır Dağ” adı  verilir, bu ad sonradan “Ağrı dağı” olur. 



TAŞKIN BABA

1V.Murad, İran Seferi dönüşünde ordusu ile birlikte Patnos  yakınlarında konaklamıştır. Karşıda tüm heybetiyle duran Süphan dağı dikatini  çekmektedir;ikide-bir gözleri bu dağa takılır. Merakını gidermek için,dağ  hakkında çeşitli bilgiler alır. Çevresindekiler, Süphanın yabani hayvanlarla  dolu olduğunu söylerler.Padişah, canının geyik yoğurdu istediğini bildirir. Kim  suphan dağındaki geyiklerin sütünden yapılmış yoğurt getirirse her isteğinin  karşılanacağı sözü verilir. Hemen araştırma yapılır. Bu işi çevrede tanınan  Taşkın Baba’nın başarabileceği kanaatine varılır. Taşkın Baba emri alır almaz,  Süphan Dağı’na çıkar; Geyiklerden süt sağıp yoğurt yapar. İstenen yoğurdu Sultan  Murad’a vermek için yola koyulur.


Sultan Murad yoğurt getirme işinin  mümkün olmayacağını düşünerek,orduyu hareket ettirmiş, murat nehrinin batı  yakasına geçmiştir .Seyyar köprüler sökülmüş yakınlarda başka köprü ve geçit  kalmamıştır. Murat azgın ve coşkun... Fil dahi geçmeye çalışsa vurup devirecek.  Ama Taşkın Baba verdiği sözü yerine getirmek ve Sultan’a ulaşmak arzusunda...  Taşkın Baba sanki düz bir yolda yürüyormuş gibi murat nehrinin üzerine basarak  karşıya geçmek ister. Bunu gören lV.Murat, heyecanlanıp;


-Gelme, gelme  !.. Su coşkun, seni bir köpük gibi alır götürür, boğulur gidersin, diye  bağırır.


Taşkın Baba suyu yara yara hem yürür,hem karşılık  verir:

-Hünkarım,meraklanma. Su coşkunsa, gelen de  Taşkın’dır...



Ve Taşkın Baba karşıya geçip yoğurdu Sultan Murad’a  sunar. O kocaman azgın nehri, küçük bir dereyi geçer gibi çıkagelen bu adam  karşısında, askerler ve Sultan dona kalmıştır. Sultan Murad çok memnun olur. Ona  : 


-Dile benden, dileğin nedir? Der.

Taşkın Baba, şimdimi taşkın  köyünün bulunduğu yerin kendisine verilmesini ister. İsteği yerine getirilir.  Oraya yerleşir. Ölünceye kadar burada yaşar. Bu köye de “Taşkın” adı verilir.  



İKİ BACI 

Ağrı Dağı’nın bulunduğu yer bir zamanlar ova imiş. Burada yaşayan  bir köylünün iki kızı varmış. Bir gün bu iki kardeş odun toplamaya gitmişler.  Yeterince odun topladıktan sonra , abla odun dengini küçük kardeşin sırtına  yüklemiş ve yola koyulmuşlar. Biraz gidince yorulan ve beli ağrıyan küçük kız  ablasına ;

- Belim çok ağrıdı abla, ne olur biraz da sen taşı diye  seslenmiş.


Ablası kulak asmamış.Biraz daha gitmişler , küçük kız yine  ablasına seslenmiş, ablası hiç oralı olmamış.Küçük kız sonunda  dayanamamış:


- Abla abla , demiş. Senin gibi ablam olacağına olmaz olsun  .Dağ olasın,taş olasın,uzun uzun kış olasın belimdeki ağrı adın, seller  yağmurlar muradın olsun diye beddua etmiş. 




Ablası durur mu ? O  da vermiş veriştirmiş:


- Senin gibi kardeşim olacağına taş olsun saçların  çayır, eteklerin bayır olsun.Başın dilin gibi sivri, yamacın boynun gibi eğri,  adın da benim gibi ağrı olsun.


Derken bir gürültü kopmuş, bir toz bulutu  kaplamış ortalığı.Biraz sonra ovada iki yüce dağ sivrilmiş.... Biri Küçük Ağrı,  diğeri Büyük Ağrı. Böylece iki geçimsiz kardeşin ikisi di birer dağ  olmuş.




KARA DİKEN(Siyabent)

Derler ki, Süphan dağı’nın eteğine  kurulmuş Patnos kentinde bir zamanlar bir koca ağa, bu ağanın Haco (Hacer)  adında güzel mi güzel, bir kızı varmış. Hacer’in güzelliği dillerde... Her  delikanlının gönlü onda; O nun gönlü ise çobanları sirbent te .

Sirbent ile  Hacer’in sevgisi yıllarca gizli kalır. Sevgi bu, günün birinde anlaşılır. Aşk  söylentileri dilden kulağa çabuk ulaşır nedense. Derken koca ağa’nın da kulağına  varır. Ağa 

kovar sirbent’i . Sirbent’e dağda mağaralar ev olur. Hacer’e  çoban arkadaşları ile yollar haberleri. Patnos yöresinde bir de kara Ağa varmış.  Ağaların üç evlenme yaşı vardır derler. 20,40 ve 60. Yaşlar .Kara ağa ikinci  evlenme yaşında (40 imiş).

Hacer’in güzelliğini duyan Kara Ağa dururmu?  Varmış Koca Ağa’nın konağına. Diz çökmüş keçesine... İstemiş kızı.

Babası  vermiş Hacer’i Kara Ağa’ya. Haber kıza, ondan da Sirbent’e ulaşmış. Sirbent  deliye dönmüş.Almış tüfeğini eline, çıkagelmiş eski ağasının kapısına. Köpekler  tanırmış bu eski çobanı. Sessiz-sedasız girmiş Hacer’in odasına. El ele verir,  Sirbent ile Hacer. Gecenin karanlığında ulaşırlar Suphan dağına.

İki aşık  Süphan’ın sarp kayalıklarında mutlu günlerini yaşarken, bir gün, üç geyik(*)  sekerek gelip yakınlarında durur.Geyiklerden ikisi erkek, birisi dişidir. Erkek  geyiklerden biri yaşlı, öteki genç görünümünde. Yaşlı geyik daha iri ve güçlü  olduğu için, genç geyiği yaklaştırmazmış dişi geyiğe. sirbent yaşlı geyiği  öldürmeye aht eder.

-Vuracağım onu. O da “Kara Ağa) olmuş  sanki....

Sirbent çeker tetiği, vurur yaşlı geyiği. Kesmeye uğraşırken,geyik  çırpınır,bir boynuz darbesiyle sirbent’i kayalıklardan aşağı, uçuruma yuvarlar.  Sirbent sırt üstü düşer. Bir ağaç dalı sırtını deelip göysünden çıkar.  Sevgilisinin kanlar içinde cansız yatışına dayanamaz Hacer,kendini atıverir. Bir  ağaç dalı da bunun göysünden .batıp sırtından çıkar.Ölümde birleşirler.

Kara  ağa iz süre süre bulur mağarayı.Vaaarır uçurum kenarına. Bir haftalık sözlüsü  ile onu kaçıran aşığının yanyana yatışlarını uzun uzun seyreder.Nişan alır  Sirbent’i ateş edeceği sırada gözleri kararır,yuvarlaanır,uçurumun kayalarına  çarpa çarpa Hacer ile Sirbent’in arasına düşer.

Koca ağa’nın adamları, süphan  dağının vadisinde üç mezar kazarlar.Sirbent ile Hacer’ein arasına Kara Ağa’yı  gömerler...

O günden beri, her yılın baharında Hacer’in mezarında kırmızı  gül,Sirbent’in mezarında ise beyaz gül açar.Güller eğilip biribirlerine  kavuşacakları sırada Kara Ağa’nın mezarında bir kara diken yükselir ayırır  gülleri. 

Mayıs ayı gelince görülmeyen bir kuş öter “Sirbent uçurumu”nda.  İnsan sesine yakın bir ötüş şöyle der gibi .

“Siz siz olun, değmeyin

İki  taş arasına girin,

İki gönül arasına girmeyin.”




KEREM İLE ASLI HİKAYESİ: 


Anadolu’da çok sevilen Kerem ile Aslı  hikayesi’nin bir bölümü Ağrı’da geçer; dumanda yolunu şaşıran Kerem, türkü ile  Ağrı dağından yol ister, birdenbire murat suyu karşısına çıkıp ta önünü  kestiğinde ondanda geçit vermesini talep eder. Eski Doğubayazıt’ta geçen bölümü  şöyledir.

Aslı’nın peşinde diyar diyar gezen Kerem, onun izini bir gün  Bayazıt’ta bulur. Aslı Keşiş’in Bahçesinde saklanmıştır. Kerem bir yolunu bulup  keşişin karısı ile görüşür, Kerem Aslı ile konuşabilmek için keşişin karısının  ileri sürdüğü teklifleri kabul eder. Aslının yüzünü görebilmek, onunla  konuşabilmek için 32 dişini sırayla çektirir. Sonradan elini sürdüğünde tüm  dişleri eskisi gibi olur.


Başka bir anlatım:

Keşiş’in bağında Aslı ile  Kerem buluşur. Fakat kızın üzerinde sihirli bir entari vardır.Kerem türkü  söyledikçe, düğümlerden biri açılırken, diğeri kapanmaktadır. Aynı durum sabaha  kadar devam eder. Sonunda Kerem öyle bir ah çeker ki, ağzından çıkan alevle  tutuşup yanar. Bu külün başında günlerce bekleyen Aslı, külü saçı ile süpürürken  tutuşur, o da yanar. Külleri birbirine karışır. 







Geri
Üst